CEZAYİR GERÇEĞİ

CEZAYİR GERÇEĞİ

Cezayir’de kitleler bir kere daha sokaklarda. Ülkenin beşinci defa Abdülaziz Buteflika adlı bir “mumya” tarafından yönetilmek istenmesinin yanı sıra var olan siyasi, toplumsal ve ekonomik koşulları protesto ediyorlar. İyice çürümüş bir Bonapartist rejime karşı başlayan eylemlerin sona ermiş “Arap Baharı”nın bir artçı sarsıntısı mı, yoksa bölgedeki yeni bir devrimci yükselişin habercisi mi olduğunu hep beraber göreceğiz. Ancak her ne olursa olsun, başkent Cezayir’de toplanan ve meşhur “Eş-şaab yurid iskat el nizam” ( Halk rejimi devirmek istiyor!) sloganını atan kitlelerin, alana gelen Müslüman Kardeşler liderlerinden Abdullah Cabullah ve Adalet ve Kalkınma Cephesi Partisi’nin başkanını alandan kovması, kitlelerin bir önceki mücadele döneminde İslamcıların oynadığı uğursuz rolün bilincinde olduğunu gösteriyor.

Sorunun biraz daha anlaşılabilmesi amacıyla okurlarımıza Cezayir’de 1990’larda yaşanan kanlı iç savaşa yol açan süreci ele alan ve “Enternasyonal Bülten” dergisinin 2. sayısında yayımlanan eski bir yazıyı sunuyoruz.

CEZAYİR GERÇEĞİ ( 2 Mayıs 1992)

Bir yandan bir Kuzey Afrika ülkesi olması nedeniyle benzer sorunlarla karşı karşıya bulunan bölge ülkeleri ve dünyanın diğer kısımlarındaki İslam ülkeleri üzerinde yaratacağı etkiler, öte yandan Avrupa’ya ve özellikle de uzun tarihsel ilişkilere sahip olduğu Fransa’ya yakınlığı Cezayir’deki gelişmelerin önemini arttırmaktadır.

Yine emperyalizmin dünya politikaları açasından yaratacağı “sorunlar” ve Fransa’daki faşist hareketin gelişimi üzerindeki etkileri düşünüldüğünde Cezayir olaylarının uluslararası ilgi odağı haline gelmesi kolaylıkla anlaşılabilir.

Ancak sorun son yıllarda önemli gelişmeler gösteren İslamcı hareketin uluslararası politikada yarattığı etkilerle sınırlı değil. Bu hareketin toplumsal umutsuzluğu sömürücü niteliği, demagojik söylemi ve yoksul kitleler üzerindeki çekim gücü hesaba katıldığında işçi sınıfı ve sosyalist hareket üzerinde yaratacağı etkiler de çok önemlidir. İslamcı hareket karşı olduğunu iddia ettiği emperyalizmle uzlaşmıştır ve uzlaşacaktır. Ama o, işçi sınıfı hareketinin ve sosyalizmin baş düşmanlarından biridir.

Tarihte neler oldu?

II. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan ulusal kurtuluş savaşlarının en kanlılarından biri olan Cezayir Savaşı, meydana geldiği coğrafya açısından da Avrupa’ya en yakın olanıydı. “Demokratik” Fransa, Cezayir’deki 130 yıllık egemenliğini kaybetmemek için korkunç bir zulüm ve vahşet uygulamış, Cezayir’e yaklaşık 400 bin kişilik bir orduyu yığmıştı. Cezayir bu savaşta 9 milyonluk nüfusunun 1,5 milyonunu kaybetmiş ve 2 milyona yakın Cezayirli toplama kamplarına doldurulmuştu. Ayrıca Cezayir’deki Fransız ordusunun Cezayir’i kaybetmemek amacıyla gerçekleştirdiği ayaklanma 1958’de General de Gaulle’ü iktidara getirmişti. (1961’de yine aynı nedenden kaynaklanan bir başka darbe teşebbüsü yaşandı.)

Cezayir ulusal kurtuluş savaşının Arap milliyetçiliği, İslamcılık, sosyalizm, Batı karşıtlığı ve modernizm gibi motifleri bir arada tutan, birleştiren ideolojik ve politik yapısı, bağımsızlık sonrası gelişmeler ve mücadeleler içinde çok önemli problemlerin de ortaya çıkmasına yol açtı. Cezayir yönetimi, tabandaki güçlü eğilimlerin de desteği ile kendini sosyalist olarak tanımlıyordu. Bu tanımlama uzun yıllar boyunca soruna salt bir antiemperyalizm ve bazı ekonomik tedbirler açısından bakan dünya solunun genişçe bir kesimi tarafından da fazlaca sorgulanmadı.

Ancak yönetim katındaki bu sosyalizm, daha kurtuluş savaşı sırasında kendi bürokrasisini yaratmaya başlayan ordu ve ulema tarafından çerçevesi çizilmiş, bağımsız kitle inisiyatifi ve kitlelerin sosyalist eğilimlerine kuşkuyla bakan bir sosyalizmdi. İktidarın başındaki Cumhurbaşkanı Ahmed bin Bella, Nasırcılıktan kaynaklanan radikal Pan-Arap milliyetçiliğini, İslamcılığı ve küçük burjuva sosyalizmini birleştirmeye çalışan ideolojik-politik bir formasyona sahipti. Sendikaların ve sosyalist grupların çağrısıyla harekete geçen emekçi kitlelerin Fransızların ve bazı işbirlikçilerin terk ettiği sanayi tesislerini ve tarım arazilerini özyönetim organları aracılığıyla yönetmeye başlamaları ve bu yolla sosyalist eğilimlerini ortaya koymaları, bunları “yıkıcı, bölücü, dış mihraklı ve İslam düşmanı” olarak niteleyen ordu ve ulemayı bin Bella’ya baskı yapmaya yöneltti. Zaten emekçi kitlelerin bağımsız inisiyatifine kuşku ile bakan Bella, bu hareketi sınırlama ve kontrol altına alma yoluna gitti. Fakat bu Bella’yı kurtarmaya yetmedi. Ordu ve ulemanın baskısı giderek arttı. Son bir çabayla emekçilerin özyönetim hareketini yeniden arkasına alma girişiminde bulunan bin Bella, artık inisiyatifi eline geçirmiş olan güçler tarafından bir askeri darbeyle devrildi.

Bumedyen yönetimi önce özyönetim komitelerini bürokratik bir çarkın içine soktu ve onları tamamen FLN’nin (Ulusal Kurtuluş Cephesi) denetimi altına alarak ortadan kaldırdı ve ardından da daha önce onların yönetimindeki sanayi tesislerini ve tarım arazilerini eski sahiplerine ya da özel sermayeye devretti. Ulusal kurtuluşun toplumsal kurtuluşa dönüşmesi devrimci bir proletarya önderliğinin olmadığı bir durumda devlet bürokrasisi tarafından böylece engellendi.

Bundan sonraki süreç rejimin giderek bürokratikleşmesi ve yozlaşması biçiminde devam etti. 1967 yılında sosyalist muhalefet baskı altına alınarak tasfiye edildi. Aynı yıl Cezayir’in SSCB ile tekrardan ilişki kurmasıyla birlikte FKP’nin (Fransız Komünist Partisi) Cezayir’in bağımsızlığına karşı olan tavrının bedelini ödeyen ve onun uzantısı durumundaki cılız CKP (Cezayir Komünist Partisi) Bumedyen rejimini desteklemeye başladı. Süreç bir anlamda Mısır’daki sürece benzerlikler gösteriyordu. Ancak, diğer Arap ülkelerinden farklı olarak Cezayir, başlangıçta toplumsal bir devrimin potansiyeline sahipti. Rejim toplumsal planda birçok reformlara gitti. Bununla birlikte, kitlelerin inisiyatifinin yok edilmesi, politika dışına itilmesi ve onların denetiminden uzak ayrıcalıklı bir bürokrasinin varlığı şartlarında bütün bunların anlamı devletin temelinin güçlendirilmesinden başka bir şey olamazdı. Bu, aynı zamanda egemen bürokrasisinin topluma verdiği bir rüşvetti. Geniş kapsamlı millileştirmeler, devlet mülkiyeti, daha sonraki yıllarda diğer bazı kapsamlı kamulaştırmalar da sonuçta aynı anlama geliyordu (1971’deki toprak reformu).

Bumedyen dönemi aynı zamanda toplumsal kontrolün “milli heyecanla”, Berberi halkın asimilasyonuna yönelik “Araplık” propagandası, kültürel anlamda bir Batı karşıtlığı ve resmi bir İslamlık politikasıyla sürdürülmeye çalışıldığı bir dönem oldu.

Bunalım

Şadli ben Cedid dönemi ise büyük bir ekonomik ve toplumsal bunalımla damgalandı. 1983-84 yıllarında ortaya çıkan bu bunalım 1986’da iyice derinleşti. Cezayir ekonomisinin can damarı olan petrol fiyatlarındaki düşüş ve doların değer kaybı, ihracatının % 95’i petrol olan ve temel tüketim maddelerinin %85’ini ithal eden Cezayir için büyük bir darbe oldu. Aynı dönemde büyüme hızı %7,5’ten %1,5’e düştü; dinar %40 değer kaybına uğradı; kapasite kullanımı %30’a indi. Aşırı nüfus artışı bunalımı daha da ağırlaştırıyordu (%3,11).

1988 Kasım’ında başbakanlığa gelen Kasdi Merbah %9’luk enflasyonu durduramadı ve dinarı %20 oranında devalüe etmek zorunda kaldı. İç piyasadan borç toplama girişimleri hiçbir işe yaramadı. Fransa, İtalya, İspanya ve iki kez de IMF’den borç alma girişimi ise onların yapısal iyileştirme planlarını kabul etmediği için başarılı olamadı. Dış borçlar 26 milyar dolara ulaşmıştı.

9 Eylül 1989’da başbakan olan Mulud Humruş yeniden uluslararası piyasalara başvurdu ve bir miktar para bulabildi. Ancak bunun karşılığında 26 Mart 1990’da IMF’nin isteklerine uygun bir mali reform yasası çıkarttı. Bütün bunlara rağmen enflasyon 1990 yılında %35’e ulaştı ve dinar %30 oranında yeni bir değer kaybına uğradı. Ekonomik bunalımın toplumsal hayat üzerinde de ağır etkileri ortaya çıkmıştı.

Cezayir, çok genç bir nüfusa sahiptir. Nüfusunun %54’ü 19 yaşın altında olan ülkede bunalımın derinleşmesi, aynı zamanda konut, eğitim, sağlık, işsizlik ve gelir dağılımı gibi sorunların da iyice ağırlaşması anlamına geliyordu.

Konut açığı 1.250.000’e, sağlık harcamaları 4 katına çıkmış, yılda 30 milyar dinar olan eğitim harcamaları ise yetmez hale gelmişti. Ülkedeki resmi işsiz sayısı 1.200.000 idi ve bu sayı her yıl 250 bin artış gösteriyordu. Gerçek işsiz sayısı ise 2 milyondu ve aktif nüfusun %25’ine tekabül ediyordu.

Fiyat artışları ve özellikle bazı mallardaki %100’lü artışlar FLN ağırlıklı parlamento ve sendikalar federasyonu UGTA’nın tepkisiyle karşılaştı. Sendika, asgari ücretin iki katına çıkarılmasını istiyor (1991 Ocak ayında 2.500 dinar) ve bir dizi grev ve gösteri düzenliyordu.

1991Temmuzu’nda Sid Ahmed Gazali başbakanlığa geldiğinde enflasyon oranı %16,7, hayat standartlarındaki düşüş ise %8 idi. Gazali’nin dış piyasadan bulduğu 1,2 milyar dolar da işleri düzeltmeye yetmedi. Başbakan’ın yabancı petrol şirketlerinin kârlarını artırmaya, yeni teknolojik yatırımlara ve üretimi artırmaya yönelik bir projeyle 7 milyar dolar kadar bir gelir artışı sağlama düşüncesi de yabancı şirketlerin ilgisini çekmediğinden başarılı olamadı. Bunun üzerine Gazali de selefleri gibi tüketim mallarında fiyat artışları yoluna gitti. Aynı dönemde %22’lik bir devalüasyon yapıldı. Ayrıca UGTA’nın baskısı sonucu asgari ücretlerde bir miktar artış sağlandı.

Şadli bin Cedid dönemine denk gelen bunalımın ifadesi sadece istatistiki rakamlarda değil kuşkusuz. Cedid, kökleri daha önceye dayanan bunalımın çözümüne yönelik olarak bir “açılma politikası”nı da başlattı. Bu politika 1980’li yıllarda dünyanın birçok ülkesinde uygulanan “krizden kurtulma” politikalarından pek farklı değildi. Büyük sanayi yatırımlarının durdurulması, özelleştirme, liberalizm vb. Tarımda özel girişimlerin desteklenmesi daha 1978’de başlatılan bir uygulamaydı. 1980’lerde bu politika daha geniş alanlara yayıldı. Sanayi işletmeleri özelleştirilmeye ve yabancı sermaye teşvik edilmeye başlandı. Özelleştirilen ve yeni kurulan çok sayıdaki özel işletmelerin %40’ı toplumsal konumlarının sağladığı avantajlarını çok iyi kullanmayı beceren asker-sivil bürokratlar ve onların yakınlarınca ele geçirildi veya kuruldu. Yeni bir burjuvaziyle birlikte korkunç bir rüşvet, yozlaşma ve sınıfsal eşitsizlik doğuyordu. Gelir dağılımı çok fazla bozulmaya, sefalet artmaya başlamıştı.

Kitlelerin tepkisi

Yukarıda sözü edilen gelişmeler sonucunda 1980 yılından itibaren yoksul kitleler şiddetli bir tepki gösterdiler. 1980’deki pahalılığa karşı kitle hareketi ve 1986’daki yaygın öğrenci eylemlerinin ardından Ekim 1988’deki kent yoksullarının büyük patlaması yaşandı. Binlerce yoksul, özellikle de genç işsizler gıda maddelerinin fiyatlarının %40 artırılması üzerine başkent Cezayir’de kamu kurum ve mağazalarına saldırdı. Beş gün süren ayaklanma ordu tarafından bastırıldı. Olaylar sırasında yüzlerce insan öldü ve yüz binden fazla insan da tutuklandı. Ayaklanmayı izleyen şiddetli baskı, yoksul kitlelerle devlet arasındaki uzaklığı daha da artırdı.

Ekim 1988 ayaklanması Cezayir için adeta bir dönüm noktası oldu. Başkan Şadli bin Cedid ortaya çıkan durumu ustaca kullanarak, bir yandan “intifak” (açılım) politikasına karşı çıkan ve Cedid’e bu konuda 1980’den beri muhalif olan, 1983’te önemli bir tasfiyeye uğramış Bumedyencilerin lideri FLN başkanı Mesadiya’yı tasfiye etti. Cedid bunun ardından siyasi “açılımı” da başlatarak yeni bir anayasayı kabul ettirdi. Bu anayasayla devletin “sosyalist” sıfatı kalkmış ve İslam resmi din olarak kabul edilmişti. FLN içinde hem Bumedyencileri yönetime alarak, hem de İslamcı kanadı güçlendirerek uygun bir denge kuran Cedid, yirmi siyasi partinin kurulmasına da izin verdi. Cedid’in amacı yeni anayasayla elde ettiği geniş yetkilere ve orduya dayanarak kendi kontrolündeki bir “çok partiliğe” geçişti.

Seçimler…

Ancak, 1990’daki yerel seçimlerde FIS’ın (İslami Selamet Cephesi) büyük başarısı Cedid’in kafasındaki kurgunun geçersizliğini ortaya koydu. Bunun üzerine hükümet Haziran 1991 seçimlerini ertelemek zorunda kaldı ve FIS militanlarına karşı yoğun bir baskı kampanyası başlattı. Ocak 1992’de yapılan genel seçimlerin ilk turuna katılım ancak %50 düzeyinde oldu. Ancak FIS, seçime katılanların çok büyü k bir bölümünün oylarını alarak iktidara aday olduğunu gösterdi. Bu seçimlerde uygulanan sistemin son derece adaletsiz ve karmaşık olduğunu da belirtmek gerekiyor. Seçim sonuçlarına göre ilk turda 3,5 milyon oy alan FIS’in çoğunluğu kazanacağı anlaşıldı. Asimilasyona tabi tutulmak istenen Berberi halkın desteklediği sosyal demokrat eğilimli Ait Ahmet’in liderlik ettiği FFS (Sosyalist Güçler Cephesi) 510 bin oy (26 milletvekilliği) ve FLN 1,65 milyon oy (15 milletvekilliği) aldılar. Seçimlerin ardından gelen gerginlik Cumhurbaşkanı Şadli bin Cedid’in istifasına ve ordunun dolaylı bir biçimde de olsa yönetime el koymasına yol açtı. Ülke bir devlet konseyince yönetilmeye başlandı. Başta Fransa olmak üzere bir kısım Batı ülkeleri yeni yönetime açık veya örtülü desteklerini verdiler.

FIS nedir?

İslami hareket, hayat pahalılığına karşı yapılan grevlere destek vermemesine ve Ekim 1988 olaylarına aktif bir biçimde katılmamasına rağmen olayların ardından gelen baskıyı çok iyi kullanarak toplumsal gücünü artırdı ve FIS’ı kurdu.

FIS bir anda ortaya çıkmadı. Özellikle son yıllarda devletin toplumun denetimi amacıyla dinsel alandaki birçok gelişmeye göz yumması, sol hareketi defalarca tırpanlarken camiler çevresindeki dinsel örgütlere farklı zamanlarda, farklı ölçülerde de olsa gösterdiği hoşgörü ve doğrudan doğruya kendi eliyle uyguladığı resmi İslam politikası, daha önceleri dinsel çevrelerin önemli bir kesiminde dağınıklığa ve politik pasifliğe yol açmakla birlikte, sonuçta bunalım döneminde İslamcı hareketin güçlenmesine neden oldu.

1988’deki ayaklanmanın ardından binlerce genç fiyat artışlarını, işsizliği, hükümeti, baskıları, siyasi yasaklamaları protesto için yapılan çağrılara kitlesel bir biçimde cevap verdi. Geçmiş dönemde de camilerin baskı görenler için bir sosyal yardım kurumu işlevi görmesi, buralarda örgütlenen İslamcıların umutsuz kitleleri “en garantili” kurtuluş yolunu göstererek peşlerinden sürükleyebilmelerinin temelini oluşturdu.

FIS güçlenme döneminde Müslüman Kardeşler Örgütü ile dirsek temasını sürdürdü. Aynı dönemde Suudi Arabistan’ın desteğini de sağlamıştı. Ancak, Körfez Savaşı sırasında gösterdiği Irak yanlısı tavır nedeniyle Suudilerle olan ilişkileri bozuldu, bağları koptu. Bu durum hareketin yönetiminde değişikliklere ve politik çizginin belirsizleşmesine yol açtı.

Bunalımın derinleşmesi, uygulamaya konan çözüm yollarının başarısızlığı, İslamcı hareketi adeta tek alternatif durumuna getirdi. İslamcı hareketin toplumsal etkisinin artmasının bir diğer nedeni de özellikle yoksul kitlelerin Batı’ya ve Batılı değerlere duydukları nefretti. FIS, geniş kitlelerin Batı’ya karşı nefretini , sömürge dönemindeki aşağılanmışlığı, Körfez Savaşı sırasında ortaya çıkan kini, yoksulluğun en temel nedeninin Batılılaşmadan kaynaklandığı inancını, Batı karşıtı söylemi ile kanalize etmeyi başardı. Kitleler, tüm moral bozuklukları ile İslam’ın bir zamanlar ne kadar başarılı, zengin, gelişmiş ve yaratıcı bir düzen olduğu yolundaki FIS propagandasından büyük ölçüde etkilendiler. FIS’ın etkisi geniş bir yelpazeye yayılmakla birlikte hareket, esas olarak işsiz gençlerin ve giderek yoksullaşan küçük ticaret erbabının kitlesel desteğini kazanmıştır.

FIS’ın hükümet programı

Ancak FIS’ın yoksulların eşitlik ve adalet taleplerine verdiği cevaplar demagojiktir ve esas olarak programının gerçek yüzünü örtmeye alışmaktadır.

Batı karşıtı propagandasına rağmen FIS liderleri, Cezayirlilerin Şii değil Sünni olduğunu tekrarlayıp duruyorlar. Bunun nedeni Batı’ya karşı İran kadar radikal bir tutumlarının olmadığını, FIS programının ayetullahlarınki kadar antiemperyalizm içermediğini belirterek Batı’yla uzlaşmanın yollarını aramalarıdır.

Ekonomik alanda da herhangi bir radikalizme rastlanmıyor FIS programında. Hareketin başlıca ekonomistlerinden Abdülmecid Benamia, “İslam’da özel mülkiyet esastır” sözlerinin ardından Başbakan Ahmed Gazali’nin dışa açılma politikasının derinleştirilerek sürdürüleceğini ve “Cezayirlilerin nefret ettiği planlı ekonominin yok edileceğini” vaat etmektedir. Programın temel maddeleri arasında kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, dinarın konvertibilitesi ve uluslararası antlaşmalara uyulması gibi hususlar yer alıyor. Programda ayrıca vergilerde zekat sistemine, bankacılıkta da faizsiz sisteme geçileceği belirtiliyor. Daha önce mecliste yabancı şirketlerin petrol yataklarından daha fazla kâr elde edebilmesi amacıyla çıkartılan yasayı destekleyen FIS, tarım alanında da toprağın millileştirilmesine, topraksız köylüye toprak dağıtılmasına karşı olduğunu belirtiyor. FIS’ın programı başındaki takkeye, yüzündeki sakala ve hacıyağı kokusuna rağmen pek de yabancısı olmadığımız bir program aslında.

FIS’ın bir de sosyal programı var. Bu programın temel sloganı “İslamiyet bir bütündür. Ne yasa, ne anayasa, yalnız Kuran”dır. Burada grev hakkı ve kadın haklarının yasaklanmasından, kadınların yalnızca ev kadını olmaları ve çarşaf giymeleri gereğinden söz ediliyor. Anayasanın lağvı, devlet başkanının imamlar tarafından seçimi, hükümetin danışma organı olarak bir şuranın kurulması, hükümeti bu şuranın seçmesi ve bir ahlak polisinin kurulması bu baskıcı programın önemli noktaları.

Sonuçlar

Cezayir olaylarının en önemli tarihsel dersi, her şeyden önce içinde kitlesel bir sosyalizm potansiyeli taşıyan bir ulusal kurtuluş mücadelesinin toplumsal kurtuluş alanına geçememesinin yarattığı sonuçlardır. Ulusal ve demokratik görevlerin sosyalizmin görevleri ile birleşemediği, bunu gerçekleştirebilecek bir işçi sınıfı önderliğinin bulunmadığı veya mücadelenin belirli bir noktasında önderliği ele geçiremediği durumlarda meydana gelen kesinti Cezayir’in de daha sonraki otuz yılını belirledi. Devrimin ilk yıllarındaki kitlesel özyönetim hareketinin ve sosyalist hareketin tasfiyesiyle birlikte Cezayir “sosyalizminden” geriye bürokratik, laik, modernist ve kalkınmacı bir Bonapartist diktatörlük kaldı. Burjuva toplumsal yapının tepesindeki en güçlü kurum olan Cezayir ordusu bir burjuva ordusu olarak örgütlendi. Dışarıda bazı sol eğilimleri çeşitli yönleriyle “mutlu” edebilen “Cezayir sosyalizmi” içeride esas olarak antikomünist, kitle inisiyatifine düşman ve baskıcı bir rejim olarak çürümeye başladı. İzlediği “sosyalist” veya “kapitalist olmayan yol” sonuçta liberal pazar ekonomisine , bildiğimiz kapitalizme ulaştı.

Cezayir’deki darbe gerçekte emperyalist demokrasinin “evrenselliğinin” sınırlarını da ortaya koydu. Emperyalizm tarafından, özellikle son birkaç yıldır herkese önerilen “demokrasinin” ancak hangi şartlarda geçerli olabileceği anlaşıldı. Tüm dünyada “Sosyalizm öldü, demokrasi ve barış çağı başladı!” çığlıkları atılırken bir yandan dünyayı saran bir dizi ulusal ve toplumsal çatışma, bir yandan da Cezayir ve benzeri olaylar, gerçekte başlayanın bir “yalan çağı” olduğunu gösteriyordu.

Tüm dünyaya önerilen “demokrasinin” reaksiyoncu bir karakter taşıdığını biliyoruz. Bu demokrasinin ilk ciddi toplumsal çatışmada nasıl bir tepki göstereceğini de anlamak pek zor değil. Dünyanın genel durumunun önümüzdeki dönemde başka birçok Cezayir örneğini ortaya çıkarması kuvvetle muhtemel. Bu şartlar altında artık bittiği ve izin verilmeyeceği iddia edilen askeri rejimlerin bir dizi ülkede boy göstermesi hiç de sürpriz olmayacaktır.

Emperyalist ülkelerin Cezayir’deki gelişmelere gösterdiği tepki herhangi bir demokratik kaygı taşımamaktadır. FIS’ın Batı’ya yönelik gizli veya açık yaltaklanmalarına rağmen tercih edilmemesinin nedeni, onun henüz bunalımdaki sömürü düzeni için son çare olmaması ve İslami bir iktidarın var olan dünya dengeleri açısından bazı kuşku verici yanları barındırması yüzündendir.

Cezayir’deki İslamcı hareketin var olan duruma yaklaşımını tam bir istismar olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Kitlelerin ve özellikle de kentlerdeki yoksulların ve işsizlerin başta eşitlik olmak üzere bir dizi talebine sahip çıkan FIS’ın daha önce bu kitlelerin mücadelelerine katılmadığı biliniyor. Ancak FIS, programının yukarıda da belirttiğimiz içeriğine rağmen, İslami söyleme aşina olan bir toplumdaki umutsuzluğu büyük ölçüde peşinden sürüklemeyi başardı.

FIS hareketinin gösterdiği gelişmede sosyalist hareketin güçsüzlüğünün payı şüphesiz ki çok önemli. Rejim tarafından birçok kez ezilen ve sürekli baskı altında tutulan sol, sendikalardaki etkinliğine rağmen güçlü bir siyasi örgütlenmeyi yaratmayı başaramamıştır. Kitle hareketinin radikalleştiği bir dönemdeki devrimci önderlik boşluğu, İslamcı hareket tarafından doldurulmuştur. Önderliğinin sınıfsal yapısı ve Batı ile uzlaşmaya yönelik programı ve politikaları anlaşıldığında FIS’ın gerçek yüzü kolayca görülebilir. Bir FIS iktidarının gerçekleşmesi durumunda devletin burjuva karakterinde bir değişiklik olmayacağı, ancak bir rejim değişikliği olacağı açıktır.

Devletin biçiminde ve toplumun örgütlenişinde meydana gelebilecek bazı değişiklikler, üniformanın yerini cüppenin alması, askeri hiyerarşinin yerine dinsel hiyerarşinin geçmesi toplumun temelindeki sömürü ilişkilerini değiştirmeyecektir. Ancak sömürüye dayanan üretim ilişkileri ve toplumsal-sınıfsal farklılıkların üzeri şeriat örtüsü ile örtülmeye çalışılacaktır. Toplumun İran örneğinde olduğu gibi yarı askeri örgütlenmeler aracılığı ile denetlenmesi, FIS’ın korporatist modeli ve sınıfları inkâr eden ideolojisinin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki muhtemel atomize edici etkileri (Ki, şüphesiz işçi sınıfı rejim tarafından yeniden “örgütlenecektir”) birlikte düşünüldüğünde böyle bir rejimin faşizan öğeler taşıyacağı açıktır.

Devrimci Marksistler Cezayir olaylarına ilişkin tavırlarında “ilerici-gerici” ayırımı bağlamında bir tercih yapmak durumunda değillerdir. Bu konuda her türlü demokratik yanılsamadan uzak durulmalı, demokrasi ve antiemperyalizm sorunlarına ilişkin sınıfsal yaklaşımlar vurgulanmalıdır. Bu aynı zamanda emperyalist demokrasinin ideolojik saldırısına, demokratik reaksiyon politikalarına ve İslami demagojiye karşı mücadelemizin bir parçasını oluşturmalıdır. Devrimci Markistler hem çürümüş FLN rejimine ve onun burjuvalaşan bürokrasisine, hem de İslami bir rejime karşı çıkmalı, alternatif olarak sunulan “demokrasinin” maskesini indirmeye çalışmalıdırlar. Cezayir işçilerinin, emekçilerinin, tüm kent yoksullarının ve kadınlarının demokratik haklarının ve var olduğu kadarıyla tüm kazanımlarının korunması, geliştirilmesi için mücadele kuşkusuz sosyalistlerin en önemli görevlerinden biridir. Ancak bu mücadele parlamenter bir iktidarsızlığı, çalışanların “demokratik” bir biçimde ezildiği sahte burjuva demokrasisini hedeflemeyecektir. Demokratik haklar mücadelesini sosyalist bir devrim hedefiyle birleştirebilen bir program ve önderlik Cezayir’i hem üniformanın hem de cüppenin tahakkümünden kurtarabilir. Bu, var olan şartlarda çok kolay başarılabilecek bir hedef olarak görünmemektedir. Devrimci bir önderliğin inşasının, sınıfı ve yoksul kitleleri kazanmanın, İslamcı hareketin gücünün kırılmasının, umutsuzluğu devrimci bir umuda dönüştürmenin kestirme bir yolu da yoktur. Mücadele şu anda var olan toplumsal güçler dengesinin alanında ve onun şartlarına uygun bir biçimde başlamak durumundadır. Ancak bu mücadele gerçeği kabullenerek değil, onu değiştirerek emekçiler leyhine sonuçlanabilir.

Tüm dünyadaki enternasyonalist devrimciler Cezayir’deki güçlü düşmanlara karşı verilecek devrimci sosyalist mücadeleye, işçi sınıfının bağımsız hareketini yaratma mücadelesine her türlü somut desteği vermek durumundadır.

Ali Deniz

Yazar Hakkında