DIŞARISI, İÇERİSİ: SAVAŞ VE İŞÇİ SINIFI…

DIŞARISI, İÇERİSİ: SAVAŞ VE İŞÇİ SINIFI…

2016 yılı başlarında “Independent”’ın ünlü Ortadoğu muhabiri Patrick Cockburn, dengenin Esad rejimi lehine değişmesi ve Kürtlerin Türkiye sınırını ele geçirmesi nedeniyle Cumhurbaşkanı RTE’nin Suriye’ye askeri müdahalede bulunabileceğini yazıyordu. Yine aynı günlerde, bir Fransız Ortadoğu uzmanı olan Gerard Challiand da  “Eğer Türkiye’nin lideri Erdoğan olmasaydı, Türkler Suriye’ye askeri müdahale yapmaz derdim. Ancak lider Erdoğan olduğu için sanırım yapacaklar” demişti.

Büyük İlerleme: Şam’a Doğru!

Adamların dedikleri çıkmakla kalmadı, o günlerden bu günlere çok büyük ilerlemeler kaydedildi! Şimdi Suriye devletiyle bir savaşın başındayız. İşin içinde Rusya’nın da olması bizimkilerin hızını bir ölçüde kesse de, Saray’dan gelen son açıklamalar durumun vahim olduğunu gösteriyor. RTE, “Rejim ordusu”nun her yerde vurulacağını ilan etti. Milli Savunma Bakanı da NATO’dan yardım istedi. Artık iyice aleni bir hal almış gerçek şöyle: Türkiye, daha doğrusu Saray rejimi, Suriye’nin geleceğini önemli ölçüde kontrolüne almadan oradan çıkmak istemiyor; veya daha da ötesi Suriye’den hiç çıkmak istemiyor! Rejimin küçük ortağı Bahçeli, Türkiye’nin “Şam’a girmeyi planlaması gerektiğini” söylüyor. Rejimin her iki ortağı da İdlib’in, hatta daha da ötesinin (mesela Libya’nın!) “Türkiye’nin bekası” için kilit önemde olduğunu, “tehlikenin” buralarda durdurulamaması halinde sıranın Türkiye’ye geleceğini tekrarlayıp duruyorlar!

Rejimin Başarısı: Artık İçimiz Dışımız Bir!

Aslında başka bir zamanda Suriye işi bu hale gelmezdi, Ancak rejim, dahiyane bölge politikalarıyla sonunda Suriye’yi tamamen bir iç mesele haline getirmeyi başardı! Elbette dış politika iç politikanın bir devamıdır, ama yine de bunları ayıran, en azından “milli çıkarlar” adına dış politikayı bir ölçüde “siyaset üstü” (!) ve “dokunulmaz” kılan bazı önemli farklar vardır. Şimdi bu ayrım tamamen ortadan kalkmıştır. Bunu sadece bazı muhalifler-münafıklar söylemiyor, Cumhurbaşkanı’nın kendisi de  “Bu dönemin en önemli özelliklerinden biri de iç ve dış politika ayrılıklarının ortadan kalkmasıdır” diyor. Demekle de kalmıyor gereğini yapıyor. Mesela Suriye rejimine karşı kullanılan dil, içerideki “terör” operasyonlarında kullanılan dille aynı. (“Kalleş saldırı, etkisiz hale getirme” vb.) Tabii iş bu söylemle sınırlı değil daha da ötesi var. Mesela Kürt nüfusun tehcir ve diğer yollarla iyice azaltılıp yerine Türkiye tarafından organize edilen İslamcı-Arap çetelerin yerleştirildiği ve her türlü yağmaya açılan Afrin, El Bab ve Azez gibi yerlere Türkiye’den kaymakamlar, devlet memurları, emniyet müdürleri atanıyor. Devlet buralarda okullar, Türkiye’deki bir üniversiteye bağlı fakülteler,  PTT şubeleri açıyor! Aynı, “anavatanın” her karışında olduğu gibi TOKİ üzerinden imar-inşaat planları yapılıyor.  Bir dış meselenin bu derece iç meseleye dönüşmesi diplomasinin zorunlu kıldığı esneklik yeteneğini de  büyük ölçüde ortadan kaldırıyor. İşler sıkıştıkça gerçek bir stratejiden yoksun dış politika iyice “dan dun” bir hal alıyor. Aynı iç politikadaki gibi.

Savaş Şart: “Esad Kalırsa Biz Gideriz!”

Dış politikanın çıkmazı aslında iç politikanın çıkmazına işaret ediyor. Başka bir ülkedeki rejim savaşına müdahalenin en birinci nedeni giderek zora giren kendi rejimini kurtarma çabası. İşler neredeyse  “Esad kalırsa, biz gideriz!” noktasına gelmiş durumda! Yani öylesine bir sıkışma. İçeriyle dışarının bu derece iç içe geçmesi, bir savaşın sadece dış tehdit değil, aynı zamanda bir iç tehdit oluşturması anlamına da geliyor. Gerçekten de sözünü ettiğimiz koşullarda bir savaşın en ağır ve kalıcı etkilerini içeride, toplumsal düzeyde göstermesi kaçınılmazdır. 

Çoğu zaman savaşların nedeni, içinden çıkılmaz hale gelen iç çelişkilerin çözümünün dışarıda aranmasıdır. İktidarlar savaşı iktisadi, siyasi ve toplumsal sorunların çözümünde bir araç olarak görürler. Tarihte bu yönde pek çok örnek vardır ve hemen hepsi de yıkımla neticelenmiştir. Mesela Yunanistan’daki askeri diktatörlük (1967-74) kendini kurtarabilmek için sonucun bir savaş olacağını bilmesine rağmen Kıbrıs’ta darbe yapmıştır. Aynı şekilde 1982’de sonunun geldiğini gören Arjantin’deki askeri diktatörlük Falkland Adaları’nın (Malvinas) işgalini başlatarak İngiltere ile savaşı göze almıştır. Sonunda her iki rejim de yıkılmıştır!

Savaş ve Emekçiler…

İyi bilinen bir kural vardır: Savaş pahalı bir iştir, çok para gerektirir. Ancak buradaki sorun sadece “para” değildir. Elbette konunun mali bir yönü vardır ve çok önemlidir. (Bakınız, Osmanlının gerileme ve çöküş sürecine girmesi!) ancak işin, ülkenin imkânlarıyla orantısız biçimde uzamasıyla, ortaya, altından kalkılması güç sorunlar çıkar. Savaşlar, hele ki içinden çıkılmaz bir hal aldıklarında, çözecekleri düşünülen ekonomik, siyasi ve sosyal sorunları daha da ağırlaştırırlar. 

Burada sadece bir savaşın sonuçlarıyla ilgili genel sorunlardan, devlet ve rejim büyüklerinin, egemen sınıf mensuplarının, hatta televizyon programlarında boy gösterecek “savaş ve terör” uzmanlarının sorunlarından söz etmiyoruz! Sözünü ettiğimiz, savaşın yol açacağı insan kayıplarının yanı sıra, savaş harcamalarının daha da şiddetlendirdiği bir ekonomik krizin bedelini gerçekten ödeyecek olanlardır.  Yani ülke nüfusunun çok büyük bir bölümünü oluşturan ve bu ülkenin bütün yükünü çeken işçi ve emekçilerden, yoksul halktan söz ediyoruz. Çünkü sermayenin egemenliği altındaki ülkelerde zora düşen patronlar önce işçi sınıfına savaş açarlar, gerisi kendiliğinden gelir! Bizim asıl sorunumuz budur. Biz, emekçilerin ödeyeceği maddi ve manevi bedelin Türkiye’nin ödeyeceği ve altından kolay kolay kalkamayacağı asıl bedel olacağını biliyoruz. 

Çeşitli gerekçelerle başka ülkelerin işgal ve istila edilmesini hedefleyen savaş politikalarının, başarı şansları bir yana, içeriye yansıması baskı, şiddet, yasaklar, ağırlaşan sömürü: ekonomik, demokratik ve sosyal hakların, hem de “vatan-millet adına” yok edilmesidir. Bir savaş sadece cepheye gönderilenlere değil, cephe gerisindekilere de uzun yıllar ağır bedeller ödetir. Savaşların asıl insan kaynağı emekçilerdir. Bir savaş kazanılsa da kaybedilse de bedelini her iki taraftaki üniformalı veya üniformasız emekçiler öder. Savaş emekçiler için ölüm, yoksulluk ve sefalet demektir.

“Dışarıda” yaşanan çatışmaların ve çıkması muhtemel savaşların gerçek nedenleri gibi, çözümleride içeridedir. Sallantıdaki rejim, geleceğini savaşlarda, sınır ötesi maceralarda aramaktadır. Suriye savaşı,  işçi sınıfı ve tüm emekçiler için bir “hayat memat” meselesine dönüşmektedir.  Bu savaş engellenmelidir!

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında