YENİDEN İRAN…

YENİDEN İRAN…

2011’de Arap dünyası merkezli olsa da, yeryüzünde çok daha geniş bir alanı etkileyen devrimci halk hareketleri dalgasıgörece kısa  bir sürede geri çekildi.   Diğer bazı tarihsel ve toplumsal zaaflarının yanı sıra bu kitlesel hareketlerin, artık neredeyse kronik bir hal alan “devrimci önderlik” sorunları devrimlerin politik planda yenilgisine yol açtı. Bunlardanbazılarında egemen sınıfların dinsel veya laik görünümlü geleneksel temsilcileri  (istisnasız hepsi gerici) geri çekilen kitle hareketlerinin ardından iktidarı ele geçirdiler. Bazı ülkelerde ise devrimci kalkışmalar,   birbirine zıtmış gibi görünen unsurlardan oluşan bir “uluslararası karşı devrim cephesi” ve silahlı İslamcı gericilik eliyle birer “karşı devrime” ve toplumları parçalayan kanlı ve kaotik birer iç savaşa  dönüştürüldüler. 

Dünya çapındaki devrimci dalgalar da aynı dünya çapındaki iktisadi krizler gibi inişli çıkışlı bir seyir izlerler. Ancak krizler nasıl “sonsuza” kadar sürmezse, devrimler de sonsuza kadar sürmez.  İlerleyemeyen her devrim geriler, kazanamayan devrimler kaybeder.  Ve Troçki’nin “Rus Devrimi” adlı eserinde vurguladığı gibi  “Devrimlerin kaderi siyasi arenada belirlenir!” Bütün devrimler “kendiliğinden” başlar ve çok geniş kitleleri, çok farklı toplumsal grupları harekete geçirir. Ancak bu kendiliğindenlik ve çeşitliliğin çapı ne kadar büyükse devrimci anlamda örgütlü bir siyasi müdahale de o derece önem ve aciliyet kazanır. Bu koşulun pek çok nedenden dolayı yerine getirilememesi, tekelci kapitalizmin saldırısı altındaki emekçi kitlelerin 90’lı yıllardan başlayarakgerçekleştirdiği pek çok kitlesel başkaldırının  yenilgisine,  devrimci sonuçlarına ulaşamadan  geri çekilmesine veya yukarıda da belirttiğimiz üzere egemen sınıfların geleneksel temsilcileri eliyle bitirilmesine yol açtı. 

2011’de başlayan ve çeşitli biçimlerde yenilgiyle sonuçlanan devrimci dalganın ardından şimdi yine yeryüzünü sarmaya başlayan bir kitlesel hareketlenmeyle yüz yüzeyiz. Kapitalizmin, neoliberal sermaye birikim tarzının ağır sömürüsü altında açlık, yoksulluk ve çok yönlü bir sefalete mahkûm edilen emekçi kitleler, sistemin uluslararası plandaki bunalımının şiddetlendirdiği iktisadi, siyasi ve toplumsal çelişkilerin etkisiyle birçok ülkede yeniden ayağa kalkmış durumda. İran da bunlardan biri. Üstelik bilinen nedenlerden dolayı hem dünya hem de bölgemiz açısından çok büyük bir öneme sahip. İran 2009 ve 2017’de farklı çıkış noktaları olsa da özünde aynı nedenlerden kaynaklanan büyük kitle seferberlikleri yaşadı. İran halkının eşitlik ve özgürlükten yana olan geniş bir kesimi, başta “rejimin kaleleri” sayılanlar olmak üzere pek çok şehirde yeniden ayakta. Rejim, geçmişte olduğu gibi yine aynı suçlamalar ve gerekçelerle, aslında kendi pisliklerini örtmek amacıyla en saldırgan ve acımasız yüzünü ortaya koyuyor. 

Biz enternasyonalistler, kimilerinin her şeyi ona bağlamayı otomatik bir alışkanlık haline getirdiği her türlü “emperyalist oyun” ihtimalini de hesaba katarak, her milliyetten İranlı emekçilerin ve ezilenlerin gerici molla rejimine karşı mücadelesini destekliyoruz. 

Aşağıda yer alan iki yazı, Aralık 2017’de İran’da yaşanan ayaklanmalar üzerine Ocak 2018’de birkaç gün arayla yazıldı. Tekrardan yayımlanmasının pek çok açıdan yararlı olacağını düşündük.

İRAN’DA BİR ŞEYLER OLUYOR!

2 OCAK 2018

2011’de bölgeyi saran devrimci halk hareketlerinden fazla etkilenmeyen İran’da bir şeyler oluyor.  Sonrası nasıl gelir, hangi mecralara girer, fitili mi ateşler, yoksa bir saman alevi midir şimdiden tam olarak bilinemez. Ancak Meşhed’de başlayıp, Tahran, Kum ve diğer pek çok şehre yayılan protesto eylemleri, sadece İran değil, bölge çapında da, rejimleri sarsabilecek yeni kitle seferberliklerinin işareti olabilir. Sorunun, çıkış noktası olarak, İran’ın özgül koşullarındaki önemli farklılıklara rağmen 2011’le bazı önemli ortak ve benzer özellikler taşıdığı söylenebilir. O dalganın çıkış noktası Mısır, Tunus, Suriye, Libya vb. ülkelerde egemen olan neoliberal hırsız-polis rejimlerinin çelişkileriydi. Geçmişte “Arap sosyalizmi” vs. adlarla anılan küçük burjuva “radikal” diktatörlükleri, zaman içinde çürüyüp yozlaşarak, bütün ekonomik hayatı denetim altında tutan soyguncu-baskıcı birer hanedan rejimine dönüşmüştü.  Bu ülkelerde, 80’li yıllarda başlayan, serbest piyasacılık ve özelleştirmelere dayalı neoliberal sermaye birikim tarzının, küçük bir azınlığı daha da zengin ederken emekçi sınıflar üzerinde yol açtığı yıkım ve yoksullaşma daha 2011 öncesinde çeşitli toplumsal patlamalara yol açmıştı (“ekmek ayaklanmaları”, işçi hareketleri vs.). Bu rejimler, geçmişte emekçilere siyasi haklarından vazgeçmeleri karşılığı verilen sosyal destek ve sübvansiyonların kaldırılması; toplumsal eşitsizliğin, gelir dağılımında adaletsizliğin, emek sömürüsünün artması; iktidara yakın kişilerin ve bizzat iktidar mensuplarının zenginleşmesi; tarım kesimindeki çöküş; kötü yönetim, yolsuzluk, kayırmacılık; halkın her türlü muhalefetinin ve hak arayışının acımasız polis devletleri tarafından bastırılması gibi nedenlerle ortaya çıkan büyük halk hareketleri ile karşı karşıya kaldılar. Milyonların harekete geçtiği ve iktidarları devirdiği veya ciddi biçimde salladığı devrimci süreç, aşmayı başaramadığı  “devrimci önderlik krizinin” etkisiyle (Bir ölçüde Tunusu ayıracak olursak) demokratik sonuçlarına bile ulaşamadan sona erdi. Devrimler, bazı yerlerde İslamcıların (İhvan) ve ardından kılık değiştirerek geri dönen eski düzen güçlerinin, bazı yerlerde de emperyalist ve yayılmacı güçlerin yer aldığı bir burjuva “uluslararası karşı devrim cephesinin” ve başta İslamcılar olmak üzere yerli ve yabancı selefi-cihatçıların elinde can verdi…

İran: “Çok partili” bir totaliter diktatörlük

Şimdiye kadar öğrendiğimize göre İran’daki halk hareketinin çıkış noktası da ekonomik sıkıntılar, enflasyon ve hayat pahalılığı, düşük ücretler, geçim zorlukları, işsizlik, gelir dağılımı adaletsizliği, kısılan sosyal yardımlar, kaldırılan sübvansiyonlar, yolsuzluklar, halkın iflas eden bir takım finans şirketlerine kaptırdığı paralar vb. gibi henüz boyutlarını tam olarak bilemediğimiz sorunlar olsa da, işin bunlarla sınırlı olmadığı belli. İran rejimi, aynı bizde de kendini giderek daha ağır biçimde hissettiren bir sosyal-kültürel baskının da kaynağı. Başta kadınlara “örtünme” zorunluluğu, makyaj yasağı vb. cinsiyetçi baskılar olmak üzere bütün topluma yönelik baskı, yasak ve kısıtlamaların İran toplumunda boğucu bir hal aldığı biliniyor. Ancak bu cenderenin bir de siyasi boyutu var. İşin bu yönü, ortada bir “model” farklılığı olsa da, rejim değişikliği ile birlikte bizde de ortaya çıkan ve İran’ın yakın dost ve müttefiki Suriye’de de uzun yıllardır yaşanan milli güvenlikçi bir polis rejimi (devleti) olarak kendini gösteriyor. Kısacası sorun en azından 2016’ya kadar süren, sonra kısmen yumuşayan ambargoyla ağırlaşan ekonomik sorunların ve sıkıntıların ötesinde, “Velayeti Fakih” düzenine (Yani dini otoritenin egemenliğine) dayalı, “İslami” olamayan her şeyi yasaklayan, ağır biçimde cezalandıran (ölüm cezası dahil), mollaların hâkimiyetindeki sözde “çok partili” (Adaylar yüksek bir konseyin onayına tabi) totaliter bir diktatörlük düzeninden kaynaklanıyor. Bu düzen aynı zamanda faşizmin bazı öğelerini de barındırıyor. Rejim kitleleri, günlük hayatları içinde kontrol etme görevini de yerine getiren ve aynı zamanda sanayi, ticaret, hizmet gibi sektörlerde ciddi bir ekonomik gücü kontrol eden “Devrim Muhafızları” (Pastaran) gibi paralel bir orduya (120 bin kişilik bir kara, deniz, hava gücü) ve “Besiçler” gibi, her düzeyde günlük hayatı kontrol eden (saç, giyim, makyaj vb. de dahil) silahlı paramiliter güçlere sahip.

Bugünkü İran rejimi varlığını, 1978-79’da tarihin en kitlesel devrimlerinden birinin İslami bir karşıdevrime dönüşmesine borçlu. Bu, milyonlarca insanın şahlık rejimini devirmek amacıyla ayaklanarak sokaklara çıktığı, ordunun kitlelerin gücü karşısında çözüldüğü, halkın yer yer silahlanıp kendi seferberlik organlarını yarattığı, sosyalist solun görece güçlü örgütleri, partileriyle hem de silahlı olarak yer aldığı, ancak buna rağmen büyük bir aymazlıkla (“antiemperyalizm” yanılsaması) iktidarı İslamcılara-İslam cumhuriyetine teslim ettiği, onların da başlarda iktidarı paylaşır gibi yaptıkları burjuva liberalleri tasfiye edip kanlı bir diktatörlük kurdukları tarihsel bir süreçti. Karşı devrimci İslam Cumhuriyeti, emperyalizm destekli Irak saldırısına karşı bütün dünya solunun kendisine destek verdiği bir dönemde, savaş koşullarından da yararlanarak binlerce solcuyu, sosyalisti, devrimciyi idam etti ve gücünü sağlamlaştırdı…

Rüzgârın yönü..?

Erken konuşmuş olmayalım ama, bölgemizde rüzgârın yönü yine değişmeye başlamış olabilir! Gerçi İran rejiminin bilinen gücü nedeniyle şu anda kimsenin fazla bir beklentisi yok. Ancak bu güç görüntüsü, aynı 2011’de Arap ülkelerinde olduğu gibi, ciddi bir toplumsal-siyasi çürümenin ve ekonomik-toplumsal başarısızlığın yol açtığı güçsüzlüğü örtüyor olabilir. İran rejiminin, bölgesel plandaki “göz kamaştırıcı” askeri, politik ve diplomatik başarılarını, yayılma heveslerini taşıyamayacak bir kapasite sorunundan mustarip olma ihtimali güçlüdür. Petrol fiyatlarının uzun süreli gerilemesinden ve ambargonun etkilerinden kaynaklanan sıkıntıların İran’ı etkilediği açık. Gösterilerde atılan bazı sloganlardan, kitlelerin en azından bir bölümünün, içerideki ekonomik sıkıntıları nedeniyle, devletin, dışarıdaki siyasi-askeri nüfuzunu artırmaya yönelik ve petrol gelirlerinin önemli bir bölümünü yutan masraflı faaliyetlerinden şikâyetçi olduğu anlaşılıyor.

Olayların seyrinde, rejimin kendi iç çelişki ve dengelerinden de kaynaklı olarak vereceği tepkilerin önemli bir rolü olacağını söyleyebiliriz. Molla rejiminin muhtemelen daha “reformist” ve “liberal” temsilcileri, İran halkının demokratik tepkilerinin engellenmemesi gerektiğini, her şeyin yasaklı olmasının tepkilerin şiddetini artırabileceğini söylüyorlar. Elbette “tutucu” diye bilinen kanattan ise protestoculara göz açtırılmaması gerektiği yönünde tepkiler var. Ayrıca rejim yanlısı paramiliter güçler de tehditler savurmaya başladı.  Ve elbette daha ilk andan başlayarak işin içinde “dış güçlerin” bulunduğu, ölüm olaylarında kitleye ateş açanların polisler değil, “yabancı ajanlar” olduğu, hatta bazı yerlerde “camilerin yakıldığı”  yolunda (geleneksel) resmi açıklamalar geliyor. Trump’ın Twitter’dan bütün dünyayı İranlı kitlelere destek vermeye çağıran mesajı, çoğunluğu Suudi Arabistan kaynaklı olduğu söylenen sosyal medya destekleri, ABD, İsrail ve Suudilerin İran’a ilişkin bilinen niyetleri protesto eylemlerini karalamak için kullanılıyor. Üstelik işin bu “dış güçlere” ve “emperyalizme” ilişkin yönünün sadece İran içinde değil, İran dışında da etkili olacağını peşinen söyleyebiliriz. Zaten İran rejimi bu tür karalamaları sadece kendi kamuoyunu değil, diğer ülkelerdeki “antiemperyalist” kamuoyunu da kazanmak için yapıyor. Hemen her şeyi, özellikle de başka ülkelerdeki toplumsal olayları neredeyse sadece “jeopolitik” yönüyle ve soyut bir “antiemperyalizm” üzerinden okumaya alışmış kesimlerin tepkilerini tahmin etmek zor değil. Ancak konunun mollalar İranı’nda cereyan ediyor olması, mesela Türkiye’de uzun yıllar boyunca “Mollalar İran’a!” sloganını atmış ulusalcılarımızı ne yönde etkileyeceği yine de merak konusudur. Bir yanda ABD, Trump, Suudiler ve İsrail, öte yanda İran rejimi ve “jeopolitik gerçekler” ve de yıllardır süren totaliter bir baskı rejiminin mengenesindeki İran halkı… Yani işin içinden çıkmak kolay değil!

Kapitalist mollalara karşı İran emekçilerinin yanında

Bütün bu çelişik durumlara karşın yine de açık ve net bir tavır almak mümkün. Eylemlerin devamının gelip gelmeyeceğini ve nasıl bir seyir izleyeceğini şimdiden tam olarak bilemesek de dünyanın ve bölgemizin içine girdiği dönem itibariyle ve tarihsel öneme sahip 2011 deneyiminin ışığında bir şeyler söyleyebiliriz: Birincisi, tereddütsüz biçimde kapitalist mollalara karşı İranlı emekçi ve yoksulların, ezilenlerin, özgürlük ve demokrasi talebiyle ayağa kalkanların yanındayız. Hiçbir “jeopolitik” neden bizi İran’daki İslamcı-burjuva polis devletine ve mollalara destek vermeye itemez. İran’a yönelik emperyalist-siyonist bir saldırı durumunda dahi vereceğimiz devrimci destek rejime, İslamcılara değil, İranlı emekçilere ve ezilen halklaradır. Bu destek, sadece İran’ın emperyalist bir işgale uğramasına karşı değil, aynı zamanda halkın gerici-İslamcı burjuva rejimini devirmesi için verilen bir destek olacaktır. Mücadelemiz, aynı zamanda emperyalist müdahale planlarına neredeyse “ahlaki bir üstünlük” sağlayan bu burjuva hırsız-polis rejimlerinin “antiemperyalizm” maskelerini düşürmeyi de hedeflemektedir. Türkiye, İran, Suriye vb. rejimlerin ve İslamcıların “emperyalizm karşıtlıkları” esas olarak sınıfsal, antikapitalist bir öz taşımaz. Onların “ABD”, “Batı”, “büyük şeytan”, “Hıristiyan dünyası” ve “kâfirler” ile olan dertleri esas olarak halklarının çıkarlarıyla değil, kendi ekonomik, siyasi, ideolojik konumları ve hâkimiyetlerinin devamı ile ilgilidir. Pek çok örnekte görüldüğü gibi, bu hâkimiyetin devamı için gerektiğinde emperyalizm ile her türden işbirliğine girebilirler. Emperyalist devletlerle yaşadıkları politik sorunlara rağmen, emperyalizmin temel gücünü oluşturan uluslararası tekellerle yakın ilişkiler içindedirler. (İsteyen Kaddafi Libyası’nda, Suriye’de, İran’da faaliyet gösteren uluslararası tekellerin listesine bakabilir.) Bu kapitalist devletlerin yönetici sınıflarının emperyalizmle olan sınıfsal ilişkileri, onların da birer burjuva olmasından kaynaklanır. Bu tür rejimler, (bazılarının) “küçük burjuva radikalizmi” veya “sosyalist” olarak adlandırıldıkları dönemlerde de birer burjuva diktatörlüğüydü; zaten küçük burjuva diktatörlükleri, üzeri devlet kapitalizmiyle örtülü burjuva diktatörlüklerinden başka bir şey değildir. Bu ülkelerde, yönetici sınıfların emperyalizm karşıtlığı daha çok halkın aldatılması ve korkutulması amacıyla kullanılan bir araçtır. Bu ülkelere hükmeden hanedanlar, yüksek bürokratlar ve onların çevresindeki sermaye grupları, devlet kapitalizminin ve sonra da emekçilerin ve yoksulların ayaklanmasına yol açan neoliberaldönüşümlerin kendilerine sağladığı maddi zenginlikleri başkalarıyla paylaşmamak için, iktidar tekellerini, emperyalizm karşıtlığı maskesi altında korumaya çalışmaktadırlar. Bu ülkelerdeki rejimlerin (Şimdi de aynı Türkiye’deki rejimin yaptığı gibi) uluslararası-bölgesel politikalarının “emperyalist-Batı” karşıtlığı, bölge halklarının çıkarlarını değil, kendi çıkarlarını savunmaya yöneliktir. Yoksa hepsi her fırsatta uluslararası finans kapitalle kurdukları ortaklıklar yoluyla kendi emekçilerini sömürmeye hazırlardır. Bu işbirliğine ilişkin “küçük” bir örnek olarak 2001 sonrası “terörle mücadele” adı altında Libya ve Suriye rejimlerinin kendi topraklarını CIA’nın işkence merkezi haline getirmelerini gösterebiliriz! (Emperyalist ABD’de işkence yasak olduğu için!) Sonuç olarak, çok ciddi bir tehlike oluştursa da ABD, İsrail ve Suudilerden gelen destek açıklamaları İran türü rejimlerin “temize çıkmasını” sağlayamayacağı gibi, halkların haklı isyanını da kirletemez. Trump’ın ve diğerlerinin mesajları, doğrudan emperyalizmin çıkarlarına ve birbirleriyle rekabet halindeki gerici rejimlerin çıkar çatışmalarına ilişkindir.

Ancak…

Ancak yukarıda da belirttiğimiz üzere yine de ciddi bir tehlike vardır. Bölgemizdeki (muhtemel) ikinci bir devrimci dalga da ilkinin karşılaştığı sorunlarla (Belki de daha şiddetli biçimde) karşı karşıya kalacaktır. Bir Kuzey Afrika-Ortadoğu (veya Batı Asya) devriminin, nesnel koşulların elverişliliğine rağmen, önündeki en önemli öznel engel (yine bazı tarihsel-nesnel nedenleri olan) ağır baskı altındaki işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin örgütsüzlüğü ve devrimci bir siyasi önderlikten yoksunluğudur. İşçi sınıfının görece güçlü ve örgütlü olduğu ve devrimlerde, önemli bir rol aldığı Tunus ve Mısır gibi örnekler, sınıfın gücüne ve mücadele tecrübesine rağmen böyle bir önderlikten yoksun olmasının sonuçlarını ortaya koymuştur. Ancak yine de bu ülkelerdeki işçi sınıflarının kısmi rolü bile, bu sınıfsal-siyasi boşluğun, emperyalist müdahaleler ve selefi-cihatçı grupların devreye girmesi sonucu Libya ve özellikle de Suriye’de yarattığı felaketin yaşanmasına engel olmuştur. İran’da da İslamcı rejime karşı muhtemel bir devrimci kalkışmanın emperyalizmin müdahalelerine kurban gitmemesinin en önemli şartı, İran işçi sınıfının birliği, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına vereceği destek ve kendi devrimci önderliğini inşa etmeyi başarması olacaktır. Siz bakmayın Suudilerin ellerini ovuşturmasına, İran’da başlayacak dalga, muhtemelen ilk önce Suudi rejimini alabora edecektir.  

Son bir haber: İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, İran’ın yabancı düşmanlarının ülkede karışıklık çıkardığını ve bunun silah, para ve istihbarat ile desteklendiğini söylemiş. Aynı bizim “Gezi”! Öyle yabancı ajanlar, dış güçler falan… Tabii bizde camide içki içenler, orada cami falan yakıyorlar. Bakalım, deri kıyafetlerini giyip “çarşaflı bacıların” üzerine ne zaman işeyecekler!

İRAN, GEZİ VE BİZİMKİLER… 

6 OCAK 2018

İktidar çevreleri, İran’daki halk hareketine ilişkin açıklamalarında “Gezi” benzetmesini kullanmaya başladılar. Elbette, kendi anlayışları çerçevesinde ve en berbat anlamıyla! Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, daha dolaylı bir üslupla, “olayların ‘Gezi’ye benzetildiğini” söyledi. En açık görüş ise AKP Meclis Başkan Vekili Mustafa Elitaş’tan geldi; Beyefendi, İran’da yaşanan kitlesel gösterilerin Gezi olaylarına benzediğini ifade etti.

Sihirli bir formül: “Dış güçler…

Gezi’nin İran’da bugünlerde yaşananlara ne ölçüde benzeyip benzemediği bizim açımızdan tartışılabilir, ancak “yeni rejimimizin” sözcüleri açısından aralarında bir fark olmadığı belli. Ayrıca İran’daki kapitalist molla rejiminin temsilcilerinin Gezi hakkında ne düşündüklerini bilmesek de, her iki rejimin temsilcilerinin İran’da yaşananlar konusunda büyük ölçüde hemfikir oldukları söylenebilir: Gerek bizimkiler, gerek İran’daki “meslektaşları” adı geçen toplumsal olayları ve büyük kitle seferberliklerini “dış güçlerin oyunu”  olarak sunmayı uygun buluyorlar! Kısacası Sünni-Şii ayrımı olmaksızın bütün egemenleri birleştiren bir duygu ve fikir ortaklığından söz edebiliriz

Türkiye’de 68’den başlayarak 70’ler boyunca süren siyasi-toplumsal mücadeleler boyunca asker-sivil iktidar mensuplarının yaşananları açıklarken kullandıkları meşhur bir cümle kalıbı vardı. Bu cümle, “Önce masum öğrenci istekleriyle başlayan, ancak daha sonra dış mihrakların ve milli birlik ve beraberliğimize kast etmiş kökü dışarıda karanlık güçlerin…!” diye başlardı. Hedef elbette öncelikli olarak devrimci eylemlerdi. Devleti yönetenler, epeyce ileri derecedeki ekonomik ve diplomatik ilişkiler nedeniyle çok açık sözlü davranmasalar da, sağın daha “eli kolu serbest” kesimleri her fırsatta, solcuların bu eylemler karşılığında Ruslardan para aldıklarını, eylemlerin arkasında Sovyetler Birliği’nin olduğunu iddia ederlerdi. Toplumsal ve siyasi mücadeleleri açıklayan sihirli formül buydu.

Gelenek hiç değişmedi; geçmişin “vesayet” düzenine son vermekle öğünen AKP iktidarı da başı ilk sıkıştığında hiç tereddüt etmeden o “vesayetçi” kalıba sarılıverdi. Milyonların katıldığı Gezi isyanı iktidara göre “dış güçlerin bir oyunuydu. İşin içinde Türkiye’nin hızla büyümesini ve bölgede bir “oyun kurucu” haline gelmesinin kıskanan ve bu nedenle RTE’yi bir darbeyle devirmek isteyen “dış güçler”, özellikle de 3. Havalimanı’nın Frankfurt’a rakip olacağını gören Almanya, Türkiye ekonomisini çökertmek isteyen “faiz lobisi”, “halkçı” iktidarı yıkmaya çalışan sömürücü büyük sermaye çevreleri (Ki, karargâhı Gezi Parkı’nın hemen yanında, Koç Grubu’na ait Divan Oteli’nde kurmuşlardı; aynı otel isyancıların hastanesi olarak da kullanılmıştı) ve elbette Soroslar ve diğerleri… Gezi, Batı’da da epeyce bir sempati toplamış ve RTE’ye yönelik ağır eleştirilere yol açmıştı. Özet olarak Gezi olaylarına katılanlar emperyalizmin hizmetindeki darbecilerdi. Kısacası Gezi, Türkiye’yi bölüp parçalama niyetindeki emperyalizmin oyunundan başka bir şey değildi.

Lenin Almanların hizmetinde!

Elbette “komplo teorileri”nin mucidi bizim yerli ve milli muktedirlerimiz ve “hınk deyicileri” değil. Bu evrensel bir yaklaşım. Dünyanın her yerinde  “düzenin sahipleri” tarih boyunca toplumsal olayların gerçek nedenlerinin sorumluluğundan kurtulabilmek ve toplum üzerindeki hâkimiyetlerini sürdürebilmek için kendileri dışında her şeyi ve herkesi suçlama yoluna gitmişlerdir. Öyle ki bu yöntem zamanla adeta “dünyayı yönetmeye” başlamıştır. Buna göre muhalif anlamda toplumsal ve siyasal olan her şey dış kaynaklı bir komplonun sonucudur. Duruma, zamana ve meşrebe göre arkasında Yahudiler, Masonlar, büyük devletler, emperyalizm, ABD, İngiltere, Almanya, (geçmişte) Sovyetler Birliği (esas olarak Ruslar), Bolşevikler vardır. Ayrıca Başta Büyük Fransız Devrimi olmak üzere bütün devrimler birer komplonun eseridir. (Bizim 1908 de dahil devrimlerde daha çok Yahudi-masonların parmağı vardır!)  Mesela bu teoriye göre Rus devriminin ardındaki en önemli güç, Rusya’nın savaştan çekilmesinden büyük fayda sağlayacak olan Alman emperyalizmidir. Devrim, aslında (mühürlü bir trenle) Rusya’ya gönderilen ve bir Alman casusu olan Lenin tarafından yapılmıştır. Almanya, Rusya’nın savaştan çekilmesini isteyen Bolşeviklerin iktidara gelmesini istemektedir! Şaka değil, 1917 Ekimi’ne kadar geçen süre boyunca, iktidarı elinde tutan ve emperyalist savaşın devamından yana olan liberal burjuvaziyle “yurtsever” küçük burjuva demokratlarının başlıca iddiası, işçi sınıfı içindeki gücünü giderek artıran Lenin ve Bolşeviklerin Alman casusu vatan hainleri olduğuydu! Burada, genel olarak komünizm gibi Bolşevizm’in de,  kurucularının bir bölümü ve önde gelen pek çok temsilcisinin etnik kimlikleri nedeniyle, “uluslararası Yahudi komplosunun” (Sion Protokolleri!) eseri olduğu iddiasına girmiyoruz bile!

Kısaca söyleyecek olursak hemen hepsi “dış güçlere” ve onların maşaları durumundaki “iç düşmanlara” dayanan komplo teorilerin dünya çapında uzun bir geçmişi vardır. Bunda da şaşılacak bir şey yoktur. Egemen sınıflar, ellerindeki sömürü, zulüm ve zorbalık çarkını döndürebilmek ve halkları, kendi sınıfsal çıkarlarının bütün ulusun çıkarları olduğuna inandırabilmek için bu yolu seçmek zorundadırlar. Böylece bir yandan baş kaldırmaya cesaret edenleri karalamaya, öte yandan da “dış tehlikelerle” korkuttukları kesimlerin sadakatini kazanmaya çalışırlar; çoğu zaman da bunu başarırlar.

Tuhaf olan…

Bütün bunlar gerici egemen sınıflar açısından çok normaldir. Ancak “tuhaf” olan, o egemen sınıflara karşı olduklarını söyleyen, kendilerini muhalif, ilerici ve hatta devrimci olarak tanımlayanların; toplumsal-siyasi olaylara o egemenlerden çok daha farklı bir analiz yöntemiyle yaklaşması gerekenlerin de neredeyse tıpatıp onlarla aynı yöntemi kullanmalarıdır. Bu durum önemli çelişkileri barındırır. Mesela Türkiye’deki OHAL rejimi  “faşizm” olarak tanımlanırken, Suriye’yi onlarca yıl boyunca OHAL ile yönetmiş olan, üstelik de BaasPartisi dışında her türlü siyasi faaliyeti, grevleri, bağımsız sendikaları, her türlü emek mücadelesini yasaklayan, devrimci, sosyalist muhalifleri uzun hapis cezalarına çarptıran Esad rejimi ilerici ve laik olduğu gerekçesiyle desteklenebilir. Bir diğer örnek ise şimdi bütün haşmetiyle gündeme gelen İran meselesidir. Malûm, İran rejimi “ilericilik-laiklik” bir yana adıyla sanıyla bir “İslam Cumhuriyeti”dir. Aslında bu rejim, laik Atatürkçü ulusalcımızın gözünde nefret edilesi bütün özellikleri taşır. Zaten o yüzden yıllarca “Mollalar İran’a!” sloganı atılmıştır. Ancak onun da kurtarır bir tarafı vardır: İran’daki İslami rejim de aynı Suriye’deki Baas rejimi gibi “antiemperyalistir”; yani Amerika’ya karşıdır. Yani biri “laik” ve “antiemperyalist”, diğeri ise “İslamcı” ve “antiemperyalisttir. Kısacası, ulusalcılarımızın ve hatta sosyalistlerimizin büyük bir bölümünün gözünde her ne olurlarsa olsunlar bu iki rejimin de tutar, muteber ve güvenilir  bir yanı vardır.

Antiemperyalizmin tekelci aşaması!

Ulusalcılarımızın ve sosyalistlerimizin gözünde itibarları ve güvenilirlikleri olmayanlar ise bu ülkelerin İslamcı ve laik despotların tahakkümü altındaki halkları, işçi ve emekçileridir! “Emperyalizm karşıtlığının” “devlet tekelinde” olduğu bu ülkelerde İşçilerin, emekçilerin, ezilen halkların her türlü başkaldırısı nedenine, kaynağına bakılmaksızın otomatikman “emperyalizmin” ve “dış güçlerin” oyunu, operasyonu olarak ilan edilir. Üstelik bunu yapanlar, kendi memleketlerinde, “yerli ve milli” olarak görmediği her türlü muhalefeti “vatana ihanet” sayan, toplumsal-siyasal her türlü karşı çıkışı emperyalizmin ve dış güçlerin tezgâhladığı bir “darbe olarak ilan eden, sözde “antiemperyalist” despotik bir rejime karşı “demokrasi ve özgürlük” mücadelesi verdiğini söyleyen bir kısım zevattır! Mesela İran’daki kitlesel başkaldırıya ilişkin ellerinde çok önemli ve kesin bazı “kanıtlar” vardır: Trump’ın twitleri; Netanyahu’nunaçıklamaları, Suudi Arabistan ve Körfez kaynaklı sosyal medya paylaşımları; ve elbette bunların bölgedeki konumları nedeniyle İran’daki bir karışıklıktan yararlanma umutları… İşte karşı durulamaz somut gerçeklikler ve kanıtlar! 

Aman Allahım, yoksa Gezi de…!

Bunlar, nitelikleri itibariyle Gezi isyanı sırasında ve sonraki günlerde bizim hükümetin eline geçen “kanıtların” hemen hemen aynılarıdır! Zaten yazının girişinde yer alan iktidar kaynaklı “Gezi” benzetmelerinin çıkış noktası da burasıdır. Bu durumda ulusalcılarımıza ve onları takip eden bir kısım sosyalistimize sormamız gerekiyor: O dönem sizlerin de “demokrasi, özgürlük, laiklik ve aydınlanma” adına desteklediğiniz Gezi isyanının ardında “kimler”, hangi, “dış güçler”, hangi “emperyalist mihraklar” vardı?  Bir soru daha: Yeni bir “Gezi”de, rejim, “Emperyalist-Batı destekli” bu “darbe girişimini” (Emin olun, destek mahiyetinde dış kaynaklı pek çok twit ve sosyal medya paylaşımının yanı sıra Batılı hükümetlerden ve yabancı medyadan da pek çok uyarı gelecektir!) bastırmak amacıyla polis ve jandarmanın yanı sıra HÖH, Osmanlı Ocakları vb. “paramiliter” güçleri, yani bir nevi “(karşı)devrim muhafızlarını” veya “Beşiçleri” (İran) veya “Şebbihaları” (Suriye) çıkardığında eylemlerin niteliği hakkında hangi açıklamaları yapacaksınız! 

Ama bizimkiler..!

“Ama bizimkiler ‘gerçek antiemperyalist’ değiller ki…!” dediğinizi duyar gibiyiz. Zaten bir süredir endişeli bir ruh haliyle RTE’nin gerçek bir antiemperyalist olmadığını kanıtlamaya çalışmakla meşgulsünüz! Ancak bu kafayla işiniz zor. Sizin ölçütlerinizle RTE’nin ve rejiminin sıkı bir emperyalizm karşıtına, ABD düşmanına dönüşmesi an meselesidir! Olmaz olmaz demeyin; ayakta kalmak için her şeyi yapmaya hazır Saray rejiminin ABD ve Batı ile köprüleri atması, NATO’dan çıkması, İncirlik ve diğer üsleri tamamen kendi kontrolüne alması, yeni ittifak sistemleri arayışına girmesi ve çeşitli “bağımsızlık” manevralarına girişmesi “ekonomik” nedenlerle çok kolay görünmese ve de pek çok riski içerse de imkânsız değildir. Unutmayın, karşınızda “olmaz” denilenleri hayret verici bir kolaylıkla yapıveren, her türlü riski almaya hazır bir güç var! Sizde bu, kapitalizme ilişkin tek laf etmeden emperyalizm analizi yapma yeteneği varken başımız belada demektir! 

Çok kısa bir süre önce ulusalcı bir köşe yazarı, ABD emperyalizmine ve Kürtlere karşı bölgede “ebedi huzuru” sağlayacak bir Türkiye-İran-Suriye-Irak işbirliği ve ittifakı öneriyordu. Böylece ABD’’nin “Kürtleri kullanarak” bu ülkeleri bölme hedefi engellenecek ve bölge barışı sağlanmış olacaktı. Yazarımızın yazdıklarından anladığımız kadarıyla bu konuda asıl sorun, bu işlere kafası basmayan RTE Türkiyesiidi. Yazarımıza müjdeyi vermek isteriz, bu ittifak, en azından rejimlerinin giderek ortaklaşan nitelikleri fiilen kurulma yolunda: Türkiye, rejimi itibariyle hızla İran-Suriye karışımı bir ülkeye dönüşüyor. Elbette “antiemperyalizm” konusunda  diğerlerine nazaran bazı acemilikleri var, ne de olsa bu işlerde biraz yeni, ancak biz bu acemiliğin “yeni dostlarımızın” da yardımıyla kısa sürede ustalık aşamasına erişeceğine inanıyoruz; tabii biraz da sizlerin bu konudaki engin tecrübe ve hoşgörüsü sayesinde..!

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında