Sarı yelekliler…

Sarı yelekliler…

MHP Genel Başkanı ve rejim ortağı Devlet Bahçeli, “Sarı Yelek terörüne özenen bedelini ağır öder… Sarı yelek giyen çıplak yatmayı göze almalıdır!” demiş; yani rejim muhaliflerini alenen tehdit etmiş. Tarihi boyunca MHP’nin özellikle sokaktaki marifetlerini bilenler Bahçeli’nin “Sarı Yelekliler”i ne yapmakla tehdit ettiğini kolayca anlayacaklardır. Daha önce birkaç kere yeni bir Gezi’nin eskisinden çok daha kanlı olacağını belirtmemiz boşa değil. Tekrar edelim, aşağı yukarı hemen herkesin tahmin edebileceği bu gerçeğin bizim “karamsarlığımızla” bir ilgisi yok. “Görünen köy kılavuz istemez!” misali, muhtemel bir Gezi’nin nasıl cereyan edeceğine dair rejim kaynaklı pek çok uğursuz işaret ve açıklama var. Bahçeli’nin sözleri de böyle bir durumda faşistlerin “naçizane” katkısının neler olabileceğine dair bir hatırlatma!

Hem RTE’nin, hem de Ortağı’nın sözlerine bakılırsa ortada bütün kıtayı, hatta daha da ötesi bütün dünyayı tehdit eden “sarı yelekli” bir “heyula” dolaşıyor. Dileriz doğrudur! (Hareketin Belçika ve Hollanda’dan sonra İngiltere, Macaristan, Bulgaristan ve israil’e de yayıldığ haberleri geliyor.)

Yine Fransa…

Tarih elbette tekerrür etmez, ancak o şanlı 68’in de Fransa’dan, Paris’ten başladığını unutmamak gerekir. O, dünya çapında yaklaşık 30 yıl süren canlı bir yükseliş ve birikim döneminin ardından gelen büyük çaplı bir kapitalist bunalımın başlangıç dönemine denk gelmişti. Fransa’yı bir “devrimci durumun” eşiğine getirmiş, orada da kalmayıp çeşitli biçimlerde bütün Avrupa’ya, hatta çok daha ötelere yayılmıştı. Öyle sonraları “hatırlandığı” biçimiyle “öğrenci hareketleri” ile sınırlı falan da değildi. Merak edenler o günlerin tarihine bakabilirler: Mayıs başındaki öğrenci eylemlerinin mayıs ortasından başlayarak işçi sınıfının harekete geçmesiyle nasıl 10 milyonluk bir genel greve dönüştüğünü, işçilerle öğrencilerin nasıl kol kola yürüdüklerini, Fransız ordusunun tank birliklerinin Paris’i nasıl kuşattığını, paraşütçülerin nasıl teyakkuza geçirildiğini ve elbette Fransız Komünist Partisi’nin ve CGT liderliğinin bir devrimci duruma dönüşme noktasına gelmiş olan harekete son vermek için neler yaptığına bir göz atar! Elbette 69 İtalya’sındayaşanan “Sıcak Sonbahar”ı , büyük FİAT Grevi’ni, 7,5 milyon işçinin katıldığı yüzlerce eylem ve grevi, ortaya çıkan işçi özörgütlenmelerini de unutmadan…

Türkiye’de de…

68, Türkiye solu ve işçi hareketi için de dönüm noktalarından biridir. Tabii Türkiye sağı için de! Yükselen işçi hareketini bastırmak ve sosyalist hareketi ezmek amacıyla devreye sokulan, Kontrgerilla (Ergenekon!) denetimindeki “komando kampları”nda alenen eğitilen faşist hareketin saldırganlaşması, 1969’da MHP adını alan partinin örgütlenmesi hep bu zamana denk gelir. Yani Bahçeli’nin “Sarı Yelekliler” ile ilgili tehditler savururken bir bildiği, geçmişe ilişkin, “68 romantizmine” hiç de uygun olmayan anıları vardır! Bu bağlamda MHP’nin kendi tarihsel varlık nedenini ve geçmişte Paris’te başlayan işlerin nerelere vardığını unutmadığını söyleyebiliriz…

Kapitalizmin Bunalımı; Yeni Durumlar…

68 nasıl kapitalizmin yaklaşık 30 yıllık yükselişinin sonuna denk geldiyse 2018 de neo-liberalizmin yaklaşık 30 yıllık saltanatının sonuna denk geldi. Yani her ikisinin de kapitalizmin dünya çapındaki bunalımları ile yakın ilişkisi var. Elbette bu dünya, o dünya değil. O zamanın zirvelere ulaşan devrim ve sosyalizm umudu, şimdilerde dar bir takım sosyalist çevrelerin uzak gelecek hayallerinin sınırlarına sıkışmış gibi. Geçmişin devasa işçi sınıfı hareketi “küreselci” saldırı altında ciddi kayıplara uğramış durumda. Üstelik solun önemli bir bölümü, ya yere göğe koyamadığı zamanlarda kendisine ikbal kapılarını açmamış (nankör) işçi sınıfının artık var olmadığını veya neredeyse bir avuç kaldığını; ya da zaten hiçbir tarihi misyonu olmadığını, en iyi ihtimalle “kapitalist toplumun farklılıklar seli” içinde adeta yüzer gezer bir serseri mayın, tarihsel bir çıkarı ve misyonu olmayan “istikrarsız” bir kimlik veya sadece bir kimlikler toplamı olduğunu iddia etmekle meşgul. Sınıfın yerini “kimlikler” almış! (Ama nedense sadece işçi sınıfının; burjuvazi “kaya gibi” yerli yerinde maşallah! Böylece proletaryasız, neredeyse sınıfsız birkapitalizmaşamasına da varılmış oluyor!) Bu şartlarda haliyle “liberal” veya “radikal demokrat” amaçlara uygun düşmeyen toplumsal devrim(hatta büyük harfleDevrim) hedefinden de vaz geçiliyor. Vahşetinden arındırılmış bir kapitalizm ve liberal demokrasinin yakın akrabası “radikal demokrasi” yeterli hale geliyor.

Devrim-Karşı Devrim Diyalektiği…

Ancak “solcuların” devrimhedefinden vaz geçmesi, gericiliğikarşı devrimhedefinden vaz geçirmiyor! Sosyal demokrasinin (neo)liberalleşmesi ve komünistlerin “sosyal demokratlaşması” veya “ulusalcılaşması” (aslında eski bir hikâye) neo-liberal bir strateji olarak “küreselleşmenin” yol açtığı yıkımın sonucu olan toplumsal radikalleşmenin pek çok örnekte faşist, neo-faşist, “sağ popülist”, İslamcı güçlerin denetimine geçmesine neden oluyor. Bu krizde, (bazı örneklerde) geçmişten farklı olarak, “sarkaç” sola uğramadan doğrudan sağa doğru gidiyor. Bunun başlıca sebebi solda, devrimci bir çekim alanının yokluğu. Yıkıma uğramış “canı burnunda” kitleler, burjuvazinin ağzından dinlediği “demokrasi” hikâyelerini, “radikal” veya “bilmem ne” demokrasi adıyla bir de “solcuların” ağzından dinlemeye niyetli değil. Yani, devrimci bir hedefin ve adına layık devrimci bir önderliğin yokluğunda “sarkacın” sola yöneleceğinin hiçbir garantisi yok. Ancak yeni dönemin geçmişten önemli bir farkı bu “sıranın” bazı durumlarda (hatta sıklıkla) bir “iç içeliğe” dönüşmesi. Bu eş zamanlı “devrim-karşı devrim diyalektiği” bugüne kadar pek çok örnekte karşı devrim lehine işlese de (Bak: Arap devrimci dalgası) öznel koşulların sağlanmasıyla (bilinç, örgütlülük) devrimci anlamda bir dönüşümün de nedeni olabilir. Gerçekte bu günün dünyasının nesnelliğinindevrimci bir dönüşüm imkânı yarattığını söyleyebiliriz; ama dediğimiz gibi örgütlülük, bilinç ve önderlik gibi öznelkoşulların sağlanmasıyla.

Solcuların Tutukluğu

Bu şartlarda solun öncelikli olarak “Sarı Yelekliler” türü hareketler karşısındaki tutuk tavrından vaz geçmesi ve daha cesur ve öz güvenli bir tavır alması gerekiyor. Bu elbette her gördüğü kıpırtının üzerine “devrim” diye atlaması anlamına gelmiyor. Elbette kuşku uyandıran, tehlikeli durumlar, her şeyin bir anda “tersyüz” olma ihtimali var. Ancak yukarıda sözünü ettiğimiz iç içeliğindevrimci yönde dönüştürülmesi toplumsal hareketlerin uzağında durarak mümkün değil. Bu nedenle bu hareketlere eldeki bütün teorik-pratik-politik-örgütsel araçlarla müdahale etmenin yol ve imkânlarının aranması gerekiyor. Elde az çok yeterli siyasi-örgütsel imkânların bulunduğu şartlarda bu müdahalenin işe yarayacağını Fransa’daki Sarı Yelekliler eylemlerinde gördük. Başlangıçtaki aşırı sağ etki-ki bu solun başlangıçta hareketten uzak durmasına da neden olmuştu- solun katılması ve durumuna müdahil olmasıyla önemli ölçüde gerilemiş görünüyor.

Kendiliğindenlik-Örgütlülük

Bütün büyük toplumsal olaylar, başlangıç halindeki devrimler, genel anlamıyla nesnel koşulların etkisiyle “kendiliğinden” ortaya çıkarlar. (İşin içinde elbette irili ufaklı örgütler de vardır) Başlangıçta toplumun bütün gayrı memnun kesimlerini kapsamaları nedeniyle birbirinden çok farklı, hatta tamamen zıt talepleri bir arada barındırırlar. Ancak büyük kitlesel hareketlerin, “devrimlerin kaderi siyasi arenada belirlenir.” Bütün devrimci süreçlerin geleceğini, önderliklerin varlığı, gücü ve yönelimleri belirler. Yani bir toplumsal sürecin “kendiliğindenliği” önderliğin önemini azaltmak bir yana kat be kat artırır. Devrimci bir önderliğin yokluğunda devrimci halk hareketleri, reformizmin, eski düzen güçlerinin veya diğer gerici güçlerin elinde çeşitli biçimlerde “can verirler…” Kuzey Afrika ve Ortadoğu Arap devrimci dalgası sürecinde devrimci kalkışmaların yaşandığı farklı ülkelerde saydığımız bütün bu olumsuz ihtimaller çeşitli derecelerde gerçekleşmiştir.

Sınıf Savaşları…

Bütün devrimci süreçlerin yönünün, bir sonraki aşamada, net hedefleriolan siyasi önderlikler tarafından belirlendiği gerçeği aslında bir başka önemli ve tayin edici gerçeğin de yansımasıdır. Her devrimci süreç, başlangıç döneminde toplumsal anlamda çok büyük bir çeşitlilik ve (moda tabirle) “çok kimliklilik” arz etse de bir sonraki adımda toplumsal ve siyasi olarak gidereksınıfsal bir ayrışma ve tabiri caizse “netlik” yaşamaya başlar. Devrimlerin kaderi bu aşamada temel toplumsal sınıflar arasındaki hesaplaşmanın sonuçlarına bağlıdır. Temel toplumsal sınıflar arasındaki güç dendengeleri devrimlerin kaderini de belirler.

Bu durumda kapitalist toplumun iki temel sınıfından proletaryayı “yok saymak” veya “eşdeğer kimliklerden” biri olarak görmek, her devrimin temelini oluşturan (bazen epeyce “sapmış” veya örtülü haliyle) sınıf savaşıgerçeğini görmemek anlamına gelir. Bugün geçmişten çok daha büyük oranda iç içe geçmiş “devrim-karşıdevrim diyalektiği”nin kaderi, tarihsel anlamda devrimci ve karşı devrimci sınıflar, yani proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelenin sonuçları tarafından tayin edilecektir. Güçlü olan, diğer ara sınıflar üzerinde hâkimiyet sağlayacak, diğerlerini programına kazanacaktır.

Sınıfın Güncel Önemi

Bu sınıfsal sorun ve elbette proletaryanın rolü, sadece “tarihsel” olarak değil, aynı derecede güncel anlamda da son derece önemlidir. Türkiye’de örgütlü işçi sınıfı hareketi iki defa “gitmez gibi” görünen iktidarları götürmüştür. RTE’den daha yüksek oy oranlarıyla iktidar olan Demirel’in iniş sürecini 15-16 Haziran büyük işçi eylemi başlatmıştır. Özal’ın iktidarı için dönüm noktası ise 89 Bahar Eylemleri ve (90) 91’deki Zonguldak Grevi ve Yürüyüşü oldu. Beş yıl önceki Gezi eylemleriyle ilgili olarak , ,her ne kadar “orta sınıflardan” söz edilse de eylemlere katılan kitlenin önemli bir bölümünün emekçilerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Ancak burada vurgulanması gereken, işçi sınıfının örgütlü güçlerinin katılmadığı ve belirleyici olamadığıdurumlarda bu tür hareketlerin belirli sınırları aşamayacağı gerçeğidir. Burada sözü edilen, sınıfın varlığının bir protesto eyleminin devrime dönüşmesinin garantisi olduğu değildir. Böyle bir şey çok önemli bir takım nesnel ve öznel koşulun varlığını gerektirir. Ancak Gezi’ye katılanların en azından siyasetle yakından ilgilenen bir kesiminin, eğer eylem örgütlü işçi sınıfı tarafından, mesela bir genel grevledesteklenmiş olsaydı ne şekilde sonuçlanırdı sorusunu bir kere dahi olsa sormuş olması gerekir. Elbette böyle bir durumda “geleneksel büyük burjuvazimizin” Gezi’ye yönelik “hayırhah” tavrında da köklü bir değişiklik olması kaçınılmazdı. Tabii ki, burjuvaziden uzaklaşmadan devrime yaklaşmak mümkün değildir!

“Sarı Yelekleliler” hareketi, yol açtığı dinamikler, ortaya çıkardığı eğilimler, yayılma ihtimalleri vs. yönleriyle pek çok ihtimale ihtimale gebe görünüyor. Yani RTE’nin ve Bahçeli’nin korkutucu “Sarı Yelek” hikâyeleri boşa değil. Toplumu korkutmaya çalışmalarının nedeni öncelikle kendi korkuları… Hazırlık gerekli, hem de en sıkı ve örgütlü cinsinden; tabii kazanan olmak istiyorsak…

Yazar Hakkında