1908 Türkiye devrimi ve proletaryanın görevleri -Leon Troçki

1908 Türkiye devrimi ve proletaryanın görevleri -Leon Troçki

Marxist.org’daki Fransızcasından Şule Ünsaldı tarafından Sendika.Org için çevrilmiş metni, 1908 devriminin 111. yılı tartışmalarına katkı amacıyla sizlerle paylaşıyoruz.

Aralık 1908: O dönemde Türkiye’yi hareketlendiren sarsıntılar üzerine ilk makale.

I 
Rus Devrimi’nin (1905) yankıları Rusya sınırlarının dışına taştı. Devrim, Batı Avrupa’da coşkulu bir proletarya hareketinin gelişmesini tetikledi. Aynı zamanda Asya ülkelerini de politik bir aktivitenin içine çekti. Rusya’da olup bitenlerin doğrudan etkisiyle İran’da, Kafkasya sınırlarında, iki yıldan fazla bir süredir çeşitli biçimlerde devam eden devrimci bir mücadele başladı. Kitleler, Çin’de, Hindistan’da, her yerde, hem kendi ülkelerindeki zorbaların, hem de Avrupa proletaryasını sömürmekle yetinmeyip Asya halklarını da soyup soğana çeviren Avrupalı yağmacıların (kapitalistler, misyonerler) karşısına dikildi. Rus Devrimi’nin yarattığı en son etki, bu yaz Türkiye’de gerçekleşen devrim oldu.

Türkiye, Avrupa’nın güneydoğu köşesinde, Balkan Yarımadasında bulunuyor. Bu ülke yıllardır durgunluğun, tutuculuğun ve despotizmin simgesi oldu. Ülkenin İstanbul’daki Sultanı, Saint Petersburg’daki kardeşini aratmadı, hatta onu geride bıraktı. Çeşitli din ve ırklardan gelen halklar (Slavlar, Ermeniler, Rumlar) korkunç zulümlere uğradı. Ama Sultanın kendi halkı da -Müslüman Türkler- mutluluk içerisinde yaşamıyordu. Köylüler, hükümetin ajanları ve büyük toprak sahipleri tarafından köleleştirilmişti. Yoksul ve bilgisizlerdi, saplantılı inançları vardı. Okul sayısı çok azdı. Proletaryanın gelişeceğinden korkan Sultan Hükümetinin aldığı önlemler, fabrikaların kurulmasına engel oluyordu. Muhbirler her yerde ortalığı kırıp geçiriyordu. Sultan bürokrasisinin (Çar bürokrasisi gibi) uyguladığı yağma ve yolsuzluk sınır tanımıyordu. Bütün bunlar devleti tam bir çöküşe götürüyordu. Avrupa’nın kapitalist hükümetleri, üzerinde soygun pazarlıkları yaptıkları Türkiye’nin çevresinde, aç kurtlar gibi dolaşıyordu. Ve Sultan Abdülhamit, kendi insanlarının kanının emilmesiyle ödenmek üzere, borçlanmaya devam ediyordu. Halkın uzun süredir artmakta olan hoşnutsuzluğu bu dönemde, İran ve Rusya’daki olayların da etkisiyle, açıkça ortaya çıktı.

Rusya’da Devrimin temel savaşçısı proletaryadır. Türkiye’de, daha önce de belirttiğim gibi, ancak embriyon halinde bir endüstri vardı; proletarya zayıf ve sayıca yetersizdi. Türk aydınlarının en yetişmiş unsurları, fabrikalarda ve okullarda yeteneklerini sergilemek için biraz olanak bulabilen öğretmenler, mühendisler, vb. orduya girdiler. Aralarından pek çoğu Batı Avrupa’da öğrenim gördü ve orada var olan rejimleri yakından tanıdı; Türkiye’ye döndüklerinde ise Türk askerinin yoksulluğu ve bilgisizliğiyle ve devletin yozlaşmasıyla karşılaştılar. Bu durum duygularını tetikledi ve subaylar, hoşnutsuzluğun ve devrimin odağı oldular.

Bu yılın (1908) Temmuz ayında devrim patlak verdiği zaman, Sultan ordusuz kaldı. Askeri birlikler birbiri ardına devrim saflarına geçiyordu. Bilinçsiz askerler hareketin amacını kuşkusuz anlamıyorlardı, ama yaşam koşullarıyla ilgili hoşnutsuzlukları, onları subaylarını izlemeye yöneltmişti. Subaylar, talepleri kabul edilmezse Sultanı devirmek tehdidinde bulunarak bir anayasa istediler. Abdülhamit’in boyun eğmekten başka yapacağı bir şey yoktu. Bir anayasa ihsan etti (sultanlar boğazlarına bir bıçak dayandığı zaman genellikle böyle jestler yaparlar), liberallerin yer aldığı bir bakanlık oluşturdu ve parlamento seçimlerine gitti. Bu dönemde tüm ülkede büyük bir aktivite göze çarptı. Mitingler mitingleri izledi. Çok sayıda yeni gazete çıkarıldı. Genç proletarya, bir gök gürültüsüyle uyanır gibi harekete geçti. Grevler patlak verdi, işçi örgütleri kuruldu. Selanik’te ilk sosyalist gazete yayınlandı.

Reformcu “Jön Türkler”in çoğunlukta olduğu Türk Parlamentosu, bu satırların yazıldığı sırada yeni toplandı. Yakın gelecek bize bu Türk “Duma”sının yazgısının ne olacağını gösterecek.

II 
Eski rejimin güçsüz Türkiye’si kapitalist devletler tarafından parçalandı. Avusturya iki bölgede (Bosna ve Sırpların oturduğu Hersek) zaten otuz yıldır egemenliğini sürdürüyor.

Diplomatik eşkıyalığın şifreli dilinde bu yağma olayının adı “işgal”dir, yani bölgenin sorumluluğunun geçici olarak yüklenilmesidir. Ama Avusturya’nın bu yerlerde eşitsiz bir egemenlik kurmasının üzerinden otuz yıl geçti.

Türkiye Sultan despotizmini sarstığı zaman ve Türk halkı dizginleri eline aldığında, Avrupalı açgözlüler endişelendi. Devleti güçlendiren Türkler, belki de bazı topraklara geri dönmek isteyeceklerdi. Avusturya hemen “işgal”inin artık bir “ilhak” -yani söz konusu topraklara el koyma- olduğunu açıkladı. Bosna Hersek’in artık tamamen Avusturya’nın elinde olması dışında hiçbir şey değişmemişti. Türkler yine de bir telafi talebiyle durumu protesto ettiler. Türk ve Avusturya hükümetleri arasında konuyla ilgili görüşmeler başladı.

Aslında burada bizi ilgilendiren konu, bu görüşmeler değil; biz, Rus burjuva partilerinin -öncelikle Kadetlerin- içerisinde bu ilhakla tetiklenen öfke çığlıklarıyla ilgileniyoruz. “Bosna’da Sırplar oturuyor, Slav olan Sırplar bizim kardeşlerimizdir. Sonuç olarak Rus hükümeti, bugün Avusturya’nın tutsağı olan Bosna’yı kurtarmak için süresiz önlemler almak zorundadır.” İşte Kadetlerin hem basında ve hem de tüm mitinglerinde dile getirdikleri talep.

Biz, Sosyal-Demokratlar, bu anlamsız ve tehlikeli kışkırtmaya kesinlikle karşı koymak zorundayız. Bir an düşünelim, liberaller, Çar hükümetinin Balkan Yarımadasındaki Slavları kurtarmasını istiyorlar. Peki, Rusya’nın daha yakınlarında, Çar boyunduruğundan kurtarılması gereken Slavlar yok mu? Polonyalılar da “Slav”dır. Üstelik otokrasi baskısı altındaki yazgıları, Avusturya egemenliğine boyun eğen Sırpların yazgısıyla karşılaştırılamayacak kadar kötüdür.

Polonyalılar ve Ukraynalılar, Beyaz Ruslar ve Yahudiler, Ermeniler ve Gürcüler, Slavlar ve Slav olmayanlar, hepimiz Çar çetesinin her gün döktüğü kanda yürüyoruz. Ve liberaller her şeyin suçlusu olan bu hükümete, Sırpları Avusturya yumruğundan kurtarması için çağrı yapıyor. Hangi amaçla? Çar kanlı elleriyle onları da boğazlayabilsin diye.

Rus proletaryası Avusturya’yla savaşması için Romanovlara çağrı yapamaz, çünkü ne Avusturya bizim düşmanımız ve ne de Romanovlar bizim dostumuzdur.

Avusturya’da, Sırp halkı gibi hesaba katmamız gereken bir müttefikimiz daha var: Avusturya proletaryası. O, kendi hükümetine karşı ölümcül bir mücadeleye girişti. Bize gelince, biz Avusturya’yla mücadele adına Çar hükümetini güçlendirmemeliyiz, ona asker sağlamamalıyız, hain Kadetlerin ya da Duma’nın yaptığı gibi onun bütçesine ve borçlarına oy vermemeliyiz; tersine, ona zorlu darbeyi indirinceye kadar bu rejimi her bakımdan zayıflatmamız gerekir.

Rus otokrasisi dünyanın özgür halklarının amansız düşmanıdır. Çar Ordusunun Albayı Liyahov, daha dün bizzat İran Parlamentosu’nun dağılmasını sağladı ve Çar hükümeti de uygun olan ilk fırsatta, hiç kuşkusuz yeni Türkiye’yi vurmayı deneyecek.

Bu nedenle çarlığa karşı mücadelemizin dünya çapında bir dayanağı var. Ezilen tüm halklara olduğu gibi Bosna Sırplarına da yapabileceğimiz en büyük iyilik, II. Nikola’nın tacını düşürmek olacak. Çarın -bizim kanımızla kirlenmiş- süngülerine en küçük bir destek vermemiz söz konusu olamaz.

Pravda, sayı 2, 17 Aralık 1908

Yazar Hakkında