GİBİ YAPMAK

GİBİ YAPMAK

İşler “normalmiş” gibi yürütülmeye çalışılsa da herkes, Türkiye için bile “anormal” bir dönemden geçtiğimizin farkında! Demek istediğimiz şu: İktidar ve belli başlı muhalefet güçleri, memlekette bir rejim değişikliği yaşanmış olmasına rağmen, sanki hâlâ eski “demokratik” rejimin kuralları geçerliymiş, hatta hâlâ bir takım kurallar varmış “gibi yapmaya” devam ediyorlar! İktidar cephesi (Burada MHP’yi biraz ayırmak lazım) bir “demokrasi”, hatta “ileri bir demokrasi” söylemi eşliğinde bir diktatörlüğü tahkim etmeye çalışırken, muhalefet cephesi, zaman zaman “faşist” olarak tanımladığı bir diktatörlük altında adeta “demokrasicilik” oynuyor!

Bütün bunlar bir “yanılsamanın” sonucu olamaz. İktidarın, rejimi değiştiren bilinçli bir özne olarak neyin ne olduğu ve neden yapıldığı konusunda bir zihin açıklığı içinde olmaması imkânsız. Yani hiçbir rejim, farkından olmadan veya kazara değiştirilemez veya kurulamaz! Aynı biçimde, muhalefetin de bir rejim değişikliğinin farkında olmaması mümkün değil. Hele ki kendini “eski rejimin” kurucu partisi ve “yılmaz – kül yutmaz” bekçisi olarak tanımlayan bir ana muhalefetin varlığında böyle bir yanılgının sözü dahi edilemez. Ancak yine de taraflar arasında, “demokrasi” konusunda zıt yönlü de olsa bir “konsensüs” var. Karşılıklı bütün suçlama ve anlaşmazlıklara rağmen iktidar cenahının “teorik”, muhalefet cenahının ise “pratik” olarak “bir acayip demokrasi” ortamında yaşadığını söyleyebiliriz. Peki, o halde en alttakilerden en üsttekilere kadar herkes, neden işlerin artık başka türlü yürüdüğünün, “bunun” artık “o” olmadığının farkında olsa da sanki öyle değilmiş gibi yapmayı ve gerçeği açık açık söylememeyi tercih ediyor?

İktidar, muhalefet, hayali demokrasi vs…

Bunun anlaşılır nedenleri var: Çünkü iktidar, söylem ve eylemleriyle her ne kadar belli etse de yaptığı ve yapmaya devam edeceği işin bir “demokrasi” açısından açıkça ifade edilemeyecek kadar “kötü” bir iş olduğunun farkında! Bu nedenle, yaptıklarını, öyle olmadığını kesinlikle bilmesine rağmen, inanılmaz bir pişkinlik ve yüzsüzlükle muhalefetin üzerine yıkıp tam tersi isim ve sıfatlarla tanımlıyor. (George Orwell’ın “1984” romanında olduğu gibi) Bu sayede bir diktatörlüğe “demokrasi” adını vermesi, yıllarca beceriksizliğiyle dalga geçtiği bir muhalefet partisini “organize oy hırsızlığı” ile suçlaması mümkün oluyor! Aynı, giderek “tek adam” rejimine dönüşen bir süreci “ileri demokrasi” inşası olarak tanımlaması gibi!

Yukarıda belirtildiği üzere, kuşkusuz muhalefet de durumun farkında. Hatta rejim öylesine değişmiş ki, yukarıda da vurguladığımız üzere iktidardaki bir “faşizm”den bile söz ediliyor; daha ne olsun! Ancak söylemindeki sertlik ve keskinliğe rağmen, eylem alanında, bazı istisnai durumları saymazsak, muhalefet “normal zamanların” yani geçmiş dönemin moda tekerlemesiyle “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” döneminin usulleri içinde davranmaya devam ediyor. Muhalefetin gerçek durumla uyuşmayan tutumu aslında bir “zorunluluğun” sonucu; çünkü Kemal Kılıçdaroğlu’nun deyişiyle “Dışarıda silahlı adamlar var!” Yani muhalefet şimdi içinde dolanıp durduğu hayali demokrasi alanının dışına çıkıp Türkiye’nin içinde bulunduğu gerçek dünyaya adım atması halinde artık tamamen kanun ve hukuk dışı bir hal almış iktidar mekanizmasının açık şiddeti ile karşı karşıya kalacağını düşünüyor. O nedenle, çok açık bir rejim değişikliğinin bilincinde olmasına rağmen “gibi davranmaya” devam ediyor. Üstelik bu kıskacı çok büyük kitle seferberlikleri yoluyla aşabileceğini, sınırlı da olsa bizzat kendi deneyimleriyle bilse de, “düzenperest” geleneği nedeniyle, daha ileri düzeydeki demokratik kitle seferberliklerinin muhtemel devrimci sonuçlarından korktuğu için işi sözünü ettiğimiz “hayali demokrasi” sınırları içinde götürmeye çalışıyor!

Görüntü ve gerçeklik…

Ancak sorunun iktidar ve muhalefetin öznel korku ve endişelerinin, psikolojik durumlarının, hatta numara yapma yeteneklerinin ötesinde daha temel bir nedeni var. Var olan durum esas olarak yeni rejimin bazı temel niteliklerinden kaynaklanıyor. Dünyadaki diğer benzerleri gibi (Rusya, Filipinler, Macaristan vb.) Türkiye’deki “neo-Bonapartist” rejim de burjuva demokrasisinin bazı görünüm ve kurumları ile keyfilik ve zaman zaman açık devlet zorunun (yani zorbalığının) bileşiminden oluşuyor. Başta seçimler olmak üzere bir takım burjuva demokratik kurum ve kuralların “hem var, hem yok” konumları, yeryüzünde giderek yayılmakta olan bu devlet biçiminin “bir deve mi yoksa bir kuş mu” olduğu konusundaki tartışmaları ve haliyle kafa karışıklıklarını körüklüyor. Bu tür bir “diktatörlük” çeşidinin “illiberal” veya “otoriter” demokrasi vb. kavramlarla tanımlanmasının bir nedeni de bu. Böyle bir rejimin bütün baskıcı, “iç savaşçı” ve “tek adamcı” niteliklerine rağmen hâlâ yasal bir muhalefetin varlığına ve birden çok siyasi partinin katılabildiği seçimlere izin vermesi nedeniyle yarattığı kendine has bir siyasi gerçeklik var. Yani iktidarın da muhalefetin de öznel davranışları, rejimin yol açtığı nesnel koşullarla çok yakın bir ilişki içinde. Bu durum malum işlerle meşgul bir iktidara “demokrat” kisvesi sağlarken, muhalefete de mücadelesini “demokrasi” sınırları içinde yürütme gerekçesi sağlıyor.

Alan daralıyor; CHP’den daha fazlası…

Ancak bu türden rejimlerin sağladığı “demokrasi” veya “demokrat gibi davranma” imkânlarının da bir sınırı var. Böyle bir rejim, kendi iç çelişkileri veya çok olumsuz bir konjonktür nedeniyle “kendiliğinden” yıkılmıyorsa daha da zorbalaşmak; yani ayakta kalabilmek için daha açık biçimde zora ve kanunsuzluğa başvurmak zorundadır. Bu da sıklıkla sözünü ettiğimiz üzere rejimin daha geleneksel ve “klasik” baskı rejimlerine dönüşmeye, en azından onları andırmaya başlaması anlamına geliyor. Rejimin bu tür bir “ilerleme” sürecine girmesi var olan “demokrasi” görüntülerinin de silinmeye başlaması ve muhalefetin siyasi alanının iyice daralması, hatta yok olması demektir.

Gelinen noktada, kullandığı seçim dili ve taktiğinin başarısından söz edilse de muhalefetin kazandığı bir seçim “zor” yoluyla iptal edilmiştir. Aleni gerçek budur. Bu, şu ana kadar izlenen “normal” yolun sonuna gelindiğine dair önemli bir işarettir. Kısacası her iki taraf açısından da “gibi yapma” imkânları hızla daralmaktadır. Bu aynı zamanda, giderek şiddetlenen çok yönlü bir krizin ekonomik, siyasi ve toplumsal etkilerinin farklı mücadele biçimlerini zorunlu olarak gündeme getireceği bir süreçtir. CHP’ye bir B,C,D planı olup olmadığı sorusunun sıklıkla yöneltilmesinin nedeni budur. Evet, eğer yapılarsa 23 Haziran seçim sonuçlarının, muhalefetin kazanması nedeniyle yeniden iptal edilmesi veya iktidar tarafından hileli veya yasadışı yollarla kazanılması halinde CHP hangi mücadele yöntemlerini kullanmayı düşünmektedir; bu konuda sahiden çok yönlü bir planı var mıdır? Örneğin CHP’nin, kaçınılmaz olması halinde kapsamlı bir “boykot” taktiğini veya başka türden etkili demokratik mücadele yöntemlerini devreye sokma konusunda bir niyetinden söz edebilir miyiz? Kitlelerin sokağa çıkması halinde CHP’nin bu seferberliklere önderlik etme konusundaki tutumu ne olacaktır? Bunlar gibi daha birçok soru sorulabilir. (Elbette aynı sorular diğer muhalefet güçlerine de sorulmalıdır.)

İktidarın rejimi değiştirebilmesini sağlayan önemli nedenlerinden birinin de “cüretkârlığı” olduğu düşünüldüğünde muhalefetin bazı şeylere cüret edebilmesinin, iktidarın restlerini görme cesaretini gösterebilmesinin önemi anlaşılır. Ancak bu anlamda CHP’ye umut bağlanabileceğine dair ciddi bir işaret yoktur. Aksine CHP’nin, tarihsel ve sınıfsal karakteri nedeniyle bu defa da demokratik ve devrimci kitle hareketlerini engelleyici veya sınırlayıcı bir rol oynayacağını tereddüt etmeden söyleyebiliriz. Tekrardan belirtelim: İstanbul seçimlerinde CHP adayına oy verme tutumumuzun nedeni bu partinin veya adayının nitelikleri değil, rejimin geriletilmesi hedefidir. Her şeyin daha güzel olabilmesi için CHP’den fazlasına gerek vardır.

Unutulmasın, “gibi yapma”nın sağladığı hareket imkânı hızla daralmaktadır…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında