YÜKSELEN MİLLİYETÇİLİK, ‘’GÖÇ EDEN’’CUMHURİYET!

YÜKSELEN MİLLİYETÇİLİK, ‘’GÖÇ EDEN’’CUMHURİYET!

Koşulların iyi olduğu durumlarda bile devletle yönetilenler arasında gerilimin ve güvensizliğin izleri her zaman vardır. Bu gibi koşullarda yönetimi altındakilerin disiplinini sağlamak için, onların davranışlarında düzenlilik sağlayacak bir disiplin gözeten ve talep eden bütün güçler gibi, devletinde meşruiyete ihtiyacı vardır. Meşruiyet, yönetilenlerin devletten gelen ve uygun otoritelerin damgasını taşıyan, ne olursa olsun boyun eğilmeye değer olduğuna güven duymalarını ve boyun eğilmesinin de gerektiğine inanmalarını sağlamayı amaçlar.

Vatandaştan, onun aklına uygun bir yasa olduğundan emin olmasa ve yasanın yapmasını istediği şey hoşuna gitmese bile yasaya uyması istenir. Yasaya sırf meşru kabul edilen otorite tarafından desteklendiğinden uyulmalıdır. Çünkü söylendiği üzere bu ‘’ülkenin yasasıdır.’’ Meşruiyet ‘’ de bu benim yurdum’’, ‘’iyisiyle kötüsüyle benim yurdum’’ duygusuna dayandığından en güvenli olan koşulsuz bağlılık geliştirmeyi hedefler. Bu servet ve kudret genel uzlaşma ve elbirliğine bütün vatandaşların barış içinde yan yana yaşamasına ve düzeni korumasına bağlı olduğundan, paylaştığımız bu yurdun gücünün biz hepimiz ortak çıkar için ne gerekiyorsa onu birlik içinde ve rıza göstererek yapıldığında artacağına inanılır.

Vatandaşın davranışlarına yön veren ‘yurtseverlik’, yani vatan aşkı, vatanı güçlü ve mutlu kılma ve onun gücünün ve mutluluğunun getirdiği her şeyi yapma iradesini göstermektir. ‘Yurtseverin’ en önde gelen görevi disiplindir. Devlete itaat etmek yurtseverliğin en açık işaretidir. Devletin yasalarına herhangi bir kafa tutuş ise kargaşayı besler ve tam da bu nedenle ‘yurt sevmezliktir.’ Meşruiyet, itaati işte bu şekilde akıl ve muhakeme yoluyla sağlamayı amaçlar.

Gelgelelim yapılan bütün hesaplar bir karşı gelişmeyi de beraberinde yaratır. Eğer yurtseverce itaat sadece akla dayandırılırsa kişi pekâlâ bu argümanı aklın testine tabi tutabilir. Öfke duyulan bir politikaya boyun eğmenin getireceği bedel karşısında, etkin bir direnişin getirebileceği kazanımın hesabını yapılabilir. Sonuçta direnişin boyun eğmekten daha az bedel ve zarar getirdiği ve dolayısıyla rıza göstermemenin daha iyi olduğu görülebilir ya da en azından buna inanılabilir. Bu yüzden birliğin getirebileceği faydalara atıfta bulunarak itaat gereğini meşrulaştırma çabaları hiç de ikna edici değildir ve amacına hiçbir zaman ulaşamaz. Özellikle kendini rasyonel hesabın bir ürünü olarak sunduğu için ve böyle sunduğu müddetçe meşruiyet zayıf ve güvenilmez, sürekli tekrara ve savunmaya muhtaçtır.

Öte yandan Millete ve onun refahına koşulsuz sadık olmayı isteyen milliyetçilik herhangi bir akla ve hesaba uymaz. O daha çok mevcut itaati kendi başına bir değer ve bir amaç olarak kabul eder. Bir milletin üyesi olmak, bireyin karşı çıkamayacağı kadar güçlü bir kader olarak anlaşılır. Milliyetçilik tek tek üyelerine kimliğini verenin millet olduğunu anlatır. Millet devlet gibi ortak çıkarı kollamak için girilen bir birlik değildir. Tersine o bütün çıkar hesaplarını aşar ve aslında çıkarlara anlamını veren milletin birliği, ortak kaderidir.

Kendini tamamen bir milletle özdeşleştiren bir milli devlet, fayda hesaplarını devreye sokarak meşrulaştırmak yerine milliyetçilik potansiyelini harekete geçirebilir. Bu durumda milli devlet millet adına konuşuyor olma temelinde itaat ister ve devlete itaatsizlik demek yasayı çiğnemekten daha kötü bir şeydir. Milli davaya ihanet demektir. Devlet milletin otoritesini kendi disiplin talebini güçlendirmek için kendine mal ederken, milletler sadakat isteklerini desteklemek üzere devletin zorlayıcı potansiyelini harekete geçirmek için kendilerini devletler halinde yapılandırmaya yatkındır.

Millet kendi varlığını savunmaktadır, doğal olmasına doğaldır ama milliyetçilikler normal olarak milletin korunması ve sürekliliği için güç, baskı uygulama hakkı talep eder. Devlet gücü bu iş için biçilmiş kaftandır. Daha önce belirttiğimiz gibi, devlet gücü baskı araçları üzerinde tekel anlamına gelir, ancak devlet gücü tek tip davranış kuralları dayatmaya ve herkesin uyması gereken yasalar yürürlüğe koymaya muktedirdir. Bu yüzden devlet meşruiyeti için milliyetçiliğe ihtiyaç duyduğu kadar, milliyetçilik de başarısı için devlete ihtiyaç duyar. Milli devlet işte bu karşılıklı çekimin ürünüdür. Dünyanın büyük bir kesiminde devlet ve millet iç içe geçmiştir. Unutmamak gerekir ki devlet ve milletin iç içe geçmesinin tarihsel bir olgu olması onun kaçınılmazlığının kanıtı değildir. Milletle devletin evliliği hiçbir biçimde alın yazısı değildir, kendi rızalarıyla yapılmış bir evliliktir.

Cumhuriyetçilik ve Milliyetçilik!

Cumhuriyet ile millet arasında bir sevgi nefret ilişkisi bulunur. Birbirlerine ihtiyaçları vardır, ama barış içinde aynı yeri paylaşmayı güç, aralarında ki farkları müzakere edip uzlaştırmayı ise çıldırtıcı ölçüde zor bulurlar. Birbirlerini aynı anda hem iter, hem de çekerler. Aynı zemin üzerinde iş görmelerinin ve aynı halkı birbirine bağlayıp bir arada tutan temel yapıştırıcı olmaya özenmelerinin dışında cumhuriyet ile millet neredeyse her açıdan birbirinden farklıdır. Her biri, diğerinin refakatine mahkûm olduğu için, kabilenin rahatça kullandığı araçlardan başka araçlar kullanmaları gerekir.

Milliyetçilik için millet, millet mensuplarının herhangi bir karara varmalarından önce onlara verilmiş bir şeydir. Ama aynı zamanda mensuplarının günlük davranışları içinde gözetip her şeyden üstün tutmaları, yüceltmeleri ve süslemeleri gereken bir değerdir de. Cumhuriyetçi düşünce, hangi şeylerin akılda tutulması, hangi şeylerin de unutmanın çöp sepetine atılması gerektiği konusunda milliyetçi arkadaşı/hasmıyla kavga etmeye nadiren tenezzül eder. Yapılan seçmeyi sorgulamanın ötesine geçer cumhuriyetçilik. Tıpkı geçmişin kendisini değersizleştirdiği gibi, tarihsel hatırlamanın erdemini, otoritesini ve gerekli olduğunu yadsır. Saf haliyle cumhuriyetçi düşünce tam da geçmiş tarihi tahtından indirmekle ve ‘’yeni başlangıçla’’ ilgili bir şeydir.

Milliyetçilik uzun ve sancılı bir tarihin yaşayan mirası olan milletin kendisinin başlı başına bir iyi olduğunu ilan ediyordu. Oysa devrimci cumhuriyetçiler, cumhuriyetin ortak iyi fabrikası, ortak iyiyi üretecek tek fabrika olduğunu iddia ediyorlardı. Cumhuriyetçilerin iyi toplumu tamamıyla geleceğe aitti, ona henüz ulaşılamamıştı ve sadece cumhuriyetin kendi çalışması yoluyla ulaşılabilirdi. Ancak böyle söylendiğinde cumhuriyet fikri kendisini en baştan derin bir çelişki içine sokuyordu ki bu çelişki modern tarihin önemli bir kısmı boyunca başına bela olmaya devam edecekti.

Yeni başlangıç, daha doğrusu sonsuz bir yeni başlangıçlar dizisi fikrini ve sırf uzun sürmüş diye tarihin mirası tarafından bağlanmayı katı bir biçimde reddetmesi, cumhuriyetin ortak iyiyi üretirken ulaşabileceği tek kaynak olarak insanın eleştirme, akıl yürütme ve yargılama yeteneğini bırakıyordu geriye. Özgürlükler üçlüsünü(düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüklerini) cumhuriyetçi hayatın olmazsa olmaz koşulu haline getiriyordu. Ama öte yandan ortak iyinin sağlanmasını cumhuriyetçi değerler listesinin en tepesine yerleştiriliyordu. Evrensel mutluluğun cumhuriyetin en üstün amacı olduğu ilan ediliyordu.

Cumhuriyet içinde yanlış türden bir uzlaşmaya varma ya da bir ilkeye yer açayım derken öbürünü fazlaca kısıtlama tehlikesi her zaman söz konusudur. Yine de bu iki ilkeden herhangi biri olmazsa cumhuriyet düzgün yürüyemez. Cumhuriyet ancak bu ikisi birlikte olduğunda kendisi olur. Yani yurttaşların özgürlüğünü sadece kısıtlamalardan kurtulmuş olma anlamında değil, teşvik edici bir güç olarak katılma özgürlüğü olarak gören bir kurum olur. Yurttaşların müdahale etme, hepsini bağlayan düzenin ana hatlarını çizen yasaların oluşturulmasına katılma hakkı, milletin kan, toprak ve tarihsel mirasına verilen cumhuriyetçi yanıttır.

Milliyetçiliğin takipçilerinden yani vatanseverlerden sergilemelerini beklediği başlıca erdem sadakattir. Millet mensuplarından istenen şeyse sadık olmaları beklenen şeyin mantığını ve değer ve normlara itaat etme talebinin ahlaki statüsünü sorgulamayı hiçbir koşulda yapmamalarıdır. Cumhuriyetçi düşünce ise tam tersine eleştirel sorgulamayı cemaat üyeliğinin bağrına yerleştirir. Yurttaşlar cumhuriyete yönetimlerince savunulan ya da ihmal edilen değerlere aktif olarak ilgilenerek ait olurlar. Milliyete bağlılık koşulsuz, onu koşullu hale getirmek de bir ihanet olduğu halde, cumhuriyet üyelik koşullarını belirlerken yurttaşlarına sunduğu ve garanti altına aldığı özgürlüğün derecesine göre yargılanır ve değerlendirilir.

Parçalanan egemenlikler ve göç eden Cumhuriyet!

Modern devletin tarihi boyunca, milletle cumhuriyetin ‘’havzası’’ örtüşme durumundaydı. Ancak bu durum sürekli bir çatışma kaynağı oldu. Ama bu durum aynı zamanda her bir tarafın diğerini aşırılığa kaçmasının getireceği korkunç sonuçlardan koruyabilmesi ve tek başına bireylerin içinde bulunduğu durum üzerinde yaratabileceği ters etkileri hafifletme ya da dengeleme imkânı da sundu. Milliyetçiliğin sevecen ama sinsi tahakkümcü kolları insanın rahatını bozmaya başladığında cumhuriyet kaçış yolu sunar. Ama aynı zamanda kamusal alan insanın kendini güvende hissetmesini önleyecek ölçüde soğuk ve gayrı şahsi, cumhuriyetçi hayatın talep ettiği sorumluluklar da taşınamayacak ağır geldiğinde ait olmanın sıcaklığını ve ‘’seçim yapmaya gerek yok’’ durumunun rahatlığını sunar.

Ancak birkaç yüzyıldır cumhuriyet deyim yerindeyse milletle paylaştığı ulus-devletten ‘’göç etmektedir’’. Çağdaş devletler var olan cumhuriyetçi modelin esaslarıyla da uyum sağlayamaz bir hale geldiklerinden değil, ancak devlet içinde uygulandığı şekliyle demokrasi uygulamalarına ne kadar uyum göstermeye çaba gösterse de yurttaşların hayatı için can alıcı önem taşıyan koşulları koruyamayacak ya da ayarlayamayacak ölçüde güç kaybetmelerinden kaynaklanmaktadır.

Temelde kabul edilen görüş kurulu toplumsal düzeninin özgür ve her yeni düzeltmenin kendi başına bir toplumsal yapı ve değerler değişikliği olduğu bunun olayların olağan akışı içinde oluştuğu, fikirlerin ve malların açık pazarındaki özgür ve eşit tartışmalarla araştırılıp hazırlandığıdır. Ancak bütün bunlar Sınıfların var olduğu, sınıfsal güçlerin eşit olmadığı, var olan durum sürdükçe bu eşitsizliğin durmadan arttığı bir topluma uymaz. Ekonomik ve politik gücün belli ellerde toplandığı, teknikten egemenlik aracı olarak yararlanan bir toplumda zıt görüş açılarının entegrasyonu ile radikal karşı çıkışlar ortaya çıkabildiği yerde engellenmektedir.

Tekelci çevrelerin egemenliği altında öyle bir zihniyet imal edilmiştir ki bu zihniyete göre hak ve haksızlık, doğru ve yanlış her zaman kapitalist toplumun hayati çıkarlarına dokunduğu yerde önceden saptanmıştır. Etkin karşı çıkışla kurulu düzenin dışında kalanın tanınması bloke edilir. Bloke etme olayı yayımlanan ve yönetilen dille başlar. Sözcüklerin anlamı sert bir biçimde dondurulur. Egemen güçlerin reklamları ile yerleşen ve uygulamalarıyla gerçekleşen sözcükler ve fikirlerden ayrı anlama sahip sözcük ve fikirlerin dile gelişine izin verilmez. Demokrasilerde toplumda bütün sınıfların söz sahibi olduğu ve siyasal yönden eşit olarak temsil edildiği ve bir iktidar dengesinin var olduğundan söz edilir. Bunlar insanlara onur kazandırıcı ve hoş şeyler olarak görünür. Oysa gerçek hayatta toplumda kurulan her iktidar dengesi bir taraf açısından denge sağlamakta, diğer taraf açısından ise tam bir dengesizlik durumu yaratmaktadır.

Kapitalist toplumda egemen duruma geçmiş olan sınıflar bu egemenliklerinin anlaşılmaması, sarsıntıya uğramaması için toplumda adaletli bir iktidar dengesinin bulunduğunu ileri süreceklerdir. Toplumda çıkarlar arası doğal bir uyum olduğunu ileri sürenler toplumda ki sınırsız hırsları ve zulmü yok gösterip onun yerine adaletli ve ilerlemeye yatkın bir toplumdan söz etmektedir. Dolayısıyla var olan yapıya karşı mücadeleye girişen sınıflar toplumun genel uyum ve çıkarlarına zarar vermekle suçlanırlar. Sanayici ve iş adamlarının dönüp sendika liderlerini ‘’iç barışı bozmakla’’ suçlamaları, işi sınıfının temsilcilerinin işveren işçi ilişkilerinde doğal olarak bulunduğunu ileri sürdükleri ortak yararlara zarar verdiklerini ileri sürmeleri nedensiz değildir. Aynı şekilde uluslararası düzeyde egemen devletlerin bağımlı devletlere dönüp onları uluslararası anlayış ve işbirliğine zarar vermekle suçlamaları ve ahlâk dersi vermeye kalkmaları da nedensiz değildir.

Dolayısıyla ulus-devlet içindeki cumhuriyet, refahı tanımlama ve arttırma kudretinin büyük kısmını yitirmekte olduğu için, ulus-devletin toprakları gittikçe milletin özel arazisi haline gelmektedir. Cumhuriyetin, milletin uzun vadeli güvenliğini sağlayacak ve böylece onun ‘’kuşatılmış kale’’ korkusunu iyileştirip ya da hafifletip hırçınlığını ve hoşgörüsüzlüğünü giderecek ya da azaltacak gücü pek kalmamıştır. Yani cumhuriyetin yenilgisi yeniden doğmuş, canlı, gemi azıya almış ve dizginsiz milliyetçilik çağına öncülük yapar.

Mesele, siyasi eylem kılıcı nereye vurulursa etkili sonuç alınır onu bulmaktır!

Globalizm, Neo liberalizm çağında emperyalist sermayenin dünya çapında dolaşımının önündeki engelleri kaldırmaya yönelik bir ideolojidir. Ancak yarın kapitalist dünyanın ekonomik bunalımı derinleştiğinde, ticaret savaşları kızıştığında, döviz piyasaları bunalıma düştüğünde, emperyalist dünyada gizliden gizliye verilmekte olan ekonomik savaş açık hale geldiğinde ve dünyayı ekonomik bloklara böldüğünde burjuva ideologları dün Keynesçiliği nasıl terk ettilerse bugün globalist görüşlerini terk ederek kaba milliyetçiler haline gelmekte sakınca görmeyeceklerdir. Kapitalizm bir dünya sistemi yarattı. Onun yerini alacak olan bütün üstün toplumsal sistemler bu konuda emperyalist sistemden daha enternasyonal karakterde olmak zorundadırlar. 

Mesele siyasi eylem kılıcı nereye vurulursa etkili sonuç alınır onu bulmaktır. Hayat koşullarının artan ’’esnekliği’ üzerinde ve dolayısıyla insan hayatlarının bütün akışına daha fazla nüfuz etmekte olan güvensizlik ve belirsizlik düzeyini azaltmayı amaçlayan etkili bir eylemin ön koşulu, siyaseti, günümüz egemen güçlerinin iş gördüğü düzey kadar uluslararası bir düzeye çıkarmaktır. Siyaset kendini ondan koparmış güçlere yetişmelidir. Bunun içinde söz konusu güçlerin içinde ‘’aktığı’’ mekânlara ulaşmasını sağlayacak araçlar geliştirilmelidir. Uluslararası güçlerin işleyiş ölçeğiyle kıyaslanabilir ölçekte uluslararası bir kurumdur, bir enternasyonaldir gerekli olan. Bu tür bir evrensellik’’ cemaatlerin’’ ve egemen ya da yarı egemen devletlerin sınırları ötesine ulaşacak bir sosyalist cumhuriyetin olmazsa olmaz ön koşuludur.

Bu tür bir uluslararası örgütlülük egemen ya da yarı egemen devletlerin sınırları ötesine ulaşacak bir cumhuriyetin olmazsa olmaz ön koşuludur uluslararası kapitalizmin denetimsiz, bölücü ve kutuplaştırıcı güçlerinin tek alternatifi tam da bunu yapacak bir cumhuriyettir. Bu aynı zamanda kısa ve orta vadeli hesapların ve yararların, kısmi ve dağılmış çıkarların ardından gitmenin, ulusal devletlerin hâkimiyeti ve birbirleriyle yarışların aşılması demektir. Bu özel mülkiyet, rekabet ve özel çıkarlar sağlamaya susamışlığın yer aldığı bir sistem ile bağdaşamaz. Hareket noktası olarak sivil toplumun değil, insan toplumunun ya da toplumsallaşmış insanlığın alınması gerekir. Ancak böyle bir hareket noktası ile insanın toplumsal varlığına ve yaratıcı faaliyetine yabancılaşması önlenir ve doğa ve diğer insanlar ile ilişkileri çerçevesinde bunları geliştirebilir. Üretici ve tüketiciler özel servet peşinde koşmayı bırakıp dayanışma ve yardımlaşma içinde hareket etmeye başladıklarında sosyalizm devletin koyduğu sınırlardan uzak bir şekilde kendini yeniden üreten bir sosyal sistem olarak var olacaktır.  

Şu gerçeği bir kez daha belirtelim Burjuva sınıfları ilgilendiren hiçbir zaman ana yurdun savunulması olmamıştır. Onu pazarların, hammadde kaynaklarının, etki alanlarının ve mülkiyetlerinin savunulması ilgilendirir. Burjuvazi anayurdu ana yurdu savunmak için savunmaz. O özel mülkiyet haklarını, kârlarını savunur. Bu kutsal değerler tehlikeye girdiğinde anında yurtseverliği rafa kaldırır. Resmi yurtseverlik sömürücü sınıfların çıkarlarının maskesidir. Ezilen sınıfların ve sınıf bilinçli işçilerin bu maskeyi yırtıp atması gerekir. Onlar burjuva anayurdu değil, kendi topraklarında ki zulüm ve baskıya karşı mücadele eder tüm dünyanın emekçilerinin kurtuluşu mücadelesini başat kılarlar.

Burjuvazinin temsilcileri yasa silahıyla şiddetin silahını birleştiriyor. İşçi sınıfı hiçbir şeyi birleştirmiyor ve kendini savunmuyor. Örgütlenmeleri bölünmüş liderlikleri ise büyük rehavet içinde güçlerin birleştirilmesinin mümkün olup olmayacağı üzerinde tartışıyorlar. Öncü işçilerin durumun bilincine varması ve kesin olarak tartışmaya katılması söz konusu olmazsa karşı devrimci umutsuzluk dalgası ile hareket eden kesimlerin işçi sınıfını da peşinden sürüklemesi kaçınılmaz olacaktır. Bugün milliyetçilik, ırkçılık, faşizm, şovenizm, İslamcılık gibi kapitalizmin uzantısı ve doğal sonucu olan bu siyasetlerin sonunu getirecek geniş bir sınıfsal hat vardır. Bu hat yeterince oluşturulur ve mevcut kapitalist sosyo-ekonomik toplumsal sistem yok edilirse ancak o zaman dinsel ve milli kavramların yarattığı her türden ayrımcılığı, dışlama ve yok sayma politikalarını, ‘’mahalle baskılarını’’ ortadan kaldırmak ve toplumsallaşmış insanı yaratmak mümkün olur.

Ahmet Doğançayır

Yazar Hakkında