DEMOKRASİ YORGUNLUĞU..!

DEMOKRASİ YORGUNLUĞU..!

Günümüzün en önemli sorusu liberal demokrasinin dünya çapında reddedilip yerine bir çeşit halkçı otoriter yönetimin konulup, konulmadığı. Bu trende işaret eden en güçlü göstergeler Trump ABD’sinde, Putin Rusya’sında, Modi Hindistan’ında ve Erdoğan Türkiye’sinde bulmak mümkün. Buna ek olarak hali hazırda otoriter olan birçok hükümet (Macaristan’da Orban, Polonya’da Duda) mevcut ve Fransa, Avusturya ve başka Avrupa Birliği ülkelerinde otoriter sağ bir yönetim arzulayanlar bulunuyor. 21 YY. üstünde bir yeni hayalet dolaşıyor. Yüzyılın ilk çeyreğinde giderek yaygınlaşan, kurumlaşan bir siyasal rejim türleridir bunlar. Ne tek parti diktatörlüğü olan, ne geçen yüzyılın totaliter rejimlerine bütünüyle benzeyen ama bunlarla ortak özellikler barındıran bu siyasal rejimler hem otokrat niteliği baskın olan hem genel oya dayalı çoğulcu seçimlerle meşruiyetlerini tazeleyen rejimlerdir bunlar. Bu rejimlerin ortak özelliklerinden biri hukuk devletini askıya alma eğiliminin yüksek olmasıdır. Otokratik gücün dönemsel siyasal gereksinimine uygun biçimde içerik ve biçim değiştiren belirsiz bir hukuk düzeni hakimdir. Bu anlamda keyfilik rejimi nitelikleri baskındır. Yasal şiddet olanaklarını kullanma yoğunluğu açısından aralarında nicel farklar olsa da bu rejimlerde yargı otokratın güdümlü baskı ve sindirme aracına dönüşür.

Seçimli otokrasilerin diğer ortak özelliği bütün devlet kurumlarının yürütmenin yani otokratın doğrudan yönetim ve tahakkümü altına alınmasıdır. Bunu halkın gerçek egemenliğini kullanması olarak tanımlıyor otoriter güçler. Ama hangi halk? Onları destekleyen gerçek halk, gerçek millet bu. Geri kalanı ise ‘’bize karşı çıkan hainler, satılmışlar, düşmanlar’’. Bu keskin kutuplaşmaya dayanarak, özgürlükler milli-yerli çıkarlar adına tarihi haksızlıkları düzeltmek gerekçesiyle ya da milletin yitirilmiş şan ve gücünü yeniden tesis etmek amacıyla kısıtlanıyor. Medyanın tek sesli hale getirilmesine özen gösteriliyor. Seçilmiş otokrat genellikle bir yeniden kuruluş projesini dile getirip bunu kısmen hayata geçiriyor ve bir kültür savaşının önderliğini yapıyor. Bir mağduriyet halinin ifadesini uzun yıllardır iktidarda olmalarına rağmen sürekli canlı tutan bu rejimler, mağdur olmanın kutsal meşruiyeti ile ideolojik içerik boşluğunu doldurmaya çalışıyorlar. Toplumun düşman olarak gösterilen kesimine yönelik kin ve nefret otokratlar tarafından sürekli canlı tutulup besleniyor.

Günümüzün seçimli otokrasileri 20. YY totalitarizmlerinin yaptığı gibi iktidara gelince seçimleri lağvetmiyorlar. Ya da göstermelik partilerin katıldığı seçimlere izin veren tek parti diktatörlükleri kurmuyor. Bu rejimler genellikle demokratik bir ortamda ve demokratik kurumlar aracılığıyla iktidara gelip iktidarda kaldıkça diktatörlüğe meylediyorlar. Ya hukuki bahaneler icat ederek muhaliflerin seçimlere katılmasını engelliyorlar, ya açık biçimde yalnız kendiişlerine gelen bir seçim sistemi dayatıyorlar ama göreli çoğulcu seçimden vazgeçmiyorlar. Seçilmiş otokrasiler elbette şahıs rejimleridir. Otokratın iktidarda kalma süresinin ötesinde, geride bıraktıkları kurumsal, kültürel, toplumsal mirasın boyutu bu rejimlerin geçici olmama ihtimalini güçlendiriyor. İktidara karşı çıkmanın gayri-meşru ilan edildiği ortamlar yaratarak hegemonyalarını pekiştirmeye çalışıyorlar. Bu açıdan seçilmiş otokrasileri geçen yüzyılın faşist rejimlerine benzetmek elbette mümkün.

Hareketler ve Karşı Hareketler üzerine

Neo-liberalizmin krizi çağdaş ilerici politikaları da etkiledi. Neo-liberalizme karşı ilk protestolarla, sonrakileri kıyasladığımızda bu protestoların tabanında değişiklikler, ulusal ölçekte geleneksel hakların garanti altına alınması talebine odaklanma ve ahlaksız kapitalizme karşı ahlaki koruma vurgusunu görebiliriz. Kemer sıkma politikalarını protesto eden bazen prekarya olarak adlandırılan insanlar kendilerini Neo-liberal politikaların kaybedeni olarak gören çeşitli sınıf ve sosyal grupların ittifakından oluşuyordu. Bu hareketlerde yer alan birçok insan için güvencesizlik kesinlikle sosyal ve kültürel bir koşuldu.

Bununla beraber iyi eğitimli gençler Neo-liberalizmin yurttaşlık haklarına ve sosyal haklara saldırısından mağdur olan tek kesim değil. Emekliler ve devlet memurları gibi grupların hayat koşulları bazılarının ki, diğerlerinden daha ciddi durumda olmakla birlikte gittikçe güvencesizleşti. Benzer bir şekilde kapanan ya da kapanma tehlikesinde olan büyük ya da küçük fabrikalardaki mavi yakalı işçilerde protestolara katıldı.

Ekonomik krize birde siyasi meşruiyet krizi eşlik ettiğinden toplumda gittikçe daha fazla grup kendilerinin devlet kurumlarında temsil edilmediğini hissetmeye başladı. Aynı zamanda bu kurumların büyük şirketlerin elinde olduğu inancı da yaygınlaştı. Bugün protestocular etkin bir şekilde büyük şirketlerin ve şeffaf olmayan uluslararası örgütlerin iktidarını ve ulus devletlerin buna bağlı gelişen buna bağlı gelişen egemenlik kaybını eleştiriyor. Dahası hükümetlerini ve genelde siyasetçilerini demokrasinin rehin tutulması olarak gördükleri bu durumdan sorumlu tutuyorlar.

Bir bakıma bu protestoların da yüzü geriye dönüktü, yitip gitmiş haklarının tekrar yürürlüğe girmesini istiyor ve demokrasinin yozlaşmasını lanetliyorlardı. Meydan okunan şey demokrasinin kendisi değil, yozlaşmasıydı. Yine de kamusal tartışmada bu ilerici sol hareketler geçici bir süre için sağ partilerin zaferiyle gölgede kaldı.

Sağ hareketler üzerine araştırmalar uzun süredir siyasal solu sağdan ayıran kültürel bir çizgi çekiyor. Bu çizginin bir tarafında kozmopolitlik, öteki tarafındaysa yabancı düşmanlığı bulunuyor bugün bu durum iyice geçerli. Buna ek olarak sağ siyaset yurttaş katılımı yerine güçlü ve kişisel üzerine inşa edilen bir örgütlenme modeliyle öne çıkıyor.

‘Sağ sapma’ farklı ülkelerde farklı şekilde işliyor, ancak bazı benzerlikler bulunabilir. Popülist duyguların yükselişi siyasi kutuplaşmaya ve cepheleşen bir siyasi tarza dönüşe işaret ediyor. Tek bir sorunla ilgilenen küçük siyasi parti ve hareketlerin çoğalmasıyla öne çıkan siyasi alanın parçalanması sürecini tersine çevirerek kamuoyunun bireysel değil, toplumsal korkulara yoğunlaşmasına yol açıyor bu sapma. Otoriterizmin yükselişi siyasi liderlerin çok önemli bir rol oynadığı ve kurumlara duyulan güvenin azaldığı daha kişisel bir siyasete dönüş anlamına geliyor.

Otoriterizmin yükselişi siyasi liderlerin çok önemli bir rol oynadığı ve kurumlara duyulan güvenin azaldığı daha kişisel siyasete dönüş, korkuların patlaması ve aynı zamanda 1989 sonrası dünyayı tanımlayan demokrasi ve liberalizm arasındaki birliğin de çözülmesi anlamına geliyor. Otoriter partilerin cazibesi, muğlâk olmayan bir zafer vaat etmeleridir. Liberallerin pek sevdiği güçler ayrılığını iktidardakilerin hesap vermesini sağlayacak bir düzen olarak değil, seçkinlerin seçim vaatlerini yerine getirmekten kaçınmak için uydurdukları bir bahane olarak edenlere hitap ederler. Dolayısıyla iktidardaki otoriterleşmeyi tanımlayan şey, mütemadiyen güçler ayrılığı ilkesini yıkmaya çalışarak mahkemeler bankalar basın organları ve sivil toplum kuruluşları gibi bağımsız kurumları kendi boyunduruğu altına almaya çalışmalarıdır. Ancak mevcut partiler sadece acımasız galipler değil, aynı zamanda edepsiz mağluplardır da. Çoğunluğu temsil ettiklerine dair inançları seçim mağlubiyetini kabul etmelerini zorlaştırır. Bunun sonucunda seçimler gitgide daha çok tartışmalı hale geliyor ve ‘’sadece bizim kazandığımız seçimler adildir.’’ Zihniyeti yükseliyor. Otoriterliğin uyguladığı popülizm toplumsal hareketliliğin kanallarını, ritimlerini ve örgütlenme biçimlerini denetim altında tutan hâkim kişilikler tarafından popüler öznelliğe el konulmasıdır. Popülizm plebisite dayalı bir kavram, bunun sonucunda halkı değil, lider olan bireyi güçlendiriyor.

Yeni otoriter liderler ve takipçileri

Etrafımızdaki yeni sağ partilerle liderler ile takipçileri arasında kurulan ilişkiyi yeniden düşünmemiz gerekiyor. Geleneksel analiz alışkanlıklarımız nedeniyle liderler ile takipçileri arasında güçlü bir bağ olduğunu farz eden karizma, propaganda, ideoloji gibi faktörlerle alakalı olduğunu düşünüyoruz. Bugün liderler ve takipçileri tabii ki birbirine bağlı, ancak bu bağ liderlerin hırs, vizyon ve stratejilerinin takipçilerin korku ve öfkeleriyle tesadüfen ve ancak kısmi olarak örtüşmesine dayanıyor.

Yeni hareketlerde liderler genel olarak yabancı düşmanı ataerkil ve otoriter tarzlarıyla öne çıkıyor, takipçileri de bu eğilimlerin bazısını gösterebiliyor, ancak aynı zamanda içinde bulundukları toplumun onlara ve onlar için yaptıklarına karşı korku, kızgınlık ve hınç duyuyorlar. Bu profiller tabii ki bir araya geliyor, özellikle her ne kadar hileli ya da güdümlü olsalar da seçimler sırasında. Ancak bu buluşma noktasını anlamak kolay değil. Neden Hindistan ve ABD’de bazı Müslümanlar Modi ve Trump’a oy veriyor? Bunu anlamak için yeni popülizmlerdeki liderler ile takipçilerini birbirinden biraz da olsa bağımsız düşünmemiz gerekiyor.

Yeni otoriter liderler ulusal egemenliğin krizinin yaşandığı bir dönemde ulusal liderlik talep ettiklerinin farkındalar. Modern devletlerin koruyup geliştirme iddiasında olacağı bir ulusal ekonominin yokluğunda devletler ve yönetime talip hareketlerin ulusal egemenliği icra edebilmek için kültürel egemenlik, etnik milliyetçilik ve içerdeki entelektüel ve kültürel muhalefeti bastırma yoluna gitmesi şaşırtıcı olmaktan çıkıyor yeni otoriter liderlerin ortak noktası da bu. Hepsi de yabancı yatırımcıların, küresel anlaşmaların, uluslararası finansın ve sermayenin esiri olmuş ulusal ekonomilerini tam olarak kontrol edemeyeceklerinin farkında. Bunun yerine ülkelerinin kültürel arınma yoluyla uluslararası siyasi bir güce dönüşeceğini vaat ediyorlar.

Neo-Liberal kapitalizme ve bu sistemin kendi ülkelerine en uygun biçimine olumlu bakıyorlar. Hepsi ülkelerindeki azınlık ve muhalif kesimler üzerinde baskı kurmaktan, düşünce özgürlüğünü sınırlandırmaktan ve mevcut hukuku rakiplerine karşı kullanmaktan çekinmiyor. Sonuç olarak otoriter liderler, eski kıtanın her tarafında ortaya çıkıyor ve Neo-Liberalizm, kültürel şovenizm, göçmen düşmanlığı ve çoğunlukçu öfkeyi harekete geçirmek gibi aynı davranışlarla hareket ediyorlar.

Ya Takipçiler? Seçimler vatandaşlar için ses çıkarmak ve liderleriyle ilgili memnuniyet ve hayal kırıklıklarını dile getirmek için en önemli araçlar olarak görülür. Ancak günümüzdeki seçimler demokrasiyi onarmanın ya da demokratik siyasi tartışmalar yapmanın yolunu açmıyor. ABD seçimleri bunun bir örneği, mevcut haliyle demokrasiyi terk etmenin bir yolu olmuş durumda. Trump’a oy veren yaklaşık 62 milyon Amerikalı aynı zamanda mevcut demokrasiye karşı da oy verdi. Bu açıdan oyları aynı zamanda bir ‘’terk etmeyi’’ ifade ediyor. Hindistan’da Modi’nin, Erdoğan’ın veya Putin’in seçilmesi de aynı şekilde. Bütün bu vakalarda ve Avrupa’nın popülist kesimlerinde demokrasinin kendisinden yorulmuş bir kitle var ve bu yorgunluk ülkelerindeki demokrasilerin liberal, müzakereci ve içerici politikalarını yok etmeye söz vermiş liderlerin başarısının temelini oluşturuyor.

Bunlara küresel ölçekte artan ekonomik eşitsizlik, sosyal güvencenin her yerde zayıflaması ve hepimizin ekonomik felaket tehlikesi altında olduğumuz fikrini kışkırtmaktan beslenen finansal endüstrilerin her yere sızması eklenince, demokrasinin yavaş zamanlığına olan tahammülsüzlüğe bir de devamlı olarak panik halinde olan ekonomik ortam eklendi. Herkese refah sözü veren otoriter liderler kasıtlı olarak bu paniği kendileri üretiyor.

Dolayısıyla dünya otoriter rejimler tarihinde yeni bir sayfa açılıyor, liderlerin vaat ve hırslarıyla takipçilerin zihniyetinin kısmen örtüşmesine dayanan bir sayfa. Bu liderler demokrasinin var olan halinden bile nefret ediyorlar, takipçilerinin durumu ise seçim siyasetini ‘demokrasiden’ bir çıkış yolu olarak kullanmak isteyen yorulmuş insanlar.

Bu nefret ve bıkkınlık hali, doğal olarak zeminini hınç dolu çoğunluklar için ırkın zaferi, ulusun etnik saflığı ve ‘yumuşak gücün’ vaatleri sayesinde dünya çapında yeniden güçlenme senaryolarıyla icra edilen kültürel egemenlik alanında buluyor. Söz konusu ortak kültürel zemin kaçınılmaz olarak bu otoriter liderlerin çoğunun Neo-Liberal ekonomik politikaları ve belgelenmiş kapitalizm dostlukları ile takipçileri olan kitlenin hakiki ekonomik sıkıntıları ve endişeleri arasındaki derin çelişkileri de örtmeye yarıyor. Kültürel egemenlik aynı zamanda, göçmenler veya ülkedeki etnik azınlıkları hedef alan yeni bir dışlayıcı siyasetin de alanı. İş imkânları, emekli maaşları ve gelirler azalmaya devam ettikçe ve soldan gelir eşitsizliğini düzeltme, refahı ve kamu kaynaklarını yeniden yapılandırmaya dair ikna edici bir siyasi mesaj gelmedikçe göçmenler ve azınlıklar en bariz günah keçileri olmaya devam edecek.

Neo-Liberalizmin yarattığı sorunlar ve yol açtığı kriz farklı siyasal biçimler ortaya çıkarıyor. Solda memnuniyetsizlik kaynağı uluslararası ve sınıfsal sorunlara bağlanırken, sağda aynı memnuniyetsizliğin dışlayıcı ve yabancı düşmana yönelik bir ifadeye dönüştüğünü görüyoruz. Bu durum gerici hareketlerin daha başarılı olacakları anlamına gelmiyor, daha ziyade sol taleplerin güçlü aktörlerin direnişiyle karşılaşacağını gösteriyor. İlerici siyaset hâlâ sağ salim durumda olsa da sağın yakın zamandaki görünür başarıları mevcut durumun solun karşısına çıkardığı zorluklara işaret ediyor. Aynı zamanda solda bir önceki ilerici siyaset dalgasından bile daha yoğun bir şekilde uluslararası koordinasyona ihtiyaç duyulduğunu görüyoruz.

Batı’daki küreselleşme deneyimi birdenbire kâbusa dönen bir rüya oldu. Sadece birkaç yıl önce Batı’daki birçok kişi dünyanın açılmasının tüm sorunlara çare olacağı fikrindeydi, bu heyecan bitti. Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’daki sağlam olduğu varsayılan birkaç demokraside vatandaşlar sadece liderlerine karşı eleştirel olmakla kalmadılar, dahası demokrasinin bir siyasi sistem olarak değeri konusunda da daha şüpheci hale geldiler. Yaptıkları herhangi bir şeyin kamusal politikaları etkileyebileceği yolundaki umutlarını kaybettiler ve otoriter alternatiflere destek çıkmaya daha hevesli oldular.

Bugün seçimlerle, kendilerini tehdit altında hisseden ‘’çoğunluklar’’ Avrupa siyasetinde en büyük güç haline geldiler. Yabancıların ülkelerini ele geçireceğinden ve hayat tarzlarını tehlikeye atacağından korkuyorlar ve bu gelişmenin ‘’kozmopolit zihniyetli elitlerle, kabile zihniyetli göçmenler’’ arasındaki bir komplo sonucunda ortaya çıktığına ikna olmuş durumdalar. Bu çoğunlukların popülizmi yüz yıl önce olabileceği gibi romantik bir milliyetçiliğin ürünü değil.

Neyin Sonu?

1989 yılında Francis Fukuyama çağın ruhunu yansıttığını söylediği makalesinde soğuk savaşın bitmesiyle bütün büyük ideolojik çatışmaların sona erdiğini savunuyordu. Yarışma sona ermiş şampiyon belirlenmişti batı tarzı liberal demokrasi. Soğuk savaş sonrası dünyaya dair bu hayal gözümüzün önünde çöküyor. Şu an ABD ve Avrupa’da ki siyasi çalkantı sırf ekonomik zarara uğrayan kitlenin isyanı olarak açıklanamaz. Sadece ekonomi ile ilgili olmadığına dair argümanı en iyi destekleyen ülke Polonya. Polonya ekonomisi büyüyor ama yine de gerici popülist bir parti tekrar iktidara geldi. Bunu neden yaptılar?

Tarihin sonu olarak ilan edilen dönem bir dönem değil, aksine kriz ve travmaya açılan bir kapı, ‘’yenidünya düzensizliği’’ olarak adlandırılacak durumun tohumlarının atıldığı dönem oldu. Küreselleşmenin çelişkilerinden biri şudur ki insanlar, sermaye, ürünler ve fikirlerin serbest dolaşımı insanları birbirine yaklaştırsa da, bir yandan da ulus devletlerin yabancıları uyum sağlama kapasitesini azaltır. Ulus devlet, istikrarlı bir şekilde üzerinde tam hâkimiyet sağlayabileceği son kültürel kaynak olan etnik kimlik kurmacasına indirgendi. ‘’Alternatif Yok!’’ sloganını benimseyen makroekonomik politikalarının bir sonucu olarak kimlik politikaları Avrupa siyasetinin merkezi konumuna geldi. Daha bağlantılı, ancak daha az bütünleşmiş bir dünyada yaşıyoruz. Küreselleşme bağ kurarken bağları da koparıyor, yani kopukluktan ibaret bir dünya.

Deneyim açısından zengin bir dünya bu, ancak içinde sabit kimliklerin kurulmasına izin vermiyor, sadakat üretmiyor. Pek de şaşırtıcı olmayan bir biçimde buna tepki olarak arzulanan sınırın barikat şeklinde geri döndüğünü görüyoruz. İşte tam da 1990’ların kopuk dünyasından bugünün barikat örülmüş dünyasına olan bu geçiş demokrasilerin icra ettiği rolü değiştiriyor. Demokrasiyi azınlıkların özgürleşmesini savunan bir rejim olmaktan çıkarıp, çoğunluğun gücünü savunan bir siyasi rejim haline getiriyor.

Avrupa’da ki mevcut mülteci krizi demokrasilerin cazibesinin değişen doğasının ve demokratik çoğunlukçuluk ile liberal anayasacılık ilkeleri arasındaki gerilimin hem halklar hem de elitler açısından en güçlü örneği. Göçmen krizi bir ‘’dayanışma eksikliğinden’’ ibaret değil, daha ziyade bir dayanışmalar çatışması söz konusu. Milli etnik ve dinsel dayanışmalar insan olarak sorumluluklarımızın önüne geçmeye çalışıyor. Avrupa dışındaki insanların eski kıtaya gelmesi ya da yoksul Avrupa ülkelerinden zengin Avrupa ülkelerine göç edilmesi kadar basit bir konu değil bu. Aynı zamanda seçmenlerin merkezden uzaklaşması ile sağ-sol arasındaki sınırın uluslararası ve yerel arasında bir seçime kaymasıyla da ilgili.

Otoriter yönetim isteği sabit bir psikolojik özellik değil, daha ziyade kendilerini gitgide daha çok tehdit altında hisseden bireylerin tahammülsüz hale gelmesine yol açan psikolojik bir eğilim. Sanki insanlar bir düğmeye basıldığında kendi küçük gruplarını savunmaya odaklanıyorlar bu da gruptaki muhalefeti ezmeyi ve yabancılarla uyumsuzları kovmayı gerektiriyor. Bu düğmeye basan da herhangi bir tehdit değil. Kişi bu durumda içinde yaşadığı ahlaki düzenin bütünlüğünün tehlike altında olduğunu ve algıladığı ‘’biz’in’’ çözülmeye başladığını hissediyor. Yabancılara ve tehdit olarak gördüğü herhangi birine karşı düşmanlığını tetikleyen şu anki somut durumdan ziyade, ahlaki düzenin çökeceğinden duyduğu korku oluyor. Onlara göre göçmenlerin bu ülkelere gelmesi, kendilerinin tarih sahnesinden silinmesi anlamına geliyor ve göçmenlere ihtiyaç olduğu şeklindeki yaygın iddia bu varoluşsal melankoliyi daha da güçlendiriyor.

Sonuçlar ve Alternatifler!

Bugün devletler, geçmişteki egemenliklerinin önemli bir kısmını yitirdikleri ve artık kendi başlarına denge kuramadıkları ya da kendi seçtikleri tipten toplumsal düzene otorite sağlayamadıkları için canlı bir cumhuriyetin diğer zorunlu koşulunu karşılayamazlar. Yurttaşların kamusal olarak iyi olanı müzakere etme ve müşterek olarak kararlaştırma, kendilerinin diyebilecekleri ve sarsılmaz bağlılık yeminini seve, seve edebilecekleri bir toplumu bu şekilde biçimlendirme yeteneğidir bu koşul. Ulus-devlet içindeki cumhuriyet, refahı tanımlama ve arttırma kudretinin büyük kısmını yitirmekte olduğu için, ulus-devletin toprakları gittikçe milletin özel arazisi haline gelmektedir.

Günümüzde insanlık durumunun en tayin edici parametreleri artık ulus-devletin kurumlarının erişemediği alanlarda biçimlenmektedir. Bu koşulların korunmasına ve değiştirilmesine nezaret eden güçler gittikçe küreselleşmekte, yurttaşın denetim ve nüfuzu ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, yerel olarak sınırlanmış kalmaktadır. Egemenlik sacayakları tuzla buz olmuştur.

Sermayenin, finansmanın ve iletişimin küreselleşmesi her şeyden önce bunların yerel kurumların ve öncelikle de ulus devletin denetim ve yönetiminden bağımsız olmaları anlamına gelir. Bunların işlediği ortamda, mevcut sığınılacak liman olarak görülen cumhuriyetçi devletin yurttaş katılımı için geliştirdiği araçları andıran hiçbir kurum yoktur. Ve cumhuriyetçi kurumların olmadığı yerde ‘’yurttaşlık’’ da yoktur. Uzak yerlerden esen ve birden bire çıkıp gelen fırtınanın tokadını yemek, ‘’yurttaşlığın’’ tersine olan bir durumdur.

Öyle ki yaklaşan bir fırtınayı öngörmek borsada ki bir sonraki çöküşü ve güvenli gibi görülen istihdam alanlarının buharlaşıvermesini öngörmekten daha kolay hale gelmiştir bizler için. ‘’Küresel güçler’’ kavramı, palazlanan ama şimdiden sağlam, esnek baş edilmez görünen bir gerçekliği ifade ederken, ‘’küresel yurttaşlık’’ kavramı şimdiye kadar içi boş kalmakta, en iyi durumda bir hüsnü kuruntuyu temsil etmektedir.

Özellikle bunalım dönemlerinde demokrasinin varlığı ve işleyişi bu bunalımı aşmak için acil sermaye birikimine gerek duyan Neo liberalizm için yoksulların taleplerine yer verdiği ölçüde ek bir yük haline gelmesi de olasıdır. Kesin tercih piyasadan yana olunduğu için piyasa özgürlükleri adına otoriter yapılara yönelme eğilimleri ile ne demokrasi ne de çoğulculuk umurlarında olmayacaktır.

Alternatifler meselesi tabii bu noktada ele alınmalı, dolayısıyla ‘’umutlar’’ meselesi de. Umutlar hiç şüphesiz tamamen çoğalan Neo-liberal yönetişim yöntemlerinin yaratmakta olduğu direniş, dayanışma, kolektif buluş veya bireysel isyan biçimlerinin varlığına dayanır. Heterojenlikleri içerisinde hep birlikte ele alındıklarında yeni bir başkaldırı siyasetinin ana hatlarını ortaya çıkarıyorlar, çıkaracaklar.

Dolayısıyla yurttaşlığın kuruluşu için kendiliğindenlik ile kurumlaşma, katılım ile temsili yepyeni biçimde yan yana getirecek yeni kipler düşünmeyi sağlayacaklar. Ancak bu umutları taşıyanlar, sosyal yurttaşlığın krizi ve peşi sıra Neo-liberal rasyonalite veya yönetimsellik biçimleri çerçevesinde ‘’denetim toplumunun’’ daha genel olarak da demokrasizleştirme fenomenlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte yurttaşlıkta ki ‘’ilerlemelerin’’ hayali çizgiselliğinin paramparça olduğunu bir kenara yazmalıdır. Faşizmden korunmak uğruna Neo-liberallerle saf tutulması gerektiğini savunanlara da aynı karşılık verilebilir. Analitik açıdan bakıldığında liberalizm ve faşizm biri iyi diğeri kötü olmak üzere birbirinden çok ayrı şeyler değil, aksine kapitalist dünya düzeninin birbirine son derece bağlı iki yüzüdür. Her ne kadar normatif olarak denk olmasalar da ikisi de her yerde yaşam alanlarını karıştıran ve bireysel özgürlükle beraber sessiz bir ıstırabı yanında getiren kuralsız kapitalizmin ürünleridir. Liberalizm bu sürecin ‘’özgürleştirici’’ kısmını ifade ederken, öfke ve acıyla ilgili diğer kısmını saklar. Alternatifin yokluğunda çürümeye bırakılan bu duygular bazıları gerçekten faşizm adını hak eden, bazıları ise kesinlikle hak etmeyen her türden otoritarizm’i besler. Başka bir deyişle solun yokluğunda kapitalist ‘’gelişme’’ girdabının üretebileceği tek şey habis bir ortak yaşamda birleşen liberal güçler ve otoriter karşı güçlerdir.

Sonuç olarak Neo liberalizm faşizmin panzehiri olmak şöyle dursun, suç ortağıdır. Yarım ya da gerçek faşizme deva olacak tek şey, yoksullaştırılan kitlelerin öfkesini ve acısını derin bir toplumsal yeniden yapılanma ve demokratik bir siyasal devrime doğru yönetecek bir sol harekettir. Dolayısıyla sol seçimini ilerici Neo liberalizm ile gerici popülizm arasında yapmayı reddetmeli. Politik sınıflar tarafından bize sunulan terimleri olduğu gibi kabullenmek yerine mevcut düzene karşı gitgide büyüyen kapsamlı toplumsal tepkileri değerlendirerek bu terimleri yeniden tanımlamaya çalışmalıyız. Sosyal güvenliğe karşı finansallaşma eliyle özgürleşme saflarını desteklemektense, finansallaşmaya karşı yeni bir özgürleşme ve sosyal güvenlik ittifakı kurmaya yönelmeliyiz. Neo liberalizmin ekonomik eleştirisinin ötesine geçmeliyiz. Bugün solun önündeki en somut siyasi ve ekonomik görev Neo liberalizm sonrası anlatıyı inşa etmek. Bunun önünü tıkayan tüm partiler, tüm siyasetçiler, tüm yapılar ve tüm teoriler görmezden gelinmeli, zira zaman bize karşı işlemekte.

Kapitalist diktatörlüklerin tek doğru alternatifi ve inkârı, emekçi sınıfların baskıcı gerekliliklerden kurtulmuş insanlar olarak dayanışma içinde kendi hayatlarını kendi başlarına belirleyen bireyler haline geldiği bir toplumdur. Yalnız özgürce bir araya gelmiş üreticiler sistemi yeni teknolojiler potansiyelinin büyük bir bölümünü kullanım dışı bırakmadan ve savurganlığa neden olmadan kontrol ve yaratıcılığı, bireysel ve kolektif sorumluluk bilincini geliştirebilir. Tarafsızlık ve hoşgörünün yaşadığımız kapitalist toplumsal düzendeki çeşitleri insanlığa aykırıdır. Ve insanı neyin doğru, neyin yanlış olduğunu çıkaracak duruma getirmek için bu anlamın kurulu evrenini kırmak gereklidir. Bunun için önce bu aldatıcı ‘’ayrım gözetmezlik’’ ortadan kaldırılmalıdır. Elbette bu tür bir değişiklik düzen değişikliğine kadar varan bir direnme hakkının yerleşmesi ile eş anlamlıdır.

Kanun ve düzen, kurulu hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir. Toplumdaki özgürlük ve haklar ezenlere kanuna uygun şiddet uygulamalarını sağlamaktadır. Baskı yapan toplum bu temele dayanarak kendisini ve hayati savunma noktalarını yeniler. Kanun ve düzenin mutlak otoritesine bu kanun ve düzen altında acı çekenlere, savaşanlara karşı harekete geçmesi için çağrıda bulunmak saçmadır. Onlar için resmi kuruluşların, polisin ve kendi vicdanlarının dışında başka bir yargıç yoktur. Bunların ortadan kaldırılmasının yolu ise bu toplumsal sistemin şiddetli bir şekilde boğmaya çalıştığı devrimden başka bir şey değildir. Sözünü ettiğimiz şey şekillendirilmiş kamuoyunun tiranlığını, sınıflı toplumda bu kamuoyunu yaratanları kırıp geçmektir. Dinin, ‘’demokrasinin’’, ahlakın kurgularından, yani düşmanın evcilleştirmek, tutsak etmek için öne sürdüğü bu manevi zincirlerden tamamen kurtulmaktır.

Ahmet Doğançayır

Yazar Hakkında