Seçime doğru 1

Seçime doğru 1

Yerel seçimler yaklaşırken memlekette garip bir hava var. Bir çeşit ruh bölünmesi yaşanıyor. Bir yandan sanki her şey normal seyrini izliyormuş gibi partiler adayları saptamakla, ince ince hesaplar yapmakla meşguller. Yani yıllardır bildiğimiz, alıştığımız türden normal seçim hazırlıkları sürüp gidiyor

Öte yandan, “normale” ilişkin bütün bu işlerin hemen yanı başında, bunlarla tamamen zıt ve “anormal” başka bir durum var. Başta iktidar yandaşları olmak üzere hemen herkes, Türkiye’deki seçimlerin artık “normalin” sınırlarını çoktan aştığının farkında: hem tarihsel anlamda olağanüstülüğü, hem de gerçekleşme biçimleri, geçerli olağan kural ve uygulamaları açısından…

“Tarihsel anlamda” derken kastettiğimiz şu: İfade biçimleri farklı olsa da bugün artık herkes bu ülkede bir rejim değişikliği yaşandığının farkında. Sadece “sistemin” değiştiğini iddia edenler bile ağızlarını açtıklarında bir “rejim değişikliğini” tanımlıyorlar. Dolayısıyla toplumsal ve siyasi (hatta kültürel) anlamda karşı kamplarda yer alanlar, en küçük bir seçimi bile, kendi meşreplerine uygun biçimde, bir “beka” sorunu olarak görüyorlar. (Ülkenin, milletin, cumhuriyetin, dinin, hak ve özgürlüklerin, geçmişin, bugünün, geleceğin, sosyal yardımların, ihalelerin… artık aklınıza ne gelirse onun “bekası” olarak!)

Herkesin “Bekası” Kendine!

Yeni rejimin gözü dönmüş militanları, hatta daha geniş bir taraftar kesiminin gözünde bu iktidarın yıkılması, Türkiye’nin “devleti ve milletiyle” düşmanlarının, mesela “emperyalizmin” eline düşmesiyle eşdeğer bir durum. Bu nedenle nüfusun muhalif kesimleri, neredeyse sürekli cezalandırılmakla ve hatta ölümle tehdit edilen “millet dışı” unsurlar haline getiriliyor. Bu kesim, her ne pahasına olursa olsun iktidarın korunması, asla verilmemesi düşüncesinde. Bu iktidarın hangi çıkarlar bütününü ifade ettiği düşünüldüğünde rejimin devamının nasıl bir ölüm-kalım meselesine dönüştüğünü anlamak zor değil. Türkiye’nin olmasa bile bu iktidar ve etrafındaki güçlerin çok ciddi bir “beka” sorunu olduğu açık!

Karşı kampa gelince. Muhalif kesimler açısından da ciddi bir “beka” sorunu var. Sadece geçmiş “cumhuriyet rejimi” ve “değerleri” ile ilgili olarak değil, en azından son birkaç yıldır, sonra bırakılan yerden devam etseler de, hemen her seçimin artık “son seçim” olduğu söyleminde açığa çıkan bir “beka” sorunu. Bu nedenle muhalefet açısından da seçimler büyük önem kazanıyor: Mesela İstanbul, Ankara alındığı takdirde yeni rejimin ciddi bir meşruiyet sorunu yaşayacağı; en azından yürümediğinin kanıtlanacağı inancı yaygın. (Bu iktidar kesimi açısından da bir endişe kaynağı)

Tabii sözü edilen “olağanüstülüğün” tarihsel boyutunun ötesinde bir de “güncel” boyutu var: Son birkaç oylamada olduğu gibi önümüzdeki yerel seçimlerde de anayasaya, yasalara, görece normal zamanların, mesela “eski rejim” döneminin teamüllerine, hukuk, adalet ve eşitlik ilkelerine, en basit ahlâki kurallara asla uyulmayacağının kesin olarak bilinmesi anlamında!

Malûm, eski rejimin bütün “kör-topal” işlerine rağmen “demokrasiye” benzer yanlarından biri, Kürtlerle savaştığı zamanlarda o bölgedeki birtakım uygulamalarını saymazsak, seçim işlerini göreli olarak doğru düzgün yürütmesiydi. İşin esasını değiştirmeyecek bazı hile hurda durumları dışında en azından işlerin “kitabına uygun” veya bir “kör kör parmağım gözüne” durumu yaşanmadan yürütüldüğü bilinirdi.

Serbest Seçimler”: Her Şey Serbest!

Bazı şüpheli durumları ve söylentileri saymazsak seçim işlerinin AKP döneminde de bir yere kadar makul sınırlar içinde ve kitabına uygun biçimde yürüdüğü söylenebilir. İktidar, meşruiyetinin temelini “milli iradeye” ve haliyle bu iradenin serbestçe tecellisine, yani “serbest seçimlere” dayandırıyordu. Zaten onca büyük iddianın (ileri demokrasi, vesayetin tasfiyesi, yüksek dini ve ahlâki değerler vs.) doğrudan Allah tarafından verilen bir görev yoksa, başka bir meşru dayanağı olamazdı Ancak bu durum AKP’nin gücü ve bilinen kurallarla yönetme yeteneği azaldığı oranda hızlanan bir rejim değişikliği sürecinde hızla değişti. Bir süredir kuruluşu tamamlanan Saray rejimi, toplumsal alanda eksilmeye başlayan gücünü bir takım seçim hilelerinin yanı sıra, yasalarla ve bazen de açık yasa ihlalleri ve fiili durumlarla telafi yoluna gitmeye başladı. Örneğin referandum, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler, tamamen eşitsiz koşullarda, devlet imkânlarının kullanılması, sahte kayıtlar, aleni müdahaleler, usulsüzlükler, daha seçimler devam ederken yapılan kural değişiklikleri, seçim güvenliğinin göstere göstere çiğnenmesi, silahlı adamlar vb. pek çok yolla iktidar lehine sonuçlandı. Bu durum 31 Mart seçimlerinin öncesinde kara bir komediye dönüştü. Hileli seçimlerde yeni rejimin başlıca araçlarından biri olan YSK’nin görev süreleri biten üyelerinin süresi uzatıldı. YSK tarafından hazırlanan seçmen kütüklerinde metruk binalarda, ahırlarda ve bir takım apartman dairelerinde kayıtlı yüzlerce (Hatta Hakkari’de olduğu gibi binin üzerinde) seçmen görülüyor. Bu seçmenler arasında en yaşlısı 165 yaşında, pek çoğu 120 yaşının üstünde dedeler nineler var. Bu uygulama yeni değil, bir süredir “zombi seçmen” usulüne başvurulduğu biliniyor. Bazı ilçelerin seçmen sayısı ilçe nüfuslarını aşmış durumda! Hem batıda hem de Doğu-Güneydoğu’da başka yerlerden taşınan seçmenlerle çoğunluk sağlanmaya çalışılıyor. Geçen seçimlerde özellikle Kürt bölgelerinde valilikler eliyle yürütülen “güvenlik nedeniyle sandık birleştirme” vb. operasyonlarla (Sandıklara silahlı müdahaleler zaten sıradan olaylar) Kürt siyasi hareketinin gücü kırılmaya çalışılıyor. Ancak bu bölgede fazlası da var. “Saray’ın Başı” bölgede HDP’nin kazanması halinde, daha önce yaptığı gibi yine belediyelere kayyum atayacağını açıkça söyledi. Kayyum uygulamasının batı bölgelerinde de uygulanmaması için hiçbir neden yok!

Bunlar artık sıradan uygulamalara dönüştü. Ancak Meclis Başkanı Binali Yıldırım’ın İstanbul belediye başkanlığına aday gösterilmesine rağmen Anayasa emrine uygun biçimde istifa etmesi gerekirken etmemesi, kural ihlallerinden daha fazlasına işaret ediyor. Var olan anayasal zorunluluk ve teamüllere rağmen Yıldırım’ın istifasının gerekmediği ve de seçimlerin “siyasi bir faaliyet olmadığı” şeklindeki açıklamaları, rejimin ve tepesindeki şahsın, ülkeyi artık büyük ölçüde “fiili durumlar” üzerinden “sınırsız” bir anlayışla yönetmeye başladığını gösteriyor. “Zaten öyle değil miydi?” denilebilir. Elbette son beş yıldır bunun pek çok örneğini gördük. Ancak hepsinde de bir “kitabına uydurma” ve yine de durumu yasalar içinde tanımlama gayreti, en azından bir üstünü örtme çabası vardı. Ancak “Atı alanın Üsküdar’ı geçmesinden” bu yana giderek açık bir biçimde oyunun kurallarının her yönüyle değiştiğini görüyoruz. Zaten yeni rejimimizin anlamı da budur.

Güç Kaybı, Fiili Durumlar ve “Meşruiyetin” Sonu!

Yeni Bonapartist Saray rejimi, meşruiyetinin temel dayanağı olarak gösterdiği seçimleri kazanabilmek için yaptıklarıyla bu meşruiyeti ortadan kaldırmaktadır. Böyle olmasını elbette onlar da istemezdi! Ancak 2008 Bunalımı’yla birlikte dünya çapında hız kazanan otokratikleşme eğiliminin bizdeki yansıması olarak ortaya çıkan yeni rejim, “olağan” usullerle yönetme noktasını çoktan aştığı halde yeni bir devlet biçimi inşasındaki yeteneksizliğinin ve var olanları da işletememenin etkisiyle artık tamamen tek bir kişinin fiili yönetimi altına girmiştir. Artık herhangi bir “kurumsal düzen” kalmamıştır. Seçim “kurumu” da artık bu fiili duruma göre işlemektedir.

Yaşananlardan, çok güçlü bir iktidarla karşı karşıya olduğumuz duygusuna kapılabiliriz. Ancak gerçek durum daha farklıdır. İktidarın bütün güç gösterileri aslında ciddi bir güç kaybını işaret etmektedir. Aksi halde seçimler geçmişte olduğu üzere en azından görüntüsü itibariyle daha dürüst ve kitabına uygun biçimde yapılabilirdi. Rejimin tepesindeki şahsın, “iktidar paylaşımından” ölesiye nefret etmesine rağmen gözü gerçekte iktidarda olan bir partiyle ittifak kurmak zorunda kalması, geçmiş vesayet düzenini nasıl yıktıklarını anlatırken, o vesayetçilerle yan yana gelmesi ciddi güç kaybının ve yönetim zafiyetinin sonuçlarıdır.

Hiçbir Rejim…

Ancak hiçbir rejim, bazı istisnai çöküşleri saymazsak kendi kendine yıkılmaz. Askeri darbe vb. durumlar dışında eğer güçlü ve ses getiren toplumsal ve siyasal bir muhalefet yoksa bir rejim çürümeye devam etse de beklenenden çok daha uzun bir ömre sahip olabilir. Türkiye’nin yeni rejiminin gücü, geçmişteki temel avantajlarını kaybetmiş olsa da, karşıtlarının güçsüzlüğünden kaynaklanmaktadır. Bu “enteresan” bir “muhalefettir” (Başka bir isim verilemediği için kendisine “muhalefet” denilmektedir!) Bir yandan rejim dahil her şeyin, bütün temel kuralların değiştiğini gördüğü halde yukarıda da belirttiğimiz üzere, hiçbir şey değişmemiş gibi davranmaktadır. Mesela ana muhalefet çoğu zaman, adeta “Görmediğimiz şey aslında yoktur!” ilkesiyle ve “asıl mevzuya” hiç girmeden veya üstünkörü değinerek hareket etmektedir. Özellikle ana muhalefet partisi, bütün yasa ve anayasa ihlallerinin yanı sıra kendisine ve genel başkanına yönelik çok ağır tehditleri duymazdan gelerek, hiçbir şey yokmuş gibi davranmaktadır. Oysa bunlar ciddi tehditlerdir. Nitekim CHP de bunun farkındadır. İktidarın, kaybettiği 16 Nisan 2017 Referandumu’nu kazanmış gibi ilan ettiği günlerde buna karşı neden hareketsiz kalındığı sorusuna CHP Genel Başkanı’nın verdiği cevap çok olağan bir şeyden bahsediyormuşçasına “Dışarıda silahlı adamlar vardı!” olmuştur.

Hele Bir Çıkın..!

Cumhurbaşkanı’nın, muhaliflerin, (Bu arada isim vererek CHP Genel Başkanı’nının) herhangi bir biçimde protesto amacıyla sokağa çıkmaları halindedarbecisayılacağını ve en ağır biçimde cezalandırılacağını söylemesi boşa değildir. Nitekim Devlet Bahçeli’nin 1 Nisan’da “sarı rüyalar gören” birilerinin sokaklara çıkacağı yönündeki iddiaları, “Ancak karşılarında bizi bulacaklar” tehditleri; İçişleri Bakanlığı’nın yine muhtemel protesto eylemleriyle ilgili açıklamaları doğrudan hileli seçimlere karşı yapılacak demokratik protestoları bastırma hazırlıklarıyla ilgilidir. Bu tür bir kitlesel hak aramanın darbe girişimimuamelesiyle karşılaşacağı açıkça ilan edilmektedir. Açıklamaların geneline bu bastırma işinde sivil güçlerin de kullanılacağına dair bir dil hâkimdir ve bu durum zaten bilinmektedir…

Bütün bunlardan yola çıkarak düzgün ve demokratik bir seçim beklentisinin saflık olacağını söyleyebiliriz. Ancak bunu söylemek herhangi bir sorunu çözmüyor. Sorun, meşruiyetini hâlâ “seçimlere” dayandıran, ancak güç kaybettikçe bu alanda (ve daha pek çok alanda) daha çok hileye, desiseye ve de açık tehditlere başvuran ve seçimlerle gitmemekte kararlı bir iktidara karşı, bu koşullarda nasıl bir seçim mücadelesi verileceği noktasında düğümlenmektedir…

Yazar Hakkında