BİR REJİM SORUNU OLARAK LİBYA SEFERİ

BİR REJİM SORUNU OLARAK LİBYA SEFERİ

Kanal İstanbul ve Libya seferi konularının “iktidar çılgınlığı”ndan kaynaklı bir savaş projesinin parçaları olduğunu söylemiştik. İktidar sözcülerine göre ortada öyle bir çılgınlık, hatta bir tuhaflık falan yok! İleri sürülen gerekçe, Libya’da dengenin sağlanması ve bu yolla barışın temin edilmesi. Tabii bir de RTE’nin “Herkes orada biz niye olmayalım!” gerekçesi var ki, tam da Şahsı’na yakışır bir ifade! Ayrıca bizimkilere göre işin uluslararası hukuka dayanan bir yönü de var: Trablus hükümetinin Birleşmiş Milletlerce “tanınıyor” olması. Bunların yanı sıra, bütün bölge devletleriyle kavgalı Türkiye’nin her an devrilebilecek bu “meşru” hükümetle yaptığı bir “deniz sınırı” veya “münhasır bölge” anlaşması da var. Yani Türkiye’nin, daha doğrusu yeni rejimin Libya’ya askeri müdahalede bulunmaması için hiçbir neden yok!

Elinde Çekiç ile Gezen..!

Elbette iktidarın bu gerekçelerine karşı, “Libya’da umutlarını bağlayıp yardımına koştuğu hükümetin bu haliyle bir geleceğinin olmadığı, askeri müdahale yoluyla bir dengenin ve barışın sağlanamayacağı, eğer “herkes” oradaysa asıl o zaman orada bu şekilde bulunmamak gerektiği ve bölgedeki son gelişmelerin ardından işlerin daha da sarpa saracağı vb.”itirazları öne sürmek boşuna. Çünkü söz konusu olan, rejimingiderek kararan istikbali. O nedenle Saray’dakiler başka türden bir akıl ve mantık boyutuna geçmiş durumda. O tarafta işler başka türlü yürüyor; bilincin farklı yasaları var…

Yani iktidar, aynı Kanal İstanbul konusunda olduğu gibi Libya konusunda da çok ciddi. Tabii uluslararası konularda ciddiyetin öncelikle diplomatik bir yolu olduğu da söylenebilir. Ancak girilen çıkmazda rejim açısından her şey had safhada askeri bir nitelik kazanmış durumda. “Elinde çekiç ile gezen her şeyi çivi olarak görürmüş!” diye bir söz vardır. “Monşerlerin” ve Dışişleri’nin devre dışı kalmasınınardından uluslararası bütün sorunların MİT ve Milli Savunma Bakanlığı’na devredilmesi ve elbette ilk ve son kararı verme yetkisinin Saray’da olması nedeniyle başka türlüsü mümkün değil. Bir de rejimin “dönülmez bir akşamın ufku”na doğru seyrettiği düşünüldüğünde girilen çıkmazın ne denli tehlikeli bir hal aldığı anlaşılır.

Bir İç Politika ve Ekonomi Sorunu Olarak Libya

Libya’ya askeri müdahale, esas olarak bir iç politika sorunu; askeri yönünün çok ötesinde ekonomik, politik, toplumsal boyutları, temelleri var. Yeni rejimin iktisadi-siyasi varlığı açısından büyük önem taşıyan dış politika hattının, yani bölgede Mağrip’ten Maşrık’a bir “İhvan zincirine” dayalı “Yeni-Osmanlıcı” hegemonya ve bu yolla birtakım maddi kaynaklara ulaşma hayalinin darmadağın olması iktidarın Suriye ve Libya’daki saldırganlığının nedeni. “Yumuşak güç” ile yapamadıklarını kaba güçle yapabileceklerini düşünüyorlar.

İhvancı dış politikanın iflası, iktidarı ayaktaki son İhvancıhükümeti kurtararak bölgede tutunma çabasına yöneltmiş durumda. Bunun başarılması durumunda Libya bu çatışmadan ister tek parça, isterse de bölünerek çok parçalı olarak çıksınTürkiye’ye (yani kendilerine) önemlice bir petrol ve imar-inşaat payı düşebileceği hesap ediliyor; aynı Suriye’de beklendiği gibi! Türkiyeli müteahhitlerin Kaddafi döneminden kalma alacaklarıyla birlikte Saray rejiminin iktisadi altyapısında enerji ve inşaat sektörlerinin ve bu alanlarda faaliyet yürüten yandaş şirketlerin rolü düşünüldüğünde bu hedefin önemi anlaşılabilir. Bu nedenle ülkenin yandaş bir hükümetin etrafında birleştirilmesinin imkânsız hale gelmesi durumunda (Ki, böyle görünüyor) Türkiye’nin siyasi-askeri hedefi Libya’nın bölünmesi olacaktır. Bu durumda Saray rejimi, eğer mümkün olabilirse, ülkenin, kendisine yakın bir hükümet tarafından yönetilen parçasında ekonomik-politik-askeri nüfuz sahibi olmak isteyecektir; yine aynı Suriye’de olduğu üzere.

Barış mı..?

Biz, Türkiye’nin bu politikalarla Libya’da iddia ettiği gibi barışı sağlayacağına inanmıyoruz. Sözünü ettiğimiz savaşçı (iç savaşçı) yöntemlerin iç politikadaki sonuçları düşünüldüğünde, kendi ülkesinde bütün dengeleri yıkıp her şeyi çatışma konusuna çeviren bir rejimin Libya’da “denge ve barıştan” söz etmesi inanılır gibi değil. Hele ki silahlı selefi İslamcı grupları Suriye’den Libya’ya taşımaya başlamışken! 

Ayrıca herkes durumun farkındadır. Uluslararası ve bölgesel planda sorunla ilgili bütün ülkeler Türkiye’nin askeri bir müdahalesinin Libya’daki durumu daha da içinden çıkılmaz hale getireceğini söylüyor. Elbette bütün bu uyarıları “Türkiye düşmanlarının kötü niyetlerine” yormak mümkün. Ancak niyet her ne olursa olsun, işaret edilen sonuçlar birer gerçek. Türkiye’nin müdahalesi Libya’daki durumu çok büyük bir ihtimalle daha da karmaşık ve tehlikeli bir hale getirirken, Türkiye’yi de deniz aşırı bir savaşta doğrudan askeri taraf haline getirecektir. Bu durum artık epeyce yalnızlaşarak, başkent ve çevresindeki küçük bir alanı kontrol edebilen Trablus hükümetine muhtaç hale gelen Türkiye’nin karşısındaki cephenin daha da büyümesine yol açacaktır Türkiye’yi yönetenlerin (eğer varsa) stratejilerinin sonucu sadece Libya açısından değil, Türkiye ve rejim açısından da tehlikeli sonuçlara gebedir.

ABD- İran geriliminin Kasım Süleymani’nin öldürülmesinin ardından doğrudan çatışmaya dönüşme eğilimi ve bölgede savaş rüzgârlarının şiddetlenmesi Türkiye’nin Libya macerasında yepyeni belalara yol açacak, Türkiye üzerindeki baskıyı artıracaktır. Türkiye’nin Libya’daki varlığı, giderek ağırlaşan bu ortamda, çatışan güçler arasında dengeci-tarafsız bir tutum almasını veya görüntü vermesini epeyce zorlaştıracaktır.

Durum Kötü..!

Meclis’ten geçen savaş tezkeresinin gerekçesi bu defa “milli güvenlik” değil, “milli çıkarlar!”; “Türkiye’nin milli çıkarlarına yönelik her türlü milli güvenlik riski.” Bahçeli’nin Libya seferini “Türkiye’nin beka sorununa” bağlamasına bakarsak “Vay halimize!” dememiz gerekiyor! MHP destekli Saray rejiminin Türkiye’yi getirdiği hale bakın. Yani sallantıdaki Trablus hükümetini kurtaramayıp bir de Libya’yı terk etmek zorunda kalırsak yandık; Ankara bile elden gidebilir! Dedik ya Türkiye’nin beka sorununu Cebelitarık’tan başlatmaktan başka çare yok; tabii öbür ucu da düşünmek şartıyla! Elbette “Türkiye’nin Libya’daki menfaatlarınayönelebilecek saldırıları bertaraf etmek” gibi daha açık ve manalı bir gerekçe de var. Bunun ne anlama geldiğini yukarıda anlatmaya çalıştık. 

Bu arada Dışişleri Bakanı’nın muhalefet liderleriyle görüşmesinde dikkatleri çeken bir ayrıntı var. Bakan, CHP ile görüşmesinde neden acele edildiği sorusuna “Libya’da durum kötüleşiyor. Saha Trablus hükümeti aleyhine dönüyor. Bunu ateşkesi sağlayacak hamle olarak görüyoruz” cevabını veriyor. Yani sallantıdaki bir hükümeti, düşmanlarını askeri gücümüzle caydırmak suretiyle kurtarmaya gidiyoruz! Tabii bu gerekçe, sahada Türkiye dışında da, epeyce belalı silahlı güçlerin olduğu düşünüldüğünde,  iktidarın sırf ayakta kalabilmek uğruna Türkiye’yi, üstelik de böyle bir kriz döneminde, ekonomik olarak çökertebilecek çok tehlikeli bir savaş macerasına sürüklediğini gösteriyor. Hem de aynı “çıkarların” diplomatik bir arabuluculuk yoluyla da korunabilmesi mümkünken. (Eminiz, Türkiye büyük burjuvazisinin eski ve asıl unsurları da bu fikirdedir. Neyse geçmiş olsun!) Ancak Saray rejiminin, daha önce de Suriye sürecinde görüldüğü üzere, bu kapasite ve yeteneğini kaybettiğini, dış politikayı da iç politikadaki çatışmacı yöntemleriyle sürdürebildiği açıkça görülüyor.

Bedelini Kim Ödeyecek?

Bütün bunların böyle rejimlerin çöküş dönemlerine has, ekonomik ve toplumsal yıkım projeleri olduğunu vurgulamalıyız. Libya’daki savaşın büyümesinin, boylu boyunca işin içine girmesi halinde, bir kriz sürecinde yol alan Türkiye’de ciddi hasarlara yol açması kaçınılmazdır. Bu yıkımın bedeli öncelikle İşçi ve emekçilerin hayatına yansıyacak, yansıtılacaktır.

Giderek uzayabilecek deniz aşırı bir savaşın bütün maliyeti büyük sermayenin kazançlarından değil başta işçi ücretleri olmak üzere emekçilerin cebinden karşılanacaktır. Öyle bir durumda, “insan onuruna yakışan bir ücret” talebine Devlet Bahçeli’nin cevabı, kesinlikle “Siz bir merminin fiyatının ne olduğunu biliyor musunuz!” olacaktır. Yine, açlık sınırının üzerindeki bir asgari ücret talebi bu defa “yabancı sermaye girişi ve rekabet” vb. gerekçelerin yanı sıra “vatan ve millet” adına yüksek savaş masrafları gerekçesiyle de reddedilecektir. Böyle bir durumda emekçilerin her türlü hak ve özgürlük talebi, açık bir devlet şiddeti yoluyla ve dindarlıkla tahkim edilmiş rezil bir milliyetçiliğin ardına gizlenerek “etkisiz hale” getirilecektir. 

Emekçiler, kendi kardeşlerinin, evlatlarının kanı canı veekmek paraları üzerinden yürütülecek, ama kazanılması halinde sadece efendilerimizin işine yarayacak bir savaşa kesinlikle karşı çıkılmalıdır. Kaldı ki, böyle bir savaşın kazanılma ihtimali de yoktur. Rejimi ayakta tutabilmek için girişilecek bir savaş, bölgedeki diğer çelişki ve çatışma dinamikleriyle kesişerek rejim için umulmadık yerlere varabilir. Böyle bir durumda rejim savaştan beklediğisonuçların tam tersiyle karşılaşacaktır. Saray rejiminin yol açabileceği felâketleri bütün neden ve sonuçlarıyla birlikte ancak emekçilerin bilinçli ve örgütlü mücadelesi engelleyebilir.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında