İPTAL EDİLEN BİR SEÇİMİN ARDINDAN

İPTAL EDİLEN BİR SEÇİMİN ARDINDAN

YSK, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini, uzun süre aradıktan sonra bulduğu tuhaf bir gerekçeyle iptal etti. Nedense kimse şaşırmadı! Oysa sonu gelmez itiraz ve sayımlarla geçen 36 gün boyunca insanların zaman zaman belli belirsiz bir umuda kapıldıkları bile olmuştu! Çünkü iktisadi ve siyasi akıl ve mantık iktidarın, seçim sonuçlarını en azından şimdilik kabullenerek Türkiye’yi olabildiğince “düze” çıkarmasını gerektiriyordu. Malum, aksi iddia edilse de giderek ağırlaşan bir kriz vardı. Üstelik büyük sermaye de huzur, sükûn ve istikrar talep ediyordu. Ama olmadı; çok uzun bir süredir bildiğimiz üzere ülke, biz “ölümlülerin” kavrayamayacağı çok farklı bir iktidar mantığıyla yönetilmekteydi. Başka türlü de olamazdı. En ufak bir güç kaybının yarın öbür gün her şeyin kaybedileceği bir felâkete dönüşebileceği düşüncesiyle kıvranan iktidar sahiplerinin sizinle aynı akla ve mantığa sahip olmasını bekleyemezsiniz!

Meşruiyetin” sonu: Bir polis devletine doğru!

İstanbul, malum pek çok nedenden dolayı rejim için bir “hayat memat” sorunudur. Zaten RTE’nin kısa süre önce yaptığı bir konuşmada “Ya olacağız, ya öleceğiz!” demesinin nedeni de budur. Bir büyükşehir belediyesinin seçimle kaybedilmesinin memleket için bir “beka” sorunu olarak sunulması açık bir baskı rejimine işaret eder. Bu tür rejimler kendi “beka” sorunları temelinde zorunlu olarak birer “iç savaş rejimine” dönüşürler. Bunun anlamı, iktidarın, nüfusun kendisine karşı olan kesimlerini, “vatan haini”, “gayrı milli” ve “millet dışı” ilan ederek yasal veya yasadışı yollarla sürekli tehdit altında tutması, baskı ve devlet terörüne maruz bırakmasıdır. “Milliyetçi-mukaddesatçı” iktidar cephesinin kullandığı şiddet ve tehdit söyleminin güçlü maddi temelleri vardır.

Türkiye’de egemen olan “Neo- Bonapartist” rejimin bugüne kadar “demokratik meşruiyetinin” asıl kaynağı olarak gösterdiği seçimlerin sonuçlarını (milli irade) tamamen kanundışı yollara başvurarak tanımama tutumu, artık “meşruiyetini” kaybettiği anlamına gelmektedir. YSK’nın seçim iptalinin hiçbir gerçek kanuni gerekçesi yoktur. Yani bu rejim aynı zamanda “kanunsuz” bir rejimdir ve bütün kanunsuz rejimler gibi giderek daha çok keyfi uygulamalar içine girmektedir. Hukuksuzluk ve kanunsuzluk aynı zamanda devletin süreç içinde bir “polis devletine” dönüşmeye başladığının da işaretidir. Bütün polis devletleri temel yöntem olarak açık, keyfi ve yasal olarak hesabı sorulamaz bir şiddete başvururlar. Yine bu tür rejimler, yeterince uzun ömürlü olmaları halinde, koşulların da zorlamasıyla burjuvazinin diğer açık diktatörlük biçimlerine dönüşme potansiyeli taşırlar.

Kısacası İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinin iptali uğursuz bir potansiyelin gerçekleşme tehlikesine de işaret etmektedir.

Mücadele…

Gelinen noktada iktidarın seçimleri kaybetmesi halinde bile gitmeyeceği inancı, daha da güçlü bir zemin kazanmıştır. Bu durum seçimlerle ilgili devrimci sosyalist tavır ve rejime karşı mücadelenin yolları sorununun daha da önem kazanmasına yol açmaktadır.

Biz gazete olarak ilk seçimlerde “boykot” vb. tutumlara karşı çıkarak, rejim için kritik öneme sahip İstanbul ve Ankara gibi birkaç yerde, sadece bu rejimi geriletmek amacıyla CHP adaylarına oy verilmesi gerektiğini, bunun diğer yerlerde devrimci ve işçi adayların desteklenmesine engel bir durum olmadığını savunmuştuk. Bu, CHP ve adaylarının nitelikleriyle ilgili olmayan, iktidarın ve rejimin nitelikleriyle ilgili bir tutumdu. Ancak bu tutumun bizce daha önemli bir nedeni vardı: Herhangi bir siyasi ve kitlesel alternatif ortaya koymadan önerilecek bir boykotun veya var olan koşullarda “devrimci ilgisizlikten” başka bir anlamı olmayan “boş oy” tutumunun toplumsal bir karşılığı olmayacaktı. Oysa, iktidarın, meşruiyetinin ana kaynağı olarak gösterdiği seçimler temelinde, seçim hile ve usulsüzlüklerine karşı mücadelenin kitleleri harekete geçirme potansiyeli büyüktü. Nitekim seçimler, öncesi ve sonrasıyla, oyların doğru sayılması, korunması, sonuçların takibi ve oldubittilere karşı direnme temelinde, belirli sınırlar için de olsa, bir kitlesel seferberliğe yol açtı. Özellikle İstanbul’da iktidarın (adet olduğu üzere) seçim sonuçlarının üzerine yatıp Üsküdar’ı geçememesi” ve muhalefet adayının seçimi kazanması bu sayede mümkün oldu. En önemlisi, seçimlerden sonraki günlerde ortaya çıkan genel hava ve ruh hali, iktidarın seçimi kazanmasıyla kaybetmesi arasındaki farkın çok büyük olduğunu gösterdi.

Yeniden seçim: boykot bir alternatifi mi?

Gelinen noktada elbette yeni bir değerlendirme gerekmektedir. Öncelikle İstanbul seçimlerinin son derece saçma gerekçelerle ve iktidar cephesinin siyasi baskıları sonucu iptal edilmesi, karşıtları arasında, rejimin beklediği biçimde bir moral bozukluğuna ve yılgınlığa yol açmadı. Aksine geniş muhalif kesimlerde 31 Mart seçim sürecinin yol açtığı dinamizmin etkisiyle canlı, hatta coşkulu bir mücadele isteği ortaya çıktı. Bunda özellikle belediye başkanı adayı İmamoğlu’nun ortaya koyduğu performansın ve önderlik kapasitesinin büyük rolü var. Ancak bütün bunlar 23 Haziran’da yapılacağı söylenen seçimin (öyle birkaç yüz bin oyla) kazanılmasını garantilemiyor. Unutulmaması gereken, seçimleri “yüzde yüz kazanacaklarını” söyleyen RTE’nin de ima ettiği üzere rejimin İstanbul’u alabilmek için elinden geleni ardına koymayacağıdır. Bu, pek çok insana 2015’teki 7 Haziran ile 1 Kasım seçimleri arasındaki süreci hatırlatan bir durumdur. Gerçekten de iktidar bu konuda bildiğimiz ve henüz bilmediğimiz, aklımıza gelen ve gelmeyen her şeyi yapabilir. Gerici ittifaka dahil edilebilecek yeni unsurların yanı sıra açık bir şiddet politikasının devreye sokulmasıyla ve elbette her türlü aleni kanunsuzluğa baş vurarak iktidarın İstanbul seçimlerini kazanma ihtimali vardır. Bu nedenle çeşitli kesimlerden pek çok insan haklı olarak 31 Mart seçim sonuçlarının savunulması, halkın oyuna sahip çıkılması ve bu nedenle yeni bir seçimin reddedilmesi gerektiğini söylemektedir. Bu kesim, aynı zamanda Türkiye’de son birkaç yıldır yaşananın bir “rejim değişikliği” olduğunu ve bunun gerçekten “ciddiye alınması” gerektiğini, bu nedenle iktidarın seçimleri kaybetse dahi kendi isteğiyle gitmeyeceğini haklı olarak belirtmektedir. (Nitekim son İstanbul seçimleri bunu açıkça ortaya koymuştur.) Siyasete küskünlüğünü pasif ve bireysel bir boykotla ifade etmek isteyenlerin dışındaki bu kesim, yine haklı olarak bu koşullarda yapılması gerekenin kapsamlı, bütünlüklü ve rejimi yıkmaya yönelik belirli bir siyasi stratejiye dayalı bir “boykot” olduğunu vurgulamaktadır. Gerçekten de bu tür bir boykotun, bir önceki seçim sürecine oranla, maddi ve manevi koşulları bakımından çok daha mümkün olduğu ortadadır. Aynı şekilde böyle bir boykotun, gerçekleşmesi halinde bir takım kitle seferberliklerine yol açma ihtimali de küçümsenemez. Ancak bu ihtimallerin gerçeklik kazanması, somut bir takım koşulların ve güçlerin varlığına bağlıdır. Üstelik bu güçlerin, asgari düzeyde de olsa örgütlü, iyi kötü stratejik bir yaklaşıma sahip ve kitlesel nitelikte olmaları gereklidir. Bu açıdan bakıldığında, ortada böyle bir tanıma uygun devrimci sosyalist bir gücün olmadığı görülür. Bugün devrimci nitelikte olmasa da bu özelliklere sahip tek güç siyasi yelpazede “burjuva solu”nu oluşturan CHP’dir. Bu durum, toplumsal temelleri bir süre öncesine göre daha güçlü olan boykot taktiğini en azından bugün için siyasi olarak neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Kazandığı çok önemli bir seçimin iptali karşısında CHP’nin yapacağı bir boykotun seçim günüyle sınırlı ve pasif bir eylem olarak kalması mümkün değildir. Bu taktik, bir kere uygulamaya konulduğunda bütünlüklü bir iktidar stratejisiyle ve bu doğrultuda, mesela parlamentodan da çekilerek “sine-i millete dönmek” ve grev çağrıları da dahil bir dizi başka taktikle desteklenmek zorundadır. Bu aynı zamanda kitleleri harekete geçirme zorunluluğu ve/veya kitlelerin kendiliğinden harekete geçmesi ve devrimci bir takım ihtimallerin ortaya çıkması anlamına gelir. Böyle bir ihtimalin CHP gibi “devletperest” bir partiye geri adım attırması kaçınılmazdır. Nitekim CHP Parti Meclisi’nde sol kanat tarafından dile getirilen “boykot” önerisinin reddedilmesi bunu göstermektedir. Kısacası CHP geniş kitleleri kendisi için bir “macera” olarak gördüğü, devrimci sonuçları da olabilecek bir mücadele stratejisi doğrultusunda örgütlemeyeceği gibi, kendiliğinden harekete geçmiş kitlelere de önderlik etme niyetinde değildir. Muhalif kitlelerin gözü ise hâlâ çok büyük ölçüde CHP’dedir !

Bütün bunlardan yola çıkarak, seçim sonuçlarıyla ilgili benzer durumların tekrarlanması ihtimaliyle birlikte zemini nesnel olarak güçlenecek olsa da, devrimci sosyalistler tarafından bugün yapılacak bir boykot çağrısının kapsayıcı bir etkisi olmayacağını söyleyebiliriz. Bu durum bir yönüyle, devrimci siyasi faaliyetin önümüzdeki dönemde, sınıf eksenine, kitle özörgütlenmelerine ve sağlam bir stratejik temele dayalı, “kurucu meclis” talebini de kapsayan, ancak bunun da ötesinde, bir işçi emekçi iktidarı hedefi doğrultusunda yürütülmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. Aynı durum diğer yönüyle bize, boykot taktiğinin sağlayacağı muhtemel devrimci sonuçlar ve haklılığımız konusunda ne düşünürsek düşünelim bugünkü imkânlarımız ve kitlelerin bilinç ve örgütlenme düzeyleri konusunda gerçekçi olmamız gerektiğini hatırlatmaktadır. Bunun anlamı, eğer etkisiz ve nesnel olarak rejimin işine yarayacak bir boykot veya aynı anlama gelecek bir başka “taktik” uygulama yanlışına düşmeyeceksek, bu seçimde Ekrem İmamoğlu’na oy verilmesi gerektiğidir. Tekrar edelim, verilecekoylar CHP’nin ve adayının nitelikleri nedeniyle değil, “Neo-Bonapartist” Saray rejiminin nitelikleri nedeniyle verilecektir.

Ölçümüz nedir?

Boykot veya oy kullanma konusundaki tutumumuzu belirleyen ilke ve ölçüt, her şeyden önce, var olan toplumsal-siyasaldurumun harekete geçirebileceği dinamikler ve yol açabileceği kitle seferberlikleridir. Bu nedenle, onlara gerçek durum hakkındaki bütün düşüncelerimizi açıkça söylemek koşuluyla kitlelerin ruh hallerini ve bilinç düzeylerini hesaba katmamız gerekmektedir. Daha devrimci taktiklerin yeterli toplumsal karşılıklarının olmadığı veya elimizdeki imkân ve araçların bu taktikleri uygulamamıza izin vermediği durumlarda, kitlelerin hareketlenmesine yol açmaları şartıyla “daha az devrimci” taktikleri ve tutumları benimseyebiliriz. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, iptal edilen 31 Mart seçimlerinden önce de, seçimlerin “olağanüstü” koşullar nedeniyle kitle seferberliklerine yol açma potansiyelinin arttığını ve rejimin müdahaleleri nedeniyle başlıca mücadele alanlarından biri haline geldiğini belirtmiştik. Nitekim yaşanan gelişmeler bu görüşümüzü önemli ölçüde doğrular niteliktedir. Kısacası, seçimlerin harekete geçirdiği ve geçirebileceği dinamikler seçim sonuçlarından, kazanan adaylardan çok daha büyük bir önem kazanmıştır. Ayrıca, muhalefetin kazandığı bir seçimin iptal edilmesinin sonuçları, kitlelerin ruh halleri açısından, iktidarın hile ve usulsüzlüklerle kazandığı bir seçime (umutsuzca) itiraz edilmesinden çok daha etkileyici olmuştur.

Çelişki mi..?

Bir başka husus ise, bir taraftan Saray rejiminin seçimleri kaybetse bile iktidarı vermeyeceğini söyleyip öte yandan sandık başına gitmenin bir çelişki olup olmadığıdır. Bu konuda şunları söyleyebiliriz: Öncelikle emekçi kitlelerin bu gerçeği kendi deneyimleriyle öğrenmeleri gerekmektedir. Bu deneyim kitlelerin başka yönlere yönelmelerinde en önemli unsur olacaktır. Ülkeyi yöneten gücün, çeşitli hilelerle de olsa, zaten kazandığı veya üstüne yattığı bir seçimden sonra “iktidarı vermesi” gibi bir durum olamaz. (Bu bazı hallerde ancak çok büyük bir mücadeleyle mümkündür.) İktidar haksız da olsa bu “başarıyı” varlığının başlıca meşruiyet kaynağı olarak (millet iradesi) gösterecektir. Gerçek ancak, iktidarın seçimi kaybetmesi halinde ortaya çıkabilir. Yani siyasi gücü elinde tutanların “seçimi kaybetmelerine rağmen bu gücü teslim etmeyecekleri” gerçeği, ancak bir seçim yapılması ve iktidarın bu seçimi kaybetmesi halinde kanıtlanacak bir durumdur. Aksi halde gerçekleri ne kadar yansıtsa da yukarıda ifade ettiğimiz sorun, ancak bir “niyet okuması” olarak kalacak ve iktidar tarafından rahatlıkla “muhaliflerin iftirası” olarak değerlendirilecek ve savuşturulacaktır. Ayrıca, rejime karşı mücadelenin temeli ister iktidarın seçimi kaybetmesine, ister hile yaparak kazanmasına dayansın sonuçta bir seçim yapılmasına, insanların bu seçimde oy kullanmasına ve iktidarın bu seçimlerde “bir şeyler” yapmasına bağlıdır. Kitlelerin gerçekleri öğrenmeleri ve sonra da “alışılmışın” dışında bir şeyler yapmaları (elbette başka şeylerle birlikte) ancak bu deneyimin bir sonucu olabilir. Sadece bizim bildiğimiz, fakat emekçi kitlelerin henüz bilmediği bir takım gerçeklerle varılacak devrimci bir hedef yoktur!

Türkiye’de, “demokrasinin” tek dayanağı olan ve bugüne kadar her şeye rağmen iyi kötü işleyen “seçim müessesesi” diğer pek çok kurum gibi iktidar eliyle çökertilmiştir. Bu aynı zamanda, var olan rejimin tek “meşruiyet” kaynağının da ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Bugün yaşanan, hem Türkiye hem de iktidar açısından bir “kırılmadır.” Şu veya bu şekilde elde edilmiş bir seçim başarısı dahi iktidarın iflah olmasını sağlayamayacaktır. Bundan sonra ne kadar sürerse sürsün, bu rejimin bir geleceği yoktur. Çabamızın hedefi, bu ülkenin geleceğinin, siyasi olarak sermayeyi temsil eden bir takım “demokratların” elinde değil, işçi ve emekçilerin elinde şekillenmesidir. Özgürlük işçilerle gelecektir!

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında