UZLAŞMA MI?

UZLAŞMA MI?

RTE’nin, ikisi kayyım 30 büyükşehir belediye başkanını Saray’a davet etmesi, onlara yine “fırça makamında” olsa da kendi ölçülerine göre “yumuşak” bir dille hitap etmesi muhtemel bir “uzlaşma” çabasının işareti sayılabilir mi?  

Tabii, öyle  “nasihatlarla” dolu tatlı sert birkaç sözüne bakıp RTE’nin kendi mevki ve makamını da kapsayan tarihsel hedeflerinden vazgeçtiğini, gücünü kısmen de olsa paylaşmayı kabul ettiğini düşünme saflığına kapılmamak gerekiyor. Dikkat edin, yumuşamaya hazır olduğunu söylediği veya hissettirdiği bazı ender hallerde bile Cumhurbaşkanı kendi konumu ve yetkileri konusunda son derece kararlı olduğunu her şekilde belirtiyor. Yani muhalefete bahşedeceği her türlü “ihsan” kurduğu rejimin ve bu rejim içinde kendi konumunun tanınması koşuluna bağlı.

Gelinen noktada, hem sarsıcı bir seçim yenilgisi, hem de oluşturmaya çalıştığı yeni kurumların daha en baştan işlemez hale gelmesi ve partisinin yeni partiler doğurmaya başlaması, yani içine girdiği gerileme süreci RTE’yi rejim üzerinde birtakım rötuşlar yapmaya ve bazı tavizlere zorluyor.  İktidar çevresinde yer alanların bir bölümü de Reis’lerinin kullandığı “kutuplaştırıcı” dilin artık ters tepmeye başladığını düşünüyorlar. Muhtemelen RTE de kısmen ve şimdilik böyle düşünmeye başladı. Yani (eğer öyle bir şey varsa) sözü edilen kısmi “uzlaşma” çabası, taktik bir manevra olarak, rejimin temel niteliklerine ve “Başkan”ın asıl konumuna ilişkin konuların dışında, birtakım tali meselelerde muhalefeti oyalama amacını taşıyor; aynı  7 Haziran sonrası “istikşafi görüşmeler”de olduğu gibi. Bu vakit kazanma döneminin, aynı zamanda, şu ana kadar beklenmedik biçimde birlikte davranan burjuva muhalefetini çeşitli yollarla parçalamakta kullanılacağı tahmin edilebilir. Mesela sağda alan kazanmak için iktidara karşı sıkı muhalefet görüntüsü veren İYİ Parti’nin, hem de gönüllü olarak böyle bir “olta”ya gelme ihtimali var. RTE’nin böyle bir “flörtü” MHP’yi kıskandırmak ve elbette bu durumdan bir şeyler kazanmak amacıyla kullanacağı açık. İktidarın bu yolla “normalleşmesinin” ve bunun büyük burjuvazi üzerindeki muhtemel teskin edici sonuçlarının, kendinden kopanların veya kopacak olanların (Babacan, Davutoğlu…) siyasi hesaplarını etkileyeceğini söyleyebiliriz.

İktidarın hedefleyeceği (veya hedeflediği) geçici ve gerici bir uzlaşmanın ancak şoven bir milliyetçilik ve aleni bir Kürt düşmanlığı üzerine bina edilebileceği cümlenin malumu. Zaten bugün HDP’ye yönelik “psikolojik harekâtın” nedeni de bu. İktidar bu hamleyi muhalefeti çözmek, milliyetçi güçleri olabildiğince yakınında tutmak veya en azından pasifize etmek amacıyla yapıyor. HDP’nin “etkisiz hale getirilerek” muhtemel bir erken seçimde baraj altında kalmasının sağlayacağı kazancın ciddi bir gerileme sürecine giren iktidara “cansuyu” olacağı hesaplanmaktadır. Planın tutması halinde rejimin her türlü gönülsüz ittifak ve uzlaşma  ihtiyacından kurtulacağı ortadadır.

MHP’nin hesabı

Son zamanlarda giderek daha belirgin hale gelen “ilginç” bir durumdan söz edelim. MHP,  yeni rejimin bekası konusunda neredeyse AKP’den çok daha militan ve kararlı bir tutum içindedir. MHP, rejimin her türlü “taktik uzlaşma” söylemine, eğilimine daha en başından şiddetle karşı çıkıyor. AKP içindeki bir takım “çatlak sesler” cevaplarını saray ve parti sözcülerinden önce en sert ve tehditkâr biçimde MHP’den almaktadır.  Bunun nedeni sadece bu rejimin MHP’nin yönetim anlayışına uygunluğu değil, bunun çok daha ötesinde MHP’nin gelecek planları için en uygun zemini oluşturmasıdır. MHP, bu haliyle rejimin ömrünün,  Kurucusu’nun gücü ve ömrüyle sınırlı olduğunu bilmekte ve kendini daha sonrasına hazırlamaktadır. MHP’nin hedefi, daha önce kendi gücüyle var edemeyeceği, ancak başkası tarafından yaratılmış bir iktidar fırsatını kaçırmamak ve bu yeni-Bonapartist rejimi kendi faşist hayal ve hevesleri doğrultusunda daha ileri noktalara, taşımaktır. Bu rejimin varlığını Türkiye (yani kendisi!) için bir beka sorunu olarak görme nedeni budur. Halihazırdaki rejim,  klasik Bonapartist, yarı faşist ve faşist türdeki rejimlerle geçişliliklerinin yanı sıra, devamı halinde bir dizi saray darbesine (ve elbette karşı darbelere de) açıktır. Kısacası Devlet Bey, “MHP’yi bitirmek” şöyle dursun, partiyi, ittifak kurduğu ve kuracağı şoven milliyetçi-faşist güçlerle birlikte iktidara hazırlamaktadır. O nedenle iktidarın bile geri adım attığı bazı hallerde MHP’nin gösterdiği “sağlam duruş” son derece anlaşılır bir niyetin ifadesidir.

Muhalefete gelince…

Olağanüstü çöküş durumları dışında hiçbir iktidar “kendiliğinden” gitmez. Elbette iyi kötü bir burjuva demokrasisinde, normal koşullarda,  kaybedilen bir seçimin ardından iktidar partilerinin kendiliğinden gideceği söylenebilir; ancak bunun bizimle bir ilgisi yoktur! Sorunumuz da budur. Öncelikle söz konusu olan bir rejim değişikliğidir. Böyle durumlarda muhalefete çok daha fazla iş düşer. Baskı rejimlerine karşı muhalefet etmek, pek çok şeyin yanı sıra, aynı zamanda bir cesaret meselesidir. Bizde, ciddi bir kuşatma altında siyasi etkisi giderek azalan HDP dışında parlamenter anlamda böyle bir muhalefet yoktur. Zaten Saray’ın, diğer pek çok şey gibi, rejim değişikliği sürecini bu kadar kolay başarmasının başlıca nedeni budur. Muhalefetimiz, iktidara yönelik “faşistlik” ve “diktatörlük” suçlamalarına rağmen, günlük hayatında sanki her şey “normalmiş” gibi davranmaktadır. Muhalefetin bu şekilde davranması, iktidarın mevcut veya muhtemel zorbalığından, her an açığa çıkabilen şiddetinden korunmanın da bir yolu olmaktadır: Yani iktidara karşı fazla sert bir muhalefetten uzak durursan, iktidar da sana karşı çok sert davranmaz!

İşin bir diğer yönü ise, temel “milli ilkelerimiz”dir: Mesela “Kürdün anasını görmemesi!” konusunda iktidar ile muhalefet arasındaki milli mutabakat, “vatan söz konusuysa geri kalan her şeyin teferruat” olduğu ilkesi, sınır ötesi askeri hamlelere ilişkin anlayış birliği veya karşı çıkamama hali vb. pek çok konudaki gönüllü veya zorunlu milli uyum, iktidarın muhalefeti çok temel konularda burnundan tutup istediği yere sürüklemesini sağlamaktadır. İktidarın ömrünü uzatan en önemli nedenlerden biri de muhalefetin sözünü ettiğimiz bu durumudur.

Elbette iş bunlarla sınırlı değildir. Türkiye’de muhalefetin Saray rejimine karşı bugüne kadar süregelmiş beraberliğinin pek çok zaafı vardır. Her şeyden önce belli başlı burjuva partileri bu tür rejim kavgaları, mesela  “demokrasi mücadelesi” konusunda yeterli ideolojik, politik ve fiziksel güce, inanca ve enerjiye sahip değillerdir. Mücadele ve güvenilirlik anlamında pek çok zaafı olan CHP ve HDP bir yana, sağda yer alan muhalif  partilerin  ne zaman nereye savrulacakları, hangi gerici ittifaklara girecekleri ve “demokrasi davasını” neyin karşılığında satacakları belirsizdir! Halihazırda sağ muhalefet, RTE’nin hemen her şeye hâkim uzlaşmaz tavrı ve sağ seçmen üzerindeki güçlü hegemonyası sonucu ortaya çıkan “alan ve imkân darlığı” ve de AKP’nin gerileme sürecine girmesinin yol açtığı umutlar nedeniyle sınırlı bir “demokrasi” mücadelesinin içindedir. Ancak bu sınırlar aynı zamanda sözü edilen mücadelenin bir noktadan sonra “pazarlığa tabi” nitelikte olduğuna işaret etmektedir. Sonunda Saray’la birlikte kendi başının da yanmayacağına emin olması halinde  (Tabii, MHP’nin de durum ve tutumuna bağlı olarak) mesela İYİ Parti’nin iktidarla bir uzlaşmaya gitme ihtimali az değildir.

Genel olarak muhalefet üzerine söylenecek şey, üst perdeden bir söylem tuttursa  da, pazarlığı kabul etmesi ve  bazı şeylerden vazgeçmesi koşuluyla RTE ile uzlaşmayı kabul etmeye ve gerisini zamana bırakmaya ve elbette büyük burjuvazinin gönlünü hoş etmeye yatkın olduğudur

İktidar cephesi

İktidarın hiç istemediği halde MHP ile ittifakı kabullenmesi yaşadığı güç kaybının sonucudur. Bu güç kaybının devamı, iktidarı belirli koşullarla daha başka ittifaklara mecbur bırakabilir. MHP’nin niyet ve ısrarlarının giderek daha da açık ve tehlikeli bir hal alması; ortaya çıkabilecek bazı durumların (Mesela bir başka askeri darbe ihtimalinin veya bilgisinin)  tehlikeleri büyütmesi; hatta (şu anda aklımızın alabileceği bir şey olmasa da!) ciddi bir geri çekilme zorunluluğu iktidarı ittifaklar konusunda daha tavizkâr bir tutuma itebilir. İç ve dış koşulların çok daha berbat bir hal alması, iktidarın içine düşeceği ileri derecedeki bir çaresizlik, muhalefetin zayıflığı ve uzlaşmacılığı, büyük sermayenin talepleri ve baskıları ve de devletin yüksek katlarının zorlamaları, belirli dengeler içinde bir “geçişi” zorunlu kılabilir. Böyle bir geçiş, gündeme gelmesi halinde, Türkiye’deki burjuva güçler arasında, RTE’nin dokunulmazlığı ve kendisine verilecek bazı güvenceler konusunu da içeren sıkı bir pazarlıkla mümkün olabilecektir.

Ancak RTE, elinde gerçek güçler olduğu sürece her türlü uzlaşmanın temel koşulu olarak ileri sürdüğü  “Başkanlık”  konum ve yetkilerinden vazgeçmeyecektir. Türkiye’de artık hemen her şeyi kapsayan iktidar yapısının kilit taşı onun bu konumudur. RTE’nin düşmesi, hatta ciddi bir güç kaybı  bütün “sistemi” çökertir. Onun gücüne gerçekten dokunacak bir uzlaşma, onca yılda kurulan düzenin barışçıl bir yolla da olsa bir daha onarılamayacak biçimde yıkımına yol açar. Bu nedenle iktidar militanı “antiemperyalist” bir yazarın, “İntihar anlamına da gelse Suriye’ye dalalım!” önerisinin, iç ve dış politikaların bu derece içli dışlı olduğu bir dönemde içerisi için de geçerli bir ihtimal olduğunu bilmekte yarar var. İktidarın kaybedilme tehlikesi bazı durumlarda uzlaşmaya, hatta boyun eğmeye dönüşebildiği gibi saldırganlık ve çılgınlıklara da yol açabilir.

Koşullar

Elbette değişen koşullara bağlı olarak ihtimaller de çeşitlidir. Neticede gidişatı belirleyecek olan güçler dengesidir. Ancak bizler güçsüzlük veya korku gibi nedenlerle en yumuşak, en uzlaşmacı  ve en tehlikesiz ihtimallere inanarak kendimizi ve seslenmeye çalıştığımız emekçileri yatıştırma ve aldatma hakkına sahip değiliz. Kuşkusuz, kapitalizm yıkılamadığı sürece, “son tahlilde” belirleyici olan uluslararası ve yerli mali sermayenin iradesidir. Ancak hiçbir ihtimali sadece “büyük burjuvazi böyle bir şeyi istemez” veya “ABD ve AB buna karşı çıkar” vb. yavan şablonlarla hesap dışı bırakamayız. Bu hayatın gerçek akışına, onca yıllık tarihsel tecrübeye ve kullanmaya çalıştığımız maddeci yönteme aykırı bir yaklaşım olur. Böyle bir tutum aynı zamanda emperyalizme ve büyük burjuvaziye mutlak bir güç ve “sağduyu”, hatta bir tür “iyi niyet” atfetmek anlamına gelir. Her olgu gibi bu iktidarın da kendi iç dinamikleri, iç mantığı ve kısmen de olsa siyasi bir özerkliği vardır.  Bazen bize “akıl dışı” gibi gelse de her iktidar ayakta kalabilmek için bir şeyler yapar; bunlar bazen çok tehlikeli şeylerdir. Unutmayalım, “iktidar çılgınlığı” normal koşullarda “akıl dışı” gibi görünen pek çok şeyin de yolunu açar. “Uzlaşmalar” sorununa böyle bakmakta yarar var…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında