SİYASETTE “YENİ” HAMLELER VE YALANIN BİR LÜKSE DÖNÜŞMESİ..!

SİYASETTE “YENİ” HAMLELER VE YALANIN BİR LÜKSE DÖNÜŞMESİ..!

Sonraki başarıları bir yana RTE’nin tek başına  iktidar olup bunca yıldır saltanat sürmesinin en baştaki nedeni 12 Eylül rejiminin eseri olan ve yüzde 10’luk baraj şartını içeren seçim yasasıdır. 2002’de oyların yüzde 34’ünü alıp Meclis’teki milletvekilliklerinin yüzde 65’ini almak başka türlü mümkün olamazdı. Yani bugünkü iktidar, yıkmakla övündüğü o ilahi “vesayet düzenine” çok şey borçludur.

Ancak hiçbir iktidar sonsuza kadar baki değildir. Gücünün eksilmeye, ayağının sürçmeye başlamasıyla birlikte, açılan sosyal-siyasal alanı doldurmaya talip birileri piyasaya çıkmaya başlar. Yani, o çok şikâyet edilmesine rağmen kimselerin ortadan kaldırmaya niyet etmediği yüzde 10’luk seçim barajı da bir noktadan sonra fayda sağlamaz. Bilinen bir gerçektir: Türkiye’de çok kaba hatlarıyla sağ ile sol arasındaki siyasal denge yüzde 65-35, 60-40 oranındadır. Bu oranlar çok partili rejim döneminde hemen hemen hiç değişmeden süregelmiştir. Türkiye’de seçim barajlarının olmadığı yıllarda çok sayıdaki sağ partinin varlığı ve parlamentoda temsili, sağ oyların bölünmesine yol açtığı için yukarıda belirttiğimiz denge, toplumsal-siyasi koşulların da elvermesiylegenel olarak sol ve muhalif kesimler üzerindeki baskı ve basıncın nispeten idare edilebilir sınırlar içinde kalmasını sağlamıştır. Öyle ki, solun geriletilmesi ve ezilmesi ancak sağ iktidarları da deviren askeri rejimlerle mümkün olabilmiştir.

En dengesiz zamanlar

2002’den bu yana Türkiye hem iktidarla muhalefet, hem de sağ ile sol arasında en dengesiz dönemi yaşamaktadır. Bu dengesizlik, son birkaç yıllık sürede bir rejim değişikliğine yol açacak derecelere varmıştır. Yani daha önceleri ancak askerler eliyle gerçekleşen rejim değişikliği bu dönemde ilk defa siviller eliyle, hem de neredeyse “tereyağından kıl çekercesine” başarılmıştır. 

Ancak bu yeni rejimin, iktidarın gücünün zirvesinde değil de gerilemeye başladığı bir dönemde inşa edilmesi ve devlet katında yol açtığı kurumsal zaaf ve belirsizlikler ciddi bir boşluğa da yol açmıştır. Bu boşlukla birlikte, iç ve dış politikadaki başarısızlıklar (daha doğrusu iflas), emperyalizmin büyük güçleri nezdindeki güven kaybı, ekonomik kriz, büyük burjuvazinin desteğindeki belirgin azalma, ciddi oy kayıpları ve ayakta kalabilmek için girmek zorunda kaldığı ittifaklar iktidarın sarsılmasına ve bünyesinde bir takım dökülmelere yol açmıştır. 

Yeniden siyasileşme 

2002’den sonra giderek ağırlık kazanan, bir anlamda “siyasetin ölümü” sayılabilecek bir süreç, yukarıda sözünü ettiğimiz koşullarda yeniden bir siyasileşmerotasına girmiştir. Bu, en azından sağ kanat açısından yeniden bir “çok partili” dönem olarak datanımlanabilir. Şimdilik üst noktasına başkanlık rejiminin ilanı, başkanlık kararnameleriyle yönetim ve parlamentonun tamamen işlevsizleştirilmesiyle ulaşan “tek adam rejimi”nin sürdürülebilir olmadığının anlaşılması ve teklemeye başlamasıyla birlikte AKP içinden ve dışından birtakım siyasi alternatifler ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bu yeni siyasi sürecin nasıl bir yol izleyeceğini, iktidarın bunların palazlanmasını önlemek için işi nerelere vardıracağını şimdiden elbette tam olarak bilemeyiz. Ancak hükmünü sürdüren ve daha uzun bir süre sürdüreceği aşikâr olan ekonomik kriz ve bunun muhtemel toplumsal, siyasal sonuçları; rejim sorununun iç ve uluslararası plandaki askeri, siyasi, diplomatik boyutları düşünüldüğünde burjuvazinin yeni siyasi alternatifler arayışına girmesi kaçınılmazdır. Nitekim korkunun yol açtığı bütün temkinliliğine karşın büyük sermaye, Özal zamanından beri heves ettiği “başkanlık sisteminin” en azından böyle bir türüyle işlerin yürümeyeceğini görmüş ve bu durumu düzeltme iddiasıyla ortaya çıkmaya başlayanlara alıcı gözüyle bakmaya başlamıştır.

Güzeller podyumda..!

Elbette adaylar açısından daha yürünecek çok yol vardır. Üstelik gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceği, sürecin ne tür birleşme ve ayrışmalara yol açacağı, günü geldiğinde ne tür koalisyon ihtimallerinin öne çıkacağı henüz bilinmemektedir. Bunların yanı sıra yeni partilerin programlarının içerikleri, hem içeride hem de uluslararası planda büyük sermayenin güven ve teveccühünü ne oranda kazanacakları; mesela (adet olduğu üzere) ilk Amerika yolculuklarından yüzlerinin akıyla dönüp dönemeyecekleri gibi cevabı henüz net olmayan pek çok husus vardır.

Bütün bunlar, yürürlükte olan bir çeşit “iç savaş rejimi” altında, çok yönlü ihtimallere, umulmadık gelişmelere gebe bir süreç içinde şekillenecek olan hususlardır. Ancak apaçık ve net olan bir nokta vardırki, o da, ortaya çıkmış olan veya çıkmaya hazırlanan bütün bu siyasi oluşumların hepsinin, tarihsel ve güncel anlamda sermaye sınıfına hizmet ve bu sermaye düzenini  “ilelebet payidar kılmak” gibi ortak bir amaca sahip olmalarıdır.  Yani bu iktidar adaylarının öncelikle ve esas olarak sermayenin podyumuna çıkmaları (bir çeşit “güzellik yarışması” olarak!) boşa değildir. Sermayenin de bir alternatifi tükettiğinde yenilerden hangisi veya hangileri en çok istikbal vaat ediyorsa o tarafa yönelmesinde bir tuhaflık yoktur.

Vatan millet ve sınıflar!

Toplumun çok geniş kesimleri açısından bilinmeyen veya unutulan, unutturulan bir hususu vurgulamakta fayda var: “Vatana ve millete hizmet” had safhada sınıfsal bir meseledir. Milletler çıkarları birbirinden farklı çeşitli toplumsal sınıflardan oluşurlar. Bu nedenle ekonomik bir krizi çözme iddiasıyla ortayaçıkan bir siyasi lider ve partiye bunu nasıl yapacağını, hangi toplumsal sınıfa öncelik vereceğini, milletin kaynaklarını yine millete nasıl paylaştıracağını, yapacağı bütçenin önceliklerini, kimleri nasıl “teşvik” edeceğini, programlarında emekçilerin lehine hangi maddelerin yer aldığını sormak gerekmektedir. Yine aynı bağlamda, mesela kıdem tazminatları, iş ve sendika yasalarındaki düzenlemeler konusunda da detaylı sorular sormakta yarar vardır.

Tabii aynı şekilde, yeni ortaya çıkmış iktidar adaylarının ilk siyasi turları ve ziyaretleri, hatta “nezaket ziyaretleri” dikkatle izlenmeli, neden öncelikle sermaye örgütlerini ziyaret ettikleri sorulmalı, bu ziyaretler esnasında ekonomik krize ve çözümüne ilişkin neler söyledikleri dikkatle takip edilmelidir. Yine aynı şekilde onca önemli işleri arasında mesela işçi sendikalarının, konfederasyonlarının kapısını çalıp çalmadıkları, eğer çaldılarsa onlarla neler konuştukları, ciddiye alınabilecek bir vaatte bulunup bulunmadıkları takip edilmelidir.

Artık yalan bile lüks!

Burjuva siyasetçilerinin ve siyasi partilerinin “sevgi, saygı ve muhabbetlerinin” esas olarak burjuvaziye yönelmesi son derece normaldir. Ancak mülkiyetin en büyük bölümünü elinde tutan bu sınıfın sayısal küçüklüğü, en militan sermaye partilerini bile,oylarını kazanmak için, kahir bir ekseriyeti oluşturan emekçi sınıflarla çeşitli ilişkilere mecbur bırakır. Ancak uzun yıllardır, bırakın ilişki kurmayı veya bir takım ciddiye alınabilir vaatlerde bulanmayı, sendikaları ziyaret dahi etmeyen veya birkaç yuvarlak lafla geçiştirilen “nezaket” ziyaretleriyle yetinen siyasetçilerin, toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfını kale almadığı (yani takmadığı) açıkça ortadadır. Sorun onların sendikaları ve işçilerişereflendirmesi değil elbet. Esas sorun ayakta kalabilmek ve iktidara gelebilmek için işçi sınıfına ve toplumun diğer emekçi kesimlerine bazen “yalandan” da olsa bir şeyler söyleme zorunluluğunu artık hissetmemeleridir.  Şurası açıkça ortadadır, toplumunve kendisinin gözünde “garip gureba, fakir fukara” durumuna düşmüş, düşürülmüş örgütsüz ve “zavallı”bir işçi sınıfından kimse korkmaz; daha da ötesi ona herhangi bir maddi-sosyal vaatte bulunmaz.  Böylece işçi sınıfı, kalıcı hak, adalet ve özgürlük taleplerinin bir öznesi olmaktan çıkıp keyfi sosyal yardım politikalarının bir nesnesi haline gelir. Bu durumda burjuva politikacısı kendini artık işçilere “yalan”söylemek zorunda bile hissetmez. Yalan bile işçi sınıfı için bir “lükse” dönüşmüştür! En büyük konfederasyon başkanının binlerce işçi için yapılan berbat bir toplusözleşmeyi, “Uzasa işi karıştıracağız, en azından kapattım böyle!” diyerek imzaladığı bir ülkede başka türlüsü de mümkün değildir. 

Toplumun geniş bir kesimi, Saray iktidarının yol açtığı yılgınlık ve bıkkınlık nedeniyle var olan veya yeni kurulacak olan sermaye partilerinden medet ummaya hazırdır. Ancak bu partilerin toplumda çoğunluğu oluşturan emekçilere hiçbir faydası olmayacaktır. Hepsinin ortak amacı, ağır ekonomik krizin bedelinin şu veya bu biçimde emekçi sınıflara ödetilmesidir. Buna karşı çıkmak ve Türk-İş Başkanı’nın tersine “işi uzatacak ve kapatmayacak”, kapattırmayacak güçte bir işçi sınıfına ihtiyaç vardır.İşçi sınıfının örgütlü, mücadeleci ve saygıyı hak eden siyasi bir güç olarak ortaya çıkması toplumun bütün emekçi-çalışan kesimleri için hayati bir öneme sahiptir

Aksi halde “yalan” bile bir “lükse” dönüşür..!

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında