31 MART SEÇİM SONUÇLARI: “TACIN İNCİSİ”*

31 MART SEÇİM SONUÇLARI: “TACIN İNCİSİ”*

RTE bir tarihte “İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır” demişti. O zamanlar kaybetme ihtimalini aklından geçirmiş miydi bilemeyiz ama bu söz aslında “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder anlamına gelmekteydi! Öyle ya İstanbul AKP iktidarının doğum yeri, çıkış noktası, gerçek başkenti, mali kaynağı, hâkimiyetini sürdürmesini sağlayan sosyal ve ekonomik zincirin en güçlü halkası, kısaca hemen her şeyi idi. Yani İstanbul, RTE ve rejimi için ülkenin “anahtarı”, devasa bir yapının “kilit taşı” ve “tacın incisi” anlamına gelmekteydi.

Şimdi İstanbul kaybedildi. Elbette bir dizi çok önemli merkez de kaybedildi ama yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı “dünya bir yana, İstanbul bir yana” idi! Olacak iş değildi. CHP, (özellikle de belediye başkanı adayı İmamoğlu) “malum” nedenlerle işi çok sıkı tutmuş, üstelik de hiç beklenmediği üzere bu işte çok başarılı olmuştu. Yani bu defa “Atı alan Üsküdarı geçememişti!”

Tarihsel projenin çöküşü..!

Yeni rejim açısından İstanbul’u “düşmana teslim etmek” (beka sorunu) sadece güncel (ve elbette devasa) bir maddi-siyasi kaybın çok ötesinde bir tarihsel projenin de (fetih ve ebedi iktidar) çöküşü anlamına gelmektedir. İktidarın öfke, endişe ve tertiplerinin asıl nedeni budur. Evet, ekonomik kriz, şimdilik beklenen oranda bir oy kaybına yol açmamış olsa da RTE ve hareketinin yükselişini sağlayan toplumsal enerjinin ciddi biçimde tükenmeye başladığı ve iktidarın gerileme dönemine girdiği ayan beyan ortadadır. Bu nedenle AKP (aslında RTE) oyu yüzde 40 küsur seviyesinde olsa da bu 2009 seçimlerinde alınan yüzde 38,5 oranındaki oydan daha geri bir düzeyi ifade etmektedir.

Kısacası, iktidarın sinirlerini ziyadesiyle bozan asıl neden, ne Ekrem İmamoğlu’nun “sinir bozucu” soğukkanlılığı ve inatçılığı ne de seçim oyunlarının bu defa tutmamasıdır. Asıl neden “tarihsel” rüzgârların güçlü bir biçimde tersten esmeye başlamasıdır. Elbette bu durum Saray rejimi için bir sürpriz değil. Bilmem kaç yıldır belediye başkanlığı yapan isimler “metal yorgunluğu” gerekçesiyle boş yere istifaya zorlanmadı. Üstelik seçim süreci boyunca Cumhurbaşkanı, Binali Yıldırım dahil her türlü “aracıyı” bir kenara iterek ve bütün devlet olanaklarını tek taraflı olarak “kullanmak suretiyle” meydanlara durduk yere çıkmadı. Ve elbette şimdi inanılmaz bir yüzsüzlük ve pişkinlikle muhalefetin üstüne yıkılmaya çalışılan seçim numaralarına nedensiz biçimde başvurulmadı… Ama olmadı ve Türkiye’nin ekonomik değeri en yüksek şehirlerinin neredeyse hepsi muhalefet tarafından kazanıldı.

İktidarın “Küçük Emrahlaşması!”

Bu kayıplar, özellikle de İstanbul’un kaybı, rejimi adeta bir varoluş mücadelesine yöneltti; hem de en küçültücü biçimlerde! O her yanından güç fışkıran, her şeye hâkim ve kâdir, anlı şanlı iktidar gücü bir anda “Küçük Emrah” misali mağduriyet numaralarına tevessül etmeye başladı! Gerçi hep “mağdurdular” ama bu kadarı hiç görülmemişti. İnanılmaz bir “yansıtma” yöntemiyle, çok uzun süredir ve özellikle son seçimlerle ilgili, kendisine yönelik kuşku, itiraz ve şüpheleri (seçmen taşıma ve kayıt silme, olmayan seçmen, sandık oyunları, oy kaydırmalar vb.) muhalefete yöneltme yolunu seçtiler. Oysa seçimlerden önce muhalefetin bu yollu itirazlarının pek çoğunu, “dünyanın en güvenli seçim sistemine sahip olduğumuz” gerekçesiyle reddetmişlerdi! Muhtemelen dünyada ilk olarak bir iktidar, hem de böylesine kontrol gücüne sahip bir iktidar, sınırlı güce sahip bir muhalefeti seçimlerde hile ve usulsüzlük yapmakla, “organize işlere” başvurmakla suçluyordu! CHP’nin ve diğer muhalif partilerin böyle bir şeyi yapamayacakları öylesine belliydi ki, aklı başında herkes, eğer doğruysa, bu hile ve usulsüzlüklerin, seçimi kaybetmesi halinde kullanılmak üzere iktidar tarafından döşenmiş “mayınlar”, yerleştirilmiş “tuzaklar” olduğunu düşündü. Bu bir çeşit, kendi suçlarını kendi lehine çevirme yöntemiydi.

Tam kanunsuzluk..!”

Ancak bu yöntemler, iktidar tarafından daha önce çıkarılmış kötü bir takım seçim yasalarına bile dayanmıyor. Gelinen noktada, o güne kadarki en aleni örneğini 2016 Referandumu’ndaki mühürsüz oy pusulaları vakasında gördüğümüz kanunsuzluk yöntemi devrede. Her türlü içtihat ve teamüle aykırı biçimde ve de tehdit ve şantaj yoluna gidilerek başta görev süresini kendilerinin uzattığı YSK olmak üzere bütün seçim kurulları, en yasadışı itirazları kabule, daha önceki seçimlerde aldıkları kararları yok farz etmeye zorlanıyor. Bu kurullar iktidarın itirazlarının çoğunu kabul ederlerken muhalefetin benzer itirazlarını ya hiç kabul etmiyorlar ya da çok az kabul ediyorlar. İktidarın temel iddiası, bütün seçim sürecinin ve tabii ki sandıkların, kendisini devirmek isteyen şer güçleri tarafından kontrol altına alındığı! İktidar, yine gerçek ve geçerli hiçbir kanuni gerekçeye dayanmadan, tehdit ve şantaj yoluyla İstanbul seçimlerini tekrarlatma peşinde.

Giderler mi?

İktidarın İstanbul seçimlerine yönelik tavır ve girişimleri rejimin gidişatı ve bundan sonra başvuracağı yöntemler konusunda da ciddi işaretler veriyor. Görünen o ki, Türkiye’de muhalefet saflarında epeyce yaygın olan “Bunlar seçimle gitmez!” veya “Kaybetseler de iktidarı vermezler!” inancı, önemli bir doğruluk payına sahiptir. Ankara’nın, Antalya’nın veya Mersin vb’nin teslimi kimseyi yanıltmasın. Onlar bir biçimde telafi edilebilir veya çeşitli numaralarla halledilebilir kayıplardır. (Üstelik Ankara her şeye rağmen bunlar için gerçek bir başkent bile değildir!) Ama başta da belirttiğimiz gibi İstanbul, siyasi iktidar için çok yüksek ekonomik değerinin de ötesinde bu ideolojik-politik gelenek açısından “tarihsel başkent” ve “tacın incisi”, Türkiye’nin de “anahtarıdır. “Anahtar” giderse “ev” de gidebilir. O nedenle bugün İstanbul’u vermemek için yapılanların yarın Türkiye’yi vermemek için misliyle yapılabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. İktidarın kendisi için tek meşruiyet kaynağı (millet iradesi!) olan seçimlerin sonuçlarını tanımama yönündeki, artık tamamen “kanun dışı” bir hal almış tutumu “neo-Bonapartist” rejimin gidişatının yeni ve çok daha tehlikeli (mesela yarı faşist) bir aşamaya geçebileceğine delalet etmektedir. Bu kanunsuzluk halinin sonuçları, eğer böyle devam ederlerse, sadece YSK, il ve ilçe seçim kurulları ve de sandık kurulları düzeyinde değil, sokaklarda da görülecektir. Bu noktada, Devlet Bahçeli’nin, 31 Mart seçimlerinin muhtemel bir takım sonuçlarına ilişkin daha aylar öncesinden savurduğu tehditler, (“Sarı Yelekliler” ve “milletin tokadı” üzerine açıklamaları) ve elbette iktidardaki gücün organize ettiği söylenen paramiliter grupların yapabilecekleri unutulmamalıdır

Abartıyor muyuz?

Bütün bunların birer abartma olduğunu, kimsenin bu kadarına cesaret edemeyeceği de söylenebilir. Ayrıca, İstanbul’u bugün geçici olarak verip sonra çok kısa bir süre içinde şeytanın aklına gelmeyecek yöntemlerle geri alma yoluna gidilme ihtimalinden; veya bir başka ihtimal olarak iç ve dış ekonomik, diplomatik ve siyasi dengeler nedeniyle “bağırlarına taş basıp” daha sonra gereğini yapmak üzere İstanbul’u vermek zorunda kalabileceklerinden de söz edilebilir. Ancak bizler kendimizi en kötü ihtimallere hazırlamak zorundayız. Bugün “FETÖ’cülerin başı çektiği bir “sandık darbesinden” söz edip seçim ve sandık kurullarına yönelik GBT tehdidinde bulunanların, yarın kaybettikleri bir seçimi doğrudan 15 Temmuz türü bir “darbe girişimi” ilan ederek bu seçimin sonuçlarını tanımamaları ve yeni bir karşı darbeye girişmeleri ihtimal dahilindedir. Dedik ya, İstanbul’u vermemek için bunları yapanlar Türkiye’yi vermemek için neler yaparlar!

Yeni dönem

Türkiye 31 Mart Yerel Seçimleri ile birlikte yeni bir döneme girmiştir. Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, iktidar artık “başa dönme” şansını tamamen, yükselişini sağlayan “yaşam enerjisini” de büyük ölçüde kaybetmiştir . AKP, bir siyasi parti olarak bizzat kurucusu tarafından tasfiye edilerek “Başkan”ın “ayak işlerini” yapan sıradan bir araca dönüşmüştür. Parti “aparatı” halktan önemli ölçüde koparak boğazına kadar en kötü manadaki “devlet işlerine” ve çıkar ilişkilerine batmıştır. Böyle bir yapının “parlak geleceğinden” söz etmek zordur. Nitekim, yerel düzeydeki önemli iktidar kayıplarının gündeme getirdiği olumsuz ihtimallerin parti kadrolarında ciddi bir ürküntü, panik ve çözülme eğilimine yol açtığına dair “şayialar” dolaşmaktadır. RTE’nin seçim sonuçlarını değerlendirme toplantısında partililere attığı “fırça” sözü edilen ruh halinin doğruluğuna işaret etmektedir. Bu paniğin halihazırdaki düzeyi ne olursa olsun, AKP’nin ve temsil ettiği hareketin moral üstünlüğünü kaybettiği, tarihsel iddiaları ve gelecek umudu açısından çok ciddi bir gerileme içinde olduğu açıkça ortadadır.

Elbette bütün bunlar rejimin kendiliğinden çökeceği anlamına gelmemektedir. Belirli toplumsal, siyasi ve ekonomik koşullarda veya liderin çeşitli nedenlerle sahneden çekilmesi durumunda böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi mümkün olsa da demokrasi ve elbette sınıf mücadelesinin kaderi böyle bir ihtimale bağlanamaz. Bu noktada muhalefetin yapabileceklerinin veya yapamayacaklarının belirleyici bir önemi vardır. İktidarın bu güne kadarki cüret ve cesareti, muhalefetin “devletlû tavrının yanı sıra acz ve cesaretsizliğinden güç almıştır. İstanbul’un kaderi, şimdilik verilen mazbataya rağmen henüz belli olmasa da, CHP ve adayının bu defa gösterdiği kararlılık (Devamını diliyoruz) rejimi belirli bir ölçüde de olsa geriletmeyi başarmıştır.

Seçimler, seferberlikler, tehlikeler…

Bu noktada daha önce boykot “politikasının” (buna “boş oy politikasını” da ekleyebiliriz) yanlışlığı üzerine yazdıklarımızın doğrulandığını söyleyebiliriz. 31 Mart öncesinde rejimin, temel meşruiyet kaynağı olarak gösterdiği “serbest seçimlerde” yapacağı hile, hurda ve usulsüzlüklere karşı yürütülecek mücadelenin rejime karşı kitle seferberliklerinin temeli olabileceğini vurgulamıştık. Nitekim İstanbul’da CHP ve adayının, iktidarın İstanbul seçim sonuçlarını kabul etmeme niyetine karşı belirli sınırlar içinde olsa da halkı harekete geçirme doğrultusundaki hamlesi şu ana kadar başarılı olmuştur. Kitlelerin iktidarın seçim oyunlarına karşı tepkisinin, bürokrasinin daha “temkinli”, hatta daha “bağımsız” davranmasına yol açması mümkündür. (Elbette bunu belirleyecek olan, “düzenperest” CHP’nin kitleleri harekete geçirme cesaretinin derecesidir.)

Muhalefetin moral üstünlüğü ve meşruiyet avantajını sağlayan tek başına iktidarın anti demokratik ve kanunsuz tavırları değildir. Bir dizi çok önemli büyükşehrin ve en önemlisi de İstanbul ve Ankara’nın kazanılması muhalif kitlelerin morali üzerinde çok büyük bir etki yapmıştır. Kaybedilen bir seçimin ardından gelen hak arama mücadelesiyle kazanılan bir seçimin ardından ortaya çıkan hak arama mücadelesi arasında önemli farklar olduğu ortadadır. İktidarın istediği sonuçları alması halinde muhalefet saflarında ortaya çıkacak ruh halini, hatta RTE’nin yenilmezliği üzerine o ünlü diyalogları rahatlıkla tahmin edebiliriz! Yani muhalefetin bugünkü moral üstünlüğü seçimleri kazanmasından, iktidarın moral çökkünlüğü ise epeydir yaşadığı gerileme sürecinin yanı sıra seçimleri kaybetmesinden kaynaklanmaktadır. Bu kayıp, iktidar açısından gerileme sürecinde bir “sıçramaya” bile yol açabilir. Duruma bakıldığında, seçim sonuçlarının şöyle veya böyle olmasının ülkenin bugünü ve yarını açısından çok önemli farklar içerdiği anlaşılabilir. Bu fark aynı zamanda, “boykotçuluğun” veya benzeri tutumların, var olan konjonktürde siyasi bir hata olduğunun da işaretidir. Kısacası, seçim sonuçları itibariyle son derece kritik bir öneme sahip olduğu bilinen İstanbul ve Ankara’da CHP’ye, taktik bir amaçla oy verilmesinin doğru bir tutum olduğu ortadadır. Bu, esas olarak CHP’ye veya adayının niteliklerine verilen bir oy değil, Saray rejimine karşı kullanılan bir oydur. Üstelik böyle bir tutum, seçimleri devrimci sosyalist bir propaganda kürsüsü olarak kullanmaya veya pek çok yerde işçi ve devrimci adaylar çıkarmaya da engel değildir. Açıktır ki, var olan rejimin karakteri, seçimleri, adil ve hilesiz bir seçim talebi temelinde, çok önemli mücadele alanlarından biri haline getirmektedir. Son gelişmeler, seçimlerin kitle seferberlikleri açısından önemli bir tetikleyici faktör olduğunu ve olacağını göstermektedir; özellikle de iktidarın bundan sonraki seçimlerde yapacakları düşünüldüğünde…

Konunun çeşitli yönleri ve boyutları üzerine yazmaya devam edeceğiz; ancak bitirirken birkaç laf daha edelim. İstanbul’da mazbata verilmiş olsa da, iktidarın bazı hamleler yapması mümkündür. Şimdilik bir kabullenme durumu olması halinde bile (Ki bu ihtimal güçlenmiş gibi görünüyor.) bunu telafi etmek amacıyla pek çok şeyin yapılacağı açıktır. (Zaten Cumhurbaşkanı bu yönde açık beyanlarda bulunmuştur!) Ve en önemlisi, iktidarın seçim başarısızlığına rağmen tehlike geçmek bir yana daha da artmıştır. Malum nedenlerden dolayı asla kaybetmemek zorunda olan “yaralı” bir iktidarın yapabilecekleri, uygulamaya koyabileceği “çılgın projeler” düşünüldüğünde hazırlıklı olmak en doğru yoldur! Havuz medyasından bir köşe yazarının seçimlere ilişkin “Bekayı demokrasiye feda edemeyiz!” sözü veya birilerinin kanlı tehditleri duymazdan gelinmemelidir. Tekrar edelim İstanbul’u vermemek için bunları yapanlar Türkiye’yi vermemek için neler yapmazlar!

İstanbul için “tacın incisi” demiştik. “Tacın incisi” düşmüştür, ancak taç henüz yerinde durmaktadır. Aklımızda olsun…

*“Tacın incisi”, İngiliz emperyalizminin, geçmişte sömürgesi olan Hindistan için kullandığı bir tanımlamadır. O dönemde İngiltere’nin uluslararası politikasının en önemli stratejik ayaklarından biri Hindistan yolunun korunması, yani Hindistan’ın imparatorluk içinde tutulmasıydı.h

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında