KISKAÇ DARALIRKEN…

KISKAÇ DARALIRKEN…

Bilinen bir gerçeği tekrar edeyim: Şüphesiz, dış politika iç politikanın bir devamıdır; ancak yakın tarihimizin hiçbir döneminde iç politikayla dış politikanın bu kadar iç içe geçtiği, birbirini güncel olarak bu kadar etkilediği, birbirine bu derece bağımlı hale geldiği görülmemiştir. Bu elbette iktidar kaynaklı bir “aklın” ürünüdür. Bu “akıl dışı” aklı, bir siyaset yöntemi olarak hâlâ uygulamada tutan faktör, içine girilen çıkmaz, çaresizliktir.

Yöntem akıl dışıdır, çünkü bir siyasi iktidarın, hatta herhangi siyasi faaliyetin sürdürülebilmesi için zorunlu olan “esnekliği” ortadan kaldırmaktadır. İktidarın neredeyse dönüşsüz bir yolda, giderek daha fazla şiddete başvurarak ayakta kalmaya çalışmasının nedeni budur. Yukarıda vurguladığımız üzere bu bir çıkmazın ve çaresizliğin sonucudur; aksi halde normal bir “devlet aklının” tehlikeli bir karışım oluşturan iç ve dış sorunları (aralarındaki bütün sıkı bağlara rağmen)  birbirinden olabildiğince izole etmeye, en azından bir biçimde dengelemeye çalışması gerekirdi.

Elbette gerçek veya kurgusal dış tehlikelerin iç politikada sağladığı pek çok fayda vardır. Bu iki alan arasında kurulacak kontrollü bir “tehdit-tehlike” ilişkisinin hem iç hem de dış politikada yönetimlerin işleri kolaylaştırdığı, toplumun büyük bir bölümünün kontrol altında tutulmasını sağladığı bilinir. Bu, bütün devletler tarafından ihtiyaç halinde kullanılan bir yöntemdir. Burada esas olan, yukarıda da belirtildiği üzere “tehdit ve tehlikeyi” kontrol altında veya olabildiğince “soyut” bir düzlemde tutabilmektir. Siyaset tarzının, uzak ihtimalleri aşırı derecede yakın, somut ve güncel bir tehlikeye dönüştürmeye başladığı noktada işin şekli de değişmeye başlar.

Mesnetsiz özgüven, başarısızlığın öfkesi ve kaybetme korkusu

İktidardaki “Yeni Bonapartist” rejimin girdiği çıkmazın yol açtığı durum budur: “Akıl” pratikte bölge ve Kürt politikalarının çok farklı biçimlerde yürütülmesini gerektirirken, üstelik de vakti zamanında bu konuda epeyce geniş imkânlara sahip olunduğu halde, (Esat’la bile ahbaptılar!) farklı biçimde işlemiştir. Bir dönem işlerin yolunda gittiği inancıyla yükselen mesnetsiz öz güven ile ardından gelen başarısızlıkların neden olduğu öfkenin karışımı, içeride iktidarın kaybedilmesi korkusuyla birleşerek sonunda bugünkü çıkmaza dönüşmüştür. Bunun sonucunda hem genel olarak bölge politikalarında, hem de özel olarak Kürt politikasında (ve elbette iç politikada) yaşanan akıl ve esneklik kaybı, geri dönüş veya yön değiştirme olanaklarını daha da daraltmıştır. Rejim değişikliği sürecinde amacın, her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaya dönüşmesinin, yani “dönülmez bir yola” girilmesinin etkileri giderek ağırlaşmaktadır.  İktidar,  hem dış, hem de iç politikada göstereceği  bir yumuşamanın kendisi için bir yıkıma dönüşeceğini düşünmektedir. İçine düştüğü zorluklardan başarıyla çıkma imkânını kaybetmiş ve esneklikten bu derece yoksun bir siyasi yapı sonunda  kırılarak çökmeye mahkûmdur; elbette güçlü bir ihtimalle, değdiği her şeyi de ciddi bir hasara uğratarak…

 Stratejik iflas

Türkiye’yi yönetenlerin, büyük güçler arasındaki çelişki ve boşluklardan istifade ederek sonu bilinmez bir yolda ilerleme “politikası”, aynı o meşhur “stratejik derinlik” hikâyesi gibi iflas noktasına gelmiştir. Bugünkü “esme savurma” durumu kimseyi aldatmasın! “Bu politikayla nereye kadar?” sorusunun cevabı, eğer işleri yeniden çığırından çıkaracak kanlı  gelişmeler olmadığı takdirde,  “Buraya kadar!”dır!  

Rejim gerçekte akıl ve mantık dışı bir “boşluk” ve “büyük güçleri birbirine karşı kullanma” (bkz. Sultan 2. Abdülhamid)  politikasıyla Türkiye’yi ABD ile Rusya’nın kıskacına sokmuştur. Evet, iktidarın halka birer “imkân” gibi göstermeye çalıştığı ilişkiler gerçekte bir “kıskaçtan” başka bir şey değildir. Geniş bir bölgede, İhvan üzerinden “hegemonya” heveslerine “kar yağan” rejim “ileri adımlar” attıkça batağa batmaktadır. İşlerin daha bir süre RTE ile yürüyeceğinin farkında olan “büyükler” O’nun çıkmazlarını birbirlerine ve elbette yine O’na karşı kullanarak, ihtiyaçları doğrultusunda dümen suyunda tutma,   etkisizleştirme veya uygun biçimde devre dışı bırakma stratejisini uygulamaktadırlar. Türkiye, bugünkü durumuyla rejimin bütün “şişinmelerine” rağmen gerçekte her türlü “kullanıma” açıktır. Bu aynı zamanda RTE yönetimindeki Türkiye’nin herkes için güvenilmez ve haliyle geçici bir ortak, müttefik ve bir “şantajcı” olarak görülmesine de yol açmaktadır.

Fırat’ın doğusunda güvensizlik bölgesi!

Cumhurbaşkanı’nın sonu gelmez tehditlerine, Dışişleri Bakanı’nın “Neye mal olursa olsun Fırat’ın doğsun temizleyeceğiz!” açıklamalarına, Savunma Bakanı’nın “B ve C planlarımız hazır!” demeçlerine rağmen, birçok belirsizliği içeren bir mutabakat eşliğinde gelinen nokta esas olarak ABD denetiminde ve onun istediği biçimde işleyen bir “güvenli bölgedir.”  ABD’ye yönelik (“Eğer yine oyalandığımızı anlarsak kimseyi dinlemez harekete geçeriz!” türü) uyarıların gerçekleşmeleri halinde işi nerelere vardıracağını şimdiden tam olarak bilemesek de hayırlı neticeler vermeyeceği açıktır. Üstelik bu tür “enerjik davranışların”  sadece ABD için değil, Rusya, İran ve elbette Suriye  için de ciddi bir sorun oluşturacağı cümlenin malumudur. Türkiye’nin, işin içinde kendisinden başka kimse yokmuş gibi davranması, içeriyi bir biçimde etkilese bile,  bu kadar “kalabalık” ve tekinsiz bir bölgede beladan başka bir şey getirmez. Türkiye Fırat’ın doğusunda,  tamamen “sıyırma” noktasına gelmediği takdirde şu veya bu orada ABD politikasının dümen suyunda yol almak durumundadır. Türkiye’nin bu alanda “Rus kozunu” oynamaya çalışmasının fazla bir etkisi olmayacaktır.

İdlip macerası!

Kıskacın diğer kolu İdlip’te kapanıyor.  Türkiye Astana anlaşması ve Soçi mutabakatının gerektirdiği hiçbir işi, hem de bilinçli bir biçimde yerine getirmemiştir. Saray rejiminin asıl amacı, örgütlediği ve silahlandırdığı İslamcı güçleri de kullanarak ve aynı zamanda demografik bir takım değişiklikler yoluyla uzun süre Suriye’de kalabilmek ve bu konumuyla Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olmaktır. Bu gerçek, Rusya ve İran tarafından da açıkça bilindiği için, bu iki devlet Suriye rejimine verdikleri askeri-politik destekle Türkiye’nin  İdlip’teki konumunun altını oymakta ve Türkiye’yi bölgeden kısa sürede çekilmeye zorlamaktadır. Resmi görüşmelerde diplomatik ve Türkiye’nin gazını alacak bir dil kullanılmasına rağmen, işin esasına ilişkin açıklamalar epeyce sert bir dille yapılmaktadır.  Sahada ise açık bir askeri çatışma vardır ve TSK ile Suriye ordusu giderek daha fazla “sıcak temasa”  girmeye  başlamışlardır. Rusya ve İran destekli milislerle karşı karşıya kalan Türkiye’nin askeri gözlem noktaları kuşatma altına girmektedir. Rusya ve müttefikleri askeri-politik olarak zaman zaman taktik aralar veriyor olsalar da Türkiye’nin İdlip’teki askeri (ve de politik) varlığını kısa sürede sona erdirme niyetiyle hareket etmektedirler…

Aklın sınırları ve iktidar çılgınlığı…

Sonuç itibariyle Türkiye, bir takım kurnaz manevralar ve emrivakiler yoluyla büyük güçleri etkilediğini ve etkileyeceğini zannettikçe onların etki alanına daha fazla girmektedir. Olağan koşullarda, Saray rejiminin “Yeni Osmanlıcı” heva ve heveslerine (moda tabirle) “son nokta” konulmak üzeredir. Ancak… Yine de belirleyici hususlardan birinin rejimin ayakta kalabilmek amacıyla başvurabileceği muhtemel yollar olduğunu belirtmeliyiz. Çünkü yazının girişinde de vurgulandığı üzere dış politikayla iç politika (rejim sorunu) hiçbir zaman bu derece iç içe geçmemişti. Uluslararası ve bölgesel güç dengeleri, içinde yer alınan “eksen” ve ittifaklar, “büyük devlet” olmanın iktisadi, siyasi ve askeri koşulları, emperyalist dünya sisteminin ve kapitalist bağımlılığın kuralları vb. akıl ve mantık sınırları içinde davranmayı ve her şeye rağmen bir takım kabullenmeleri, uzlaşma ve esneklikleri zorunlu kılsa da,  “gerçekçilik” konusunda bu rejime güvenemeyiz. Yukarıda da değinildiği üzere, iktidar açısından bir çeşit “sıyırma” ihtimali her zaman göz önünde tutulmalıdır.  Bugüne kadar işe yaradığı düşünülen şantaj ve emrivakilere bir daha ve bir daha başvurulmasının bir sonraki aşamada tersi sonuçlar verme ihtimali giderek yükselse de sonu gelmiş iktidarların ne yapacakları, gözlerini nasıl karartacakları, hangi maceralara girecekleri tam olarak bilinemez.

Sorunu, bildiğimiz veya bize makul gelen sınırların ötesinde, köşeye sıkışan bir iktidarın aklı ve mantığıyla da ele alabilmeliyiz. Çünkü “iktidar çılgınlığı” hiçbir şeye benzemez!

Kıskacın daraldığını unutmayalım…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında