MEMLEKETİN HALLERİ – Kısım 3: BİR AŞK CİNAYETİ!

MEMLEKETİN HALLERİ – Kısım 3: BİR AŞK CİNAYETİ!

İktidar ve muhalefetin karşılıklı suçlamalarına bakıldığında, hiç kimsenin Türkiye’yi sevmediği, hatta herkesin ondan nefret ettiği sonucuna varılabilir! Oysa bu gerçek değildir. bizce iktidar da muhalefet de Türkiye’yi “ölesiye ve öldüresiye” sevmektedir. O nedenle de hepsi kendilerini “milliyetçi” olarak tanımlamaktadırlar. Memleketin bütün vatanseverlerinin başlıca amacı bu vatana tek başlarına sahip olmak ve ona göz diken herkesin gözünü çıkarmaktır. Milliyetçiliğin sözünü ettiğimiz iki kanadı da, günlük hayatımızda sıkça şahit olduğumuz türden bir “aşk cinayeti”nin faili olmaya eğilimlidir. Tıpkı, aynı kadını seven iki erkeğin birbirleriyle ölümüne bir kavgaya girmeleri ve sonunda birinin diğerini öldürmesi örneğinde olduğu gibi! Tabii, iş kimi zaman daha trajik bir sonla da bitebilir: Kavga sırasında erkeklerden her ikisi ve yanı sıra kadın da canından olabilir. Memleketimizin mahkemelerinde, kadın cinayeti yargılamalarında sıklıkla duyulan bir söz vardır: Hâkimin “Karını veya sevgilini neden öldürdün?” sorusuna sanık çoğu zaman “Çok seviyordum o yüzden öldürdüm!” cevabını verir! Kısacası aşırı sevgi her halükârda birilerinin veya herkesin felâketiyle son bulabilir. Ayarsız milliyetçilik, haddini aşmış vatanseverlik genelde kan dökülmesine, vatanın ve milletin ağır hasarlara maruz kalmasına yol açar.

Memleketimizde hüküm süren “iç savaş rejiminin girdiği yol da budur. Kendi iktidarlarının “beka” sorunu bir yana, bunu bir yerel seçim bağlamında Türkiye’nin “beka” sorunu olarak ilan eden ve kendi karşıtını “millet dışı-vata haini” olarak gören ve politikalarını buna göre şekillendiren bir rejimin memleketin felâketine yol açma ihtimali çok büyüktür.

“Vatan sevgisi” (veya “seviciliği”) ve milliyetçilik üzerine bu genel girişten sonra gelelim yine çoğunlukla bu minval üzerinden yürüyen ve tartışılan diğer memleket meselelerine…

Vatansevicilikte bir zirve: İktidar cephesi

Önce iktidar cenahının halleri… Saray rejiminin gidişatının hem kendisi için hem de memleket için hayırlara vesile olmayacağı artık ayan beyan ortadadır. Yeni rejim ciddi bir güç kaybı içindedir Öyle ki, hep söylediğimiz üzere iktidar paylaşımından ölesiye nefret eden “Reis” aynı iktidar anlayışına sahip olduğunu bile bile MHP lideri Bahçeli ile, hem de partisine katılan Tuğrul Türkeş’in dostça uyarılarına rağmen, bir ittifaka girmek zorunda kalmıştır. Elbette Türkiye gericiliğinin bu iki kanadını birbirlerine yakınlaştıran önemli “tarihsel bağlar” var; memleketin, kendilerini sonsuza kadar iktidarda tutacak bir “beka” sorunuyla karşı karşıya olduğu anlayışı (sonsuz bir teyakkuz durumu olarak) ve Kürtlere hiçbir hal ve şart altında nefes aldırmama arzusu gibi. (Elbette, geçmiş örneklerden bildiğimiz üzere RTE’nin bu konuda gerekli hallerde çok daha esnek ve pragmatik davranma yeteneği var; başka konularda Bahçeli’nin de olduğu gibi.)

Geçmişte “Komünizmle Mücadele Dernekleri” ve “Milliyetçi Cepheler” döneminde yaşanan dinci-milliyetçi ittifak (Her ikisi de kanlı neticeler vermişti) şimdi bir kere daha kurulmuş durumda. Bunun da temel esasları bağlamından farklı bir netice vermeme ihtimali büyüktür. İşin benzer ve elbette en kötü yanlarından biri, kör bir kavganın geçmişte olduğu gibi yine birtakım “devletlu kurtarıcıların” arzı endam edip yine bizleri “kurtarmaya” kalkmaları ihtimalidir. Elbette her zaman olduğu üzere en “vatansevici” ve milliyetçi halleriyle!

Aynı telden çalan bir muhalefet!

İktidar cenahında vaziyet buyken, muhalefet cenahında da, var olan güçlerin kendi imkân, kuvvet ve “demokratlığı” ölçeğinde bazı değişiklikler gösterse de durum özü itibariyle pek farklı değil. Muhalefet de iktidarı hemen her adımında “vatana ihanetle” suçluyor. Konunun iktisadi, siyasi, toplumsal, askeri vs. olması fark etmiyor. İktidarı ve muhalefetiyle sosyoekonomik planda aynı sınıfa hizmet eden siyasi bir yapıda iki taraf da “asıl mevzuya” girmemeye azami dikkat gösteriyor. İki taraf da “sınıf mücadelesi” gerçeğinin üzerini örtmek zorunda.

Mesela “Türkiye tarımının çökertilmesi” gibi had safhada sınıfsal bir konu dahi muhalefet tarafından “vatan hainliği” bağlamında eleştiriliyor. Öyle olunca da Türkiye’nin bugünkü tarım politikalarının asıl toplumsal, siyasi ve yasal temellerinin 2002’den çok önce atıldığı gerçeğinden de söz edilmiyor. Konu muhalefet tarafından “dış güçler” tarafından tezgâhlanmış bir komplo olarak ele alınınca sorun bir çeşit “anti-semitizm”, yani “dünyayı ele geçirmiş Yahudiler” noktasına kadar varıyor. Yaygın inanç şu: Dünya tohum pazarını ele geçiren İsrail, Türkiye’deki işbirlikçileri aracılığıyla yerli tohumlarımızı yok edip Türkiye tarımını olduğu gibi denetim altına almış. Veya Amerikan ve Avrupa çiftçisinin çıkarları doğrultusunda Türk çiftçisi ve tarımı bitirilmiş! Çok dışarıdan ve genel olarak bakıldığında bazı kısmi doğruları içerse bile, kimse kusura bakmasın ama bu iddialar, bu halleriyle ulusalcı birer “geyik muhabbetinin” ötesine geçemiyor. Bir kere bu dehşet verici uluslararası “tezgâhın” içinde Türkiye burjuvazisinin toplumsal ve ekonomik çıkarlarına, 1980 sonrası yürürlüğe giren neoliberal kapitalist sermaye birikim tarzına ilişkin tek bir lâf yok. Emperyalizmin IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla uluslararası planda “dayattığı” şeyin, Türkiye’de nasıl kapış kapış gittiğini, böyle bir birikim tarzının uygulanabilmesi için Türkiye finans kapitalinin (Koçlar, Sabancılar vd.) nasıl yırtındığını, TSK’nin “terörist vatan hainlerine” ve elbette örgütlü işçi sınıfı hareketine karşı neler yaptığını unutmayalım. Şimdiki tarım politikaları, sonraki bazı gel-gitlere rağmen esas olarak o zamanki temel politikaların bir ürünüdür ve külliyen büyük burjuvazinin ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgilidir. İnanmayan 1980 sonrası çıkarılan tarım yasalarına (tohum, teşvikler, alımlar, fiyatlar, destekler vb.) bir baksın. Kısacası Türkiye’de yürürlükte olan tarım politikaları doğrudan büyük sermayenin çıkarlarıyla ve iktidarların kaynak dağıtımı tercihleriyle ilgilidir. Emperyalizmin çıkarları, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de, kapitalist üretim ilişkileri üzerinden gerçekleşmektedir. O nedenle, eğer yapılacaksa emperyalizm eleştirisi, vatan-millet mevzuu bağlamında değil, öncelikle kapitalizm bağlamında yapılmalıdır. (Bu da sosyalist kardeşlerimize bir hatırlatmadır!)

Kürt anasını görmesin!

Muhalefetin milliyetçiliği elbette tarım-tohum işiyle sınırlı değildir. Bir de Kürt meselesi vardır ki, Allah muhafaza! Muhalefetin bu konuda açık ve net bir barışçıl çözüm önerisini hatırlayan var mı? “Çözüm süreci” döneminde, iktidarın her şeyi kendine yontan sahte “çözüm” çabaları bile muhalefetin eleştirisine muhatap olmaktaydı. Yanlış anlaşılmasın samimi olmadığı için değil, aksine çok “tavizkâr” oldukları gerekçesiyle. Ana Muhalefet’in görüşmelere yasal bir çerçeve kazandırılması gibi “sureti haktan” görünen itirazları bile muhtemel bir çözümün sınırlandırılmasıyla ilgiliydi. Muhalefet saflarında şimdi dahi zaman zaman hortlayan bir inanca göre, iktidar HDP ile anlaşacak, başkanlık rejiminin desteklenmesi karşılığında Kürtlere özerklik verecektir! Bu iddianın ortaya atıldığı hemen her dönemde, iktidara destek veren taraf Kürt siyasi hareketi değil, Türk milliyetçiliğinin “yılmaz” savunucusu MHP olmuştur! Elbette Kürtlerin kafasının kırılması ve “Kürdün anasını görmemesi” şartıyla!

Muhalefetin Kürt meselesinde iktidara verdiği destek esas olarak barışçıl çözüm doğrultusunda değil, askeri çözüm doğrultusunda olmuştur. CHP ayrıca dokunulmazlıklar ve sınır ötesi harekât yetkileri konularında da “demokrasi düşmanlığı” ve milliyetçilik açısından iktidarla pek farklı bir konumda olmadığını göstermiştir. Muhalefetin diğer kanadı İYİ parti için de durum farklı değildir. Hem kökeni, hem de bugünü açısından. Türk milliyetçiliği mevzuunda İYİ Parti’nin de eksiği yok fazlası vardır. Bu parti de HDP’nin seçim kazanabileceği yerlerde, “bağrına taş basıp” cumhur İttifakı ile işbirliğine hazırdır. (Bakınız Iğdır örneği) Yeter ki Kürtler gün yüzü görmesin!

İktidarın da muhalefetin de “vatan aşkı” üzerine daha pek çok şey söylenebilir; ancak şimdilik burada keselim. Bütün bunlardan çıkartabileceğimiz sonuç, Türkiye’nin bir “aşk cinayetine” kurban gitme ihtimalinin giderek büyüdüğüdür…

Yazar Hakkında