DEMOKRASİ SAHİDEN ŞART MI?!

DEMOKRASİ SAHİDEN ŞART MI?!

Durum bu derece vahim olunca pek çok şey gözden kaçıyor.

Memleket, en azından önemli bir bölümü itibariyle öyle bir demokrasi açlığı içinde ki, demokrasinin, ekonomik kriz dahil her sorunu çözeceği, hatta krizin asıl nedeninin demokrasi yokluğu olduğu inancına sarılmış durumda. Belli başlı muhalefet partilerinin söylemi de bu yönde .

Öncelikle demokrasinin her sorunun, hele ki ekonomik sorunların “mucize” ilacı olmadığını, en azından demokrasiyle ekonomi arasında direkt bir ilişki bulunmadığını belirtelim. Bilindiği üzere kapitalizmin ekonomik krizleri demokrasi-diktatörlük tanımaz, koşulları oluştuğunda dünyayı ve ülkeleri sarsmaya başlar. Yani baskı ve diktatörlük veya demokrasi eksikliği ekonomik krizlere yol açar gibi bir kural yoktur. Mesela 1873-96 ve 1929-45 yıllarındaki ilk iki dünya bunalımının çıkış noktaları ve en çok etkilediği yerler arasında ABD ve İngiltere gibi siyasi anlamda demokratik ülkeler vardır.

Yine aynı biçimde 2007-2008’de başlayan “üçüncü bunalım” da ABD gibi demokrasisiyle ünlü bir ülkede başlamış ve hızla, başta Avrupa demokrasileri olmak üzere hemen her rejimden pek çok dünya ülkesine yayılmıştır. Burada ilgi çekici olan yön, bunalım, “demokratik” olarak anılan ülkeleri derinden etkilerken, mesela demokrasisiyle ünlü olmayan Çin gibi bir ülkeyi pek etkilememiştir. Hatta bunalımın birinci aşamasının görece “hafif” atlatılmasının başlıca nedenlerinden birinin Çin’in ekonomik performansının dünya ekonomisinin ayakta kalmasını sağlaması olduğu söylenir. Aynı şekilde, İspanya, İtalya, Yunanistan gibi AB üyesi burjuva demokrasileri, hâlâ altında ezildikleri ağır ekonomik sorunlarla boğuşurken, dönemin uluslararası sermaye hareketlerinin aldığı yön vb. nedenlerle Türkiye gibi, yüzünü “tek adam rejimine” çevirmiş olan bir ülke, vartayı görece kolay atlatmıştır.

Bizde…

Türkiye’den devam edelim. Mesela 1977’de patlayan ekonomik krizin nedeni, Türkiye’nin siyasi rejimi değil, ithal ikameci sermaye birikim tarzının tıkanmasıydı. O dönemde ekonomik krizle demokrasi arasındaki ilişki, bugün yaygın olan inancın tam tersi yönde işlemekteydi: Krizin çıkış nedeni “demokrasi eksikliği” değil, askeriyenin ve büyük sermayenin görüşüne göre “demokrasi fazlalığı” idi! Bu nedenle, çok sorunlu da olsa iyi kötü işleyen bir demokrasisinin 12 Eylül’de tasfiye edilmesinin temel nedeni, harekete geçirdiği çok sayıda sosyal ve siyasal dinamikle birlikte ekonomik kriz oldu.

Aynı şekilde, 1994, 1999 ve 2001 krizleri de, bütün yarı Bonapartist özelliğine rağmen, bugün sosyalistler dışında neredeyse bütün muhalefetin, bugünle karşılaştırıp demokrasi adına hayırla yad ettikleri bir dönemde yaşanmıştır. Bu konuda dünyadan daha pek çok örnek verilebilir.

Demek istediğimiz, siyasetin ve rejimin niteliğinin bir ekonomik krizin seyri ve sonuçları üzerindeki çok yönlü ve mutlaka hesaba katılması gereken etkilerine rağmen, krizin asıl nedeni olmadığıdır. Ekonomik krizlerin, hangi boyutlarda olurlarsa olsunlar, esas olarak kapitalizmin hareket yasalarının, eğilimlerinin ve kaçınılmaz iç çelişkilerinin bir sonucu olduğu ısrarla vurgulamak gerekiyor; en azından kendimizi kandırmamak için!

Krizden çıkış: Nezaket şart mı?

Sorunun bir başka boyutu ise, krizden kurtulmanın temel şartının “demokrasi” olup olmadığıdır. Yine tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki böyle bir şart yoktur. Kapitalizmin ekonomik krizinin, işçi sınıfının ve toplumun diğer emekçi kesimlerinin çok ciddi ve şiddetli bir direnç göstermediği veya sınıfın “demokratik” usullerle boyun eğdirilebildiği bazı durumlarda sonuç yine emekçiler aleyhine olsa da, bir rejim değişikliğine yol açmadan çözüme kavuşturulduğu birçok örnek vardır. Mesela Türkiye’de 1994, 1999 ve 2001 krizleri (süreci) işçi sınıfı hareketinin, siyasi ve örgütsel anlamda ciddi bir gerilemenin ardından adeta “dibe vurmuş” olması nedeniyle, sınıfa yönelik doğrudan bir şiddete ve bir rejim değişikliğine yol açmamıştır. (Şiddete dayalı pek çok iş yapılmış olsa da) Burjuvazi, 2001 krizini herhangi bir toplumsal dirençle karşılaşmadan uyguladığı “yapısal reformlarla” aşmayı başarmıştır. Ancak yine Türkiye’de , 70’lerin ikinci yarısında yaşanan kriz, mücadeleci ve örgütlü bir işçi sınıfının varlığı, toplumun emekçi kesimlerindeki hareketlilik ve devrimci hareketin görece gücü nedeniyle, kanlı bir beş yılın ardından, etkileri hâlâ sürmekte olan bir rejim değişikliğiyle sonuçlanmıştır. (12 Eylül 1980 darbesi) Üstelik Türkiye bu konuda yalnız da değildir. Kapitalist sistemin 70’lerin ortasında patlayan dünya çapındaki krizi, Şili (1973) ve Arjantin (1976) gibi ülkelerde de kanlı rejim değişikliklerine yol açmıştır.

Ancak krizin bir rejim değişikliğine yol açmadan çözümlenmesi, işin “nezaket” sınırları içinde ve yükün sınıflar arasında “hakça paylaşılması” yoluyla yürütüldüğü anlamına gelmemektedir. Başta ABD ve Birleşik Krallık olmak üzere birçok “Batı demokrasisi”, 70’lerin sonu ve 80’ler boyunca neo-liberal sermaye birikim tarzının kesin hâkimiyetini sağlama hedefiyle emeğe yönelik şiddetli bir saldırı başlatmıştır. Bu, ekonomik ve toplumsal “zor” yöntemlerinin yanı sıra zaman zaman polis zorunun da açıkça kullanıldığı, işçi sınıfının ekonomik ve toplumsal kazanımlarının budanmasına veya ortadan kaldırılmasına yönelik bir saldırıydı. “İleri Batı demokrasilerinde” işçi sınıfına yönelik bu genel saldırının Reagan dönemi ABD’sinde Hava Kontrolörleri Grevi’nin ve Thatcher’ın Birleşik Krallık’ında Madenciler Grevi’nin ezilmesi gibi unutulmaz ve simgesel örnekleri vardır. Özellikle Madenciler Grevi’nde işçi sınıfına yönelik polis şiddeti, filmlere konu olmuştur!

Demokrasi olmadan ekonomik gelişme olmaz mı?

Demokrasi dışı yöntemlerin kapitalist krizlerin çözümünde epeyce başarı sağladığına ilişkin hem eski hem de yeni pek çok örnek vardır. Ayrıca ekonomik gelişme ve kalkınma için demokrasinin temel bir şart olmadığına dair çok sayıda örnekten de söz edilebilir. Bugünün dünya ekonomisi içinde önde gelen ülkelerden bazıları bu ekonomik başarılarını geçmişlerindeki veya bugün şu veya bu biçimde süren baskı rejimlerine borçludur. Bu başarıların temel unsuru, bazı istisnalar dışında, devletin işçi sınıfına yönelik ağır baskıları, hak kısıtlamaları ve ülke kaynaklarını büyük burjuvazi lehine kullanması olmuştur. Faşist İtalya ve Almanya örnekleri bir yana, diktatörlük altında iktisadi büyüme ve kalkınmanın çok sayıda örneği vardır. Bismarc’ın demir yumruğu altındaki Almanya gibi 19. yüzyıl örneklerinin yanı sıra, 20 yüzyılda Faşist Franco İspanyası’nın, Getulio Vargas döneminde ve daha sonraki askeri diktatörlük rejimleri altında Brezilya’nın veya çok yakın bir zaman kadar sendikaların resmen yasak olduğu Güney Kore’nin askeri diktatörlük döneminde yaşadığı ekonomik gelişme bu örneklerden bazılarıdır. Ha keza, daha farklı bir sosyo-ekonomik geçmişe sahip olsa da Çin’in yükselmekte olan bir emperyalist-kapitalist güç olarak bugünkü ekonomik konumunu demokrasisine borçlu olduğunu kimse ileri süremez!

Yine bizden bir örnek verecek olursak, Türkiye kapitalizmi gelişiminin önemli bir bölümünü önce bir tek parti diktatörlüğü (1923-50) ardından da baskıcı ve yasakçı bir çok partili dönemde (1950-60) yaşamıştır. 12 Eylül askeri diktatörlüğü dönemi ise Türkiye büyük sermayesinin tarihine altın harflerle geçecek kazanımlarla doludur! Sonuç olarak kapitalizmin krizinin aşılmasında ve ekonomik gelişmenin sağlanmasında çeşitli türden diktatörlüklerin önemli bir rolü olduğunu söyleyebiliriz.

Makas bir kere açıldı mı; veya demokrasinin zararları!

Dünya tarihindeki pek çok örnek, sermayenin ekonomisiyle emeğin ekonomisi arasındaki “makasın” iyice açıldığı durumlarda –ki, şiddetli ekonomik krizler böyle durumlardır- emek güçleri bir biçimde boyun eğip sermayenin çözümünü kabul etmezse, egemen sınıfların diktatoryal yöntemlere başvurmaktan çekinmediğini göstermektedir.

Buradan çıkartacağımız önemli bir sonuç vardır: Liberal bazı iddiaların aksine kapitalizmle demokrasi arasında zorunlu bir ilişkisi yoktur. İşlerin iyi kötü yolunda gittiği dönemlerde veya güç dengelerinin henüz başka yöntemlere izin vermediği hallerde kapitalizm, siyasi demokrasiyle bir arada yaşayabileceği gibi, işlerin tersine döndüğü kriz dönemlerinde, hatta bazen hiç de öyle bir krizin yaşanmamasına rağmen, “normal” bir demokrasi dışılık veya alenen bir diktatörlük rejimi içinde varlığını sürdürebilir; yani kapitalizm için demokrasi zorunlu bir şart değildir. Aslında saf haliyle liberalizmin de bu konuda pek bir gizlisi saklısı yoktur. Mesela liberalizmin ağababalarından M. Friedman, demokrasinin bireysel özgürlükleriortadan kaldırmayacak biçimde düzenlenmesi gerektiğini; siyasal özgürlüğün tahribatının üzücü olduğunu, ama sermaye için iktisadi özgürlüğün kaybına kıyasla ciddi bir sorun olmadığını söyler… Aslında söylenmek istenen, ekonomik özgürlüklere zarar vermeye başladığı durumlarda demokrasiden vazgeçilebileceğidir; özellikle de yeni bir sermaye birikim düzenini ve hızlı bir sermaye birikimini gerekli kılan bunalım dönemlerinde…

Ünlü liberallerden Hayek ise, açıkça özgürlük ile demokrasi arasında karşıtlık olduğunu belirterek, “Siyasal özgürlük, bireysel özgürlüğün gerekli öğesi değildir. İkisini birbirinden ayırmak gerekir” der…

Çözüm; ama kimin yararına..?

Tekrar edelim, burada anlatılmaya çalışılan husus, ekonomik bir krizin nedeninin demokrasi eksikliği veya yokluğu olmadığıdır. Kriz, kapitalist bir ekonomik düzenin kaçınılmaz sonucudur; ve elbette belirli bir aşamasından itibaren “demokrasiyle” ilgili çok ciddi sorunlara yol açmaya başlar. Asıl sorun giderek derinleşen bir krizin çözümünün kimin yararına veya kimin zararına olacağıdır. Politika bu noktada büyük önem kazanır. Doğru ve iyi hesap edilmiş ekonomik politikalarla bir krizi idare edilebilir sınırlarda tutmak, etkilerini azaltmak veya şiddetine ve derinliğine göre kontrol etmek bir ölçüde mümkündür. Ancak giderek toplumsal ve siyasi alanları da kapsayan ve de bunalıma dönüşmeye başlayan bir krizi günlük politikalarla veya kısmi yöntemlerle idare etmek sonuna kadar mümkün değildir. Mutlaka bir karar anına gelinir ve radikal bir takım işler, mesela “yapısal reformlar” yapılmak ve “sert önlemler” alınmak zorunda kalınır. Sorun bu “sertliğin” kimlere, daha doğrusu hangi toplumsal sınıflara yöneltileceğidir.

Muhalefetin, giderek ağırlaşan ekonomik krizin ikinci dereceden nedenleri üzerinden sürdürdüğü eleştiriler, yukarıda belirttiğimiz asıl sorunun üstünü örtmekten başka bir işe yaramamaktadır. Demokrasi mücadelesi elbette çok önemlidir, ancak işin temelinde yatan asıl sorunu soyut ve sınıflarüstü bir demokrasi söylemiyle veya “Her şey çok güzel olacak!” vaadiyle çözmek mümkün değildir.

Eğer politika sonsuza kadar “İstanbul seçimleri” ile gitmeyecekse muhalefet, krizin nedenini demokrasi yokluğuna bağlamak yerine, kendi çözüm programını, politikalarını ve tercihlerini, “demokrasi” ve “rejim” sorununu da dahil ederek açıklamak zorundadır.

Açıklasın ki, biz de önerdiği demokrasinin ne menem bir şey olduğunu anlayalım…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında