Seçime doğru 2

Seçime  doğru 2

Bir önceki yazıda 31 Mart seçimlerine hangi koşullarda gidildiğini anlatırken, “düzgün ve demokratik bir seçim beklentisinin saflık olacağını”; sorunun, “meşruiyetini hâlâ ‘seçimlere’ dayandıran, ancak güç kaybettikçe bu alanda (ve daha pek çok alanda) daha çok hileye, desiseye ve de açık tehditlere başvuran ve de seçimlerle gitmemekte kararlı bir iktidara karşı, bu koşullarda nasıl bir seçim mücadelesi verileceği noktasında düğümlendiğini” belirttik. Kısacası vahim bir durumdan söz ettiğimiz ortada. Öylesine vahim ki, burjuva muhalefet, arada bazı önemli laflar etse de, asıl durumu görmezden gelerek veya bazı şeyler yokmuş gibi davranarak sorunların etrafından dolanmaya çalışıyor. Bu bir çeşit, beladan ve iktidarın şerrinden uzak durma yöntemi.

Halkın muhalif kesimleri de bu vahim durumun farkında. O kadar ki, seçmenlerin önemlice bir bölümü sandığa gitmenin artık bir anlamı kalmadığı görüşünde. Seçim günü çoğunlukla yine sandığa gidecek olsalar da öyle radikallikle falan ilgisi olmayan insanlar bir seçim boykotundan söz etmeye başladı. Bu durum küçümsenmemeli. Daha farklı bir örnek olsa da Ekmeleddin İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesi olayında seçmenin yüzde 30’unun sandık başına gitmediğini unutmayalım. 31 Mart seçimlerinin hem seçimlerin meşruiyeti, hem de sonuçları açısından yine bildik biçimde neticelenmesi halinde önümüzdeki dönemde bu boykot fikri güçlenebilir. Öyle yüzde “98’ler”le falan kazanılan “Ortadoğu usulü seçim” noktasına henüz gelmesek de insanların böyle bir ruh haline girmeleri pek çok açıdan hesaba katılması gereken bir durum.

Boykotun Biçimleri

Ancak bu durum elbette kendiliğinden bir takım “devrimci” sonuçlar doğurmuyor. Yani bu pasif ruh hali devrimci bir strateji çizmek için elverişli bir zemin oluşturmuyor. Bir seçim boykotu üç biçimde ortaya çıkabilir: Birincisi artık seçimli veya seçimsiz, yapılabilecek hiçbir şeyin kalmadığına inanılan bir noktada kitlelerin en pasif biçimde rejimle siyasi bağlarını kesmesi ve bir yönüyle teslimiyetçi bir ruh haline girmesi; ki, bu durumda umut, artık kendi dışlarındaki bir takım güçlerin günün birinde yapacakları işlere bağlanmıştır.

İkincisi rejime karşı başlayan büyük çaplı ve kendiliğinden bir kitle hareketinin, hızla bir devrimci duruma dönüşmeye başladığı noktada; ki, bu durumda rejimin veya iktidarı kendi aralarında değiştirmek isteyen eski düzen politikacılarının “seçim” oyununa gelmek aptallık olacaktır.

Seçim boykotunun üçüncü bir şekli daha vardır. Bu, pasif olmayan, aktif, ancak devrimci bir dönüşümü hedeflemeyen, göreli bir yumuşak geçişi amaçlayan bir boykot türüdür. Burada pasif bir tutumdan veya rejimi devirmeyi hedefleyen devrimci bir atılımdan farklı olarak iktidarı hak, hukuk, adalet, siyasi eşitlik vb. konularda zorlamaya, onun meşruiyetini sorgulanır hale getirmeye yönelik, bazı durumlarda meclisi terk edip “sineyi millete” dönmeyi de içeren bir mücadele çizgisi söz konusudur. Mesela meşruiyetini, görüntü olarak da olsa “serbest seçimlere” dayandıran bir iktidarın, katılımın yüzde ellinin altında kaldığı bir seçimde cumhurbaşkanlığını kazanması veya belediyelerin, parlamento üyeliklerinin tamamını alması bir başarı değil, aksine bir başarısızlık ve meşruiyet kaybı olacak ve bu durumda inisiyatif muhalefete geçebilecektir. Böyle bir durumda iktidar ya uzlaşma arayışına girmek ya da çok daha fazla saldırganlaşmak, özgürlükleri daha da kısmak zorunda kalacaktır. Ancak bu tür bir boykotu gerçekten etkili olacak biçimde örgütlemek çok zordur. Böyle bir girişim, her şeyden önce ağır riskleri göze alabilecek siyasi bir cesareti, kararlılığı, örgütlenme yeteneğini ve de güçler dengesine uygun bir stratejiyi gerektirir. Bilindiği üzere, muhtemel etkileri RTE’yi dahi korkutabilecek böyle bir boykotu becerebilecek bir siyasi muhalefet Türkiye’de hali hazırda mevcut değildir. Üstelik bizim “düzenperest” muhalefetimizin, bir rejim değişikliğine rağmen (Hani, “cumhuriyet yıkıldı” ya) böyle bir boykotun muhtemel devrimci sonuçlarından da korktuğunu belirtmeliyiz. Ancak bundan önce, iktidarın muhtemel intikam eylemlerinden duyulan korku söz konusudur. Muhalefetin bu hali, RTE’nin en azından içeride sınırsız gibi görünen cüretinin de nedenidir. O, yasa dışı da olsa her zorlamasının muhalefetin “korkaklığı” ve “legalizmi” sayesinde amacına ulaşacağının farkındadır…

Kısacası boykot, siyasi güçlerin karşılıkla konumu, niyet ve hazırlıkları ve de kitlelerin büyük bölümünün siyasi bilinç düzeyleri açısından bugün için uygulanabilir bir mücadele biçimi değildir.

Seçimleri Bir Mücadele Alanı Haline Getirmek

Bütün bu kısıtlılıklara rağmen rejime karşı mücadele imkânsız değildir. Hem de seçimler zemininde! Seçimlerin güvenliğinin iktidardaki siyasi otoriteye teslim edilip akşam da sonuçların beklenmesinin sonucu bellidir. Ancak seçimlerin, öncesinden sonrasına kadar bir mücadele alanı haline getirilmesi seçim sonuçlarının bile ötesinde bir öneme sahiptir. Özellikle son yıllarda insanların verdikleri oylara sahip çıkmak amacıyla gösterdikleri gayret, oluşturdukları mekanizma ve örgütlenmeler, takip sistemleri, geniş bir kesimin bu yolda mobilizasyonu, halihazırdaki sınırlı etkisine rağmen önemli bir toplumsal dinamiğe dönüşme eğilimi göstermektedir. Hile ve yolsuzlukların olmadığı gerçekten özgür seçimlerin yapılabilmesinin giderek ciddi bir soruna dönüştüğü koşullarda, seçimler Türkiye’de başlıca siyasi ve toplumsal mücadele alanlarından biri haline gelmiştir. Rejimin başlıca “meşruiyet kaynağı” olarak sunduğu seçimleri her ne pahasına olursa olsun, her türlü yola başvurarak kazanma zorunluğu, adına layık bir muhalefetin bu alanda yapması gereken çok şey olduğunu göstermektedir. Özellikle azgelişmiş kapitalist ülkelerde baskıcı yozlaşmış iktidarların seçim hile ve yolsuzluklarına karşı mücadele ve eylemlerin pek çok örnekleri vardır.

Ancak CHP’nin ve diğer muhalefet partilerinin, pek çok nedenden dolayı (Başlıcalarını yukarıda saydık) rejimle kitlesel bir mücadeleden uzak durması, nedeniyle bu çok kritik mücadele alanı, seçmen kütüklerinin kontrolü ve oy sayımından öte bir hareketliliğe sahne olmamaktadır. Bunun 7 Haziran seçimlerinden başlayarak bugüne kadar pek çok örneğini gördük. Bütün çabalar, sonuçların açıklanmasının ardından, açık ihlallere rağmen yerel plandaki bazı itirazların ötesinde bir kabullenmeyle sonuçlanmaktadır. Muhalefet partileri daha fazlasına cesaret edememektedir.

Bu noktada devrimci muhalefetin ve Kürt siyasi hareketinin, seçimler düzeyinde, demokratik hak ve özgürlüklerin savunulması temelinde inisiyatif alabilmesi, gücünün yettiği yerlerde bu mücadeleye fiilen önderlik etmesi bugün onların etki alanlarının dışında görünen çok daha geniş bir kesimi harekete geçirebilir. Kendini seçim sandığında mesela CHP’ye mahkûm hissedenler bile hak ve özgürlük mücadelesinde devrimcilerin fiili önderliğini kabul edebilir. Ancak bunun için öncelikli koşul, devrimci muhalefetin seçimlere gerçek anlamda “politik” bir ilgi göstermesidir. Bu, kuru kuruya “ilkelerimizi” tekrarlamanın ötesinde bir tavır almak anlamına gelir. Malum olduğu üzere, bu düzende “seçimlerin bir aldatmaca olduğu” tarihsel gerçeğini, günlük hayatta sürekli tekrarlamak bugüne kadar bir fayda sağlamamıştır!

Aynı durum Kürt siyasi hareketi için de bir başka biçimde geçerlidir. Böyle bir mücadele özellikle “hendek savaşlarından” bu yana artan devlet baskısının gerilettiği kitlesel mücadelenin canlanmasını sağlayabilir. Kazanılmış belediyelere kayyım atamalarıyla el konulmasına ve seçilen milletvekillerinin hapse atılmasına karşı mücadele tartışılmaz bir haklılık ve meşruiyete sahiptir.

Kitle Öz Örgütlenmeleri ve…

Bu tür bir mücadele elbette sadece miting çağrılarıyla sınırlı tutulamaz. Sandıkların korunması, denetlenmesi, sonuçların takibi ve oylara sahip çıkılması için verilecek mücadelenin olabildiğince yaygın taban örgütlenmeleri, komiteler, meclisler vb. seferberlik organları üzerinden yürütülmesi, bu mücadelenin demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin diğer alanları ile birleştirilmesini kolaylaştıracaktır. Bu tür taban örgütlenmeleri hile ve yolsuzluğa dayalı seçim sonuçlarına karşı büyük çaplı kitlesel eylemlerin örgütlenmesini, sürdürülmesini ve savunulmasını da mümkün kılacaktır. Kitle öz örgütlenmelerine dayalı mücadele pratiği, rejime karşı mücadelenin belirli bir aşamasında “iktidar sorununa” cevap verebilecek bir siyasi alternatifin ortaya çıkmasını da sağlayacaktır. Kitlelerin her şeyden önce kendi deneyimleri ile öğrendiğini unutmayalım; tabii, devrimci bir siyasi önderliğin hayati önemini de unutmamak şartıyla…

Yazar Hakkında