ÇİN YARI SÖMÜRGE Mİ, EMPERYALİST Mİ?

ÇİN YARI SÖMÜRGE Mİ, EMPERYALİST Mİ?

Yaygın inancın aksine hiçbir emperyalist güç, ne kadar hegemonik olursa olsun dünya gerçekliğini tamamen kendi keyfine göre değiştirip yeniden kurgulayamaz. Eğer böyle olmasaydı, 90’lı yılların ve 2000’ler başının “tek kutuplu” dünyasının mutlak hâkimi gibi görünen ABD emperyalizminin hegemonik gücünün göreceli de olsa gerilemesi ve Çin’in büyük bir kapitalist güç olarak bugün uluslararası ticaret-teknoloji savaşlarına, nüfuz alanları mücadelesine ve askeri hazırlıklara yol açan “yükselişi” mümkün olamazdı.

Çin’in yaşadığı kapitalistleşme sürecinin başlangıç döneminde bu ülkenin gidişatına ilişkin olarak tartışılan konularla bugün geldiği noktada tartışılanlar arasındaki fark bile bu “yükseliş” ve değişimin olağanüstü niteliğine işaret ediyor. İlk başlarda, sol kesimdeki, sosyalist Çin’de yaşanan kapitalist restorasyon sürecinin, kapitalist sistemle artan bağımlılık ilişkileri paralelinde bu ülkeyi geçmişteki “yarı sömürge” konumuna döndüreceği yolundaki endişeli düşünceler, bugün (aynı iddiaları sürdürenler olsa da) yerini Çin’in hegemonya mücadelesine dahi girişebilen bir emperyalist güce dönüşüp dönüşmediği tartışmasına bırakmış durumda.

Değişim Mümkün mü?

Bu sorun, aynı zamanda dünyanın gidişatı ve uluslararası ilişkilerin yeniden şekillenmesi bağlamında çok sayıda başka sorun ve soruları da gündeme getiriyor. Örneğin, emperyalizm çağında, emperyalist olmayan bir kapitalist ülkenin, emperyalist sistemin tepesindeki hegemonik güç ve diğerleriyle rekabet edebilecek derecede bir değişim göstermesi, emperyalist bir güce dönüşmesi, hatta hegemonya mücadelesine girişmesi mümkün müdür?

Özellikle başlangıç aşamasında, bazen gerçek bir endişe, bazen de bilinçli bir abartıyla, “Dünyanın ABD maliye bakanlığının talepleri doğrultusunda şekillendirilmesi” olarak tanımlanan “küreselleşme” koşullarında, dünya ekonomik-siyasi “hiyerarşisi” içinde böyle bir gelişme ve değişim mümkün müdür?

Dünya solunda yaygın olan geçmiş inanç ve itikatlara göre hareket edecek olursak, ekonomik-mali bağımlılığın çok ileri boyutlara vardığı, uluslararası mali sermayenin (emperyalizmin) egemenliğinin hemen hemen engelsiz biçimde bütün yeryüzünü kapsadığı koşullarda, Çin’in “başına gelenlerin” hayret verici olduğu söylenebilir! Öyle ya Çin, uluslararası sermayeye için son derece ucuz bir işgücü kaynağı, çok geniş iç pazarı ve aynı zamanda dünya pazarlarına ulaşım kolaylıkları sayesinde çok önemli fırsatlar sunmuştur. Ayrıca Çin, son derece düşük maliyetli bir üretim üssü ve tedarik zincirinin çok önemli bir halkası olarak emperyalist sermayeyi ve yatırımları çekerek ona çok büyük bir sömürü fırsatı yaratmıştır. Yani Çin, her ne kadar bir “üretim merkezi” ve “dünyanın atölyesi” olarak anılsa da bu koşullarda ve emperyalizmin egemenliği altındaki dünya ekonomisi içindeki yeri itibariyle en iyi ihtimalle ağır bir emperyalist sömürü altında inleyen “azgelişmiş-bağımlı (geri) bir kapitalist ülke”, hatta pek çokları için bir “yarı sömürge” olarak tanımlanabilir!

Ancak Çin’in emperyalizmin ve aynı fasılda yabancı güçlerin eline düştüğünü, uzunca bir sosyalizm deneyiminden sonra bir “yarı sömürge” veya “yeni sömürge” haline geldiğini söyleyenler de dahil hemen herkes gerçeğin bu olmadığının, en azından “tam olarak” bu olmadığının farkında.

Tabii burada bir ülkenin ekonomik gelişmesinde veya geri kalmasında, emperyalizme bağımlılığının rolüne; emperyalizmin bir ülkenin ekonomik gelişmesinde mutlak anlamda bir engel oluşturup oluşturmadığına ve genel olarak “bağımlılık” sorununa dair eski ve “klasik” tartışmalar şu veya bu oranda devreye giriyor. Aynı şekilde, bir ülkenin emperyalizme ekonomik, teknolojik, diplomatik ve askeri olarak bağımlı bir konumda bulunmasının onu doğrudan bir “yarı sömürgeye” (veya yeni sömürgeye) dönüştürüp dönüştürmeyeceği tartışması da ortaya çıkıyor…

Çin örneği, bu ülkenin gidişatı ve bugünün dünyasında oynadığı rol, uluslararası plandaki ekonomik, teknolojik, politik, askeri konumu ve ilişkileri bu tartışmalara farklı bir boyut kazandırmak, bir takım şablon ve “inançları” kırmak, en azından gözden geçirmek açısından önemli bir fırsat yaratıyor.

Bu nedenle teori, ideoloji ve söylem düzeyinde peşin bir takım sonuçlara varmadan önce maddi gerçeklik üzerinden Çin’in durumuna bir göz atmakta yarar var. Çin’in ne olduğundan önce ne olmadığının, özellikle de bir “yarı sömürge” (yeni sömürge!), bağımlılık ve azgelişmişlik kıskacında kıvranan bir ülke olup olmadığının anlaşılması gerekiyor. Dünya kapitalist bunalımıyla birlikte sonuna gelindiğine dair pek çok alametin belirdiği “küreselleşme” sürecinin yol açtığı uluslararası durum ve dünya çapındaki ekonomik, teknolojik, ticari ve mali ilişkiler, engelsiz sermaye hareketleri, artan ve karmaşıklaşan bağımlılık ilişkileri, ülkelerin konumları ve dünya ekonomisi ve siyaseti üzerindeki rolleri hakkında karmaşık ve çelişkili düşünce ve değerlendirmelere yol açıyor.

Küreselleşmenin Nimetleri..!

Sorunun en ilgi çekici yanlarından biri ise, “küreselleşmenin” öncü gücü ABD’nin bugün kapitalist dünyada endişe yaratmaya başlayan “serbestlik” karşıtı, “içe kapanmacı” bir takım eğilimler sergilerken Çin’in “serbestliğin” ve “küreselleşmenin” en gayretli ve ateşli savunucusu olmasıdır. Aslında burada bir tuhaflıktan söz edilemez: Büyük bir dünya krizini (1975) kendi yararlarına çözüp yeni bir sermaye birikim tarzını dünyaya hâkim kılanların, bir başka krizin (veya krizin yeni bir evresinin: 2007-08) açığa çıkardığı gerilemelerine karşılık başta Çin bir dizi ülke çok büyük oranlı bir yükseliş yaşamışsa, bu ülkelerin “serbest ticaret” ve “küreselleşmeden” yana olmalarının anlaşılamaz bir tarafı yoktur! 2008 dünya bunalımıyla birlikte ABD’de ağırlık kazanan, küreselleşmenin kendi aleyhine sonuçlar vermeye başladığı düşüncesi ve Trump’ın söylemleri ve siyasi olarak temsil ettiği ekonomik, politik yönelişler bir arada düşünüldüğünde Çin’in konumu ve tutumu kolaylıkla anlaşılır.

Hindistan ve Güney Kore gibi örnekler bir yana (Ki, bunlar ekonomi ve teknoloji alanında ciddi başarılar kazanmışlardır.) Dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelen ve teknolojik taklit aşamasından teknoloji üretme ve dünya çapında teknolojik önderlik aşamasına terfi eden ve politik neden ve sonuçlarıyla birlikte bir teknolojik savaşın tarafı haline gelen (Huawei…), yapay zeka ile ilgili çalışmalarda ABD’yi geçmeye yönelik güçlü adımlar atan, kendi ekonomik hâkimiyet alanını yaratmaya başlayan (Bir Kuşak Bir Yol-Asya, Avrupa; Afrika, hatta Latin Amerika) ve ciddi bir sermaye ihracatçısı konumuna gelen Çin’in bu derece yükselişini sağlayan bir uluslararası ekonomik sistemi savunması son derece doğaldır.

Çin “Yarı Sömürge” mi!?

Bütün bunlara bakıldığında bugünün Çin’inden dünya ekonomisine her ülke gibi kaçınılmaz bağımlılığından dolayı bir çeşit “sömürge” olarak söz etmenin akıl ve mantıkla bağdaşır bir tarafı olamaz. (Zaten bu tür değerlendirme yapanların ses tonları da iddialarının doğruluğundan pek emin olamadıklarını da belli etmektedir.

Çin’in ne olup ne olmadığı sorununda söz konusu sadece bir takım ekonomik rakamlar ve büyüklükler, yani nicelikler değil, bir takım çok önemli niteliklerdir:

Mesela, 1800’lerin son çeyreğinden 1900’lerin ortasına kadar hemen hemen bütün emperyalistlerin, hem de ülke devletinin bütün karşı çıkmalarına, itirazlarına rağmen (Afyon Savaşı), istediği gibi askeri operasyonlar yapabildiği, ülkeyi istediği gibi nüfuz bölgelerine ayırabildiği Çin ile bugünkü Çin arasında ancak ekonomik-siyasi anlamda bir derece veya nicelik farkı olduğunu söylemek akıl kârı mıdır? Dev boyutlu devlet fonlarının ABD Hazine tahvillerinin 1 trilyon dolardan fazla bir kısmını elinde tuttuğu; “başka ülkelere pazar sunabilme, ama bu pazara girişin koşullarını saptayabilme kapasitesine sahip” (Ergin Yıldızoğlu) bir ekonomik-siyasi güçten söz ediyoruz. Çin aynı zamanda kendi iradesiyle çağırdığı yabancı yatırımlar için sıkı kurallar koyabilen, ithalatını planlayan, ihracat odaklı açılımını hükümet kontrolündeki yatırım senaryolarına göre yürüten; yabancı sermayeye ulusal güvenlikle ilgili stratejik alanlara giriş izin vermeyen, her konuda “ulusal” (devletin ve egemen sınıfın!) ihtiyaçlarını esas alan bir güç.

Bunun da ötesinde Çin dünya çapındaki ekonomik faaliyetleriyle de ön plana çıkıyor: Birçok ünlü Batılı ekonomik kuruluşun tamamını veya bir kısmını satın alıyor veya almaya çalışıyor. Afrika, Avrupa, Latin Amerika ve Avustralya’da tarım topraklarını ve enerji kaynaklarını satın alıyor, işletiyor. Sermaye ihracı yapıyor ve 2011-15 döneminde iç ve dış yatırımları eşitlemeyi hedefleyen Çin’in dış yatırımları 2015’te, tüm dünyanın Çin’de yaptığı yatırımları aştı ve Çin net sermaye ihracatçısı haline geldi. Çin, küresel ticaretteki payını büyük oranlarda artıran, büyük bir dış ticaret fazlasına sahip; dünyanın en büyük ihracatçısı, ikinci büyük ithalatçısı konumunda. Yabancılara ayrıcalık tanımıyor. Ülkedeki madenlerin yüzde altmışı devletin elinde. Çin, bazıları dünya sıralamasına en başlarda giren dev boyutlu devlet fonlarına, bankalarına ve şirketlerine, büyük vergi kaynaklarına, devasa bir mali ve askeri-nükleer güce sahip bir devlet. Bu durumda, dünyanın neredeyse en büyük ekonomisini “bağımlılık” ve “elde edilen artık değerin bir bölümünün yabancılar tarafından yurtdışına aktarılması” gibi bir gerekçeyle, üstelik ihraç edilen Çin sermayesinin ülkeye aktardıkları hiç hesaba katılmadan “yarı”, “süper” veya başka tür bir “sömürge” ilan etmek mantıklı olmuyor. Hele ki ABD’nin, gücünü sınırlayabilmek ve üstünlük sağlamasını engellemek amacıyla Çin’e karşı ticaret savaşlarını başlattığı, Çin’in ABD’deki bazı sektörlere yönelik yatırım girişimlerini, “ulusal-politik-stratejik” gerekçelerle önleme çabaları düşünüldüğünde, bu yaklaşım iyice tuhaf kaçıyor! (ABD yönetimi, 2005 yılında, Çin petrol devi CNOOC’ın, Amerika’nın büyük petrol şirketlerinden Unocal’ı, borçlar ve devir masrafları ile 20,6 milyar dolara alma girişimine karşı çıkmıştı!)

“Ekonomizm” yaptığımız sanılmasın! Asıl işaret etmeye çalıştığımız, Çin devletinin ülkenin kapitalist ekonomik gelişmesinde oynadığı tayin edici rol de dahil öncelikle politik boyut; yani “Çin devletinin gücü ve egemenliğinin bütünlüğünü koruyabilme kapasitesi.” Çin “Halk Cumhuriyeti” derken, kapitalist restorasyona rağmen, normal şartlarda üzerinde hiçbir emperyalist gücün siyasi-askeri bir operasyon düzenleyemeyeceği, iç politikası yabancı devlet ve elçiliklerce manipüle edilemeyen, ulusal egemenliğine sahip, yani karar alma sürecinde ve düzeni sağlamada tek yönetici ve otorite olduğu, herhangi bir emperyalist gücün dış politika (diplomasi) alanında parmağının ucunda oynatamayacağı devasa bir dünya gücünden söz ediyoruz.

Bütün ülke ekonomilerini birbirine zorunlu olarak bağlayan, onları karşılıklı bir bağımlılık içine sokan bir “dünya ekonomisi” gerçekliğinde Çin ekonomisinin “bağımlılıkları” bizi şaşırtmasın. Elbette Çin sermayesi de, diğer sermayeler gibi, ekonomik olarak “saf anlamda” ulusal bir karaktere sahip değildir. (Yoksa niye “çok uluslu şirketler”den söz edelim ki!) Bu sermaye de bütün sermayeler gibi çok sayıda ortaklığı içerir. Zaten sermayenin asıl amacı olan dünya çapında giderek daha büyük oranda artık değer sömürüsü ancak büyük çaplı sermaye ortaklıklarıyla mümkündür. Buradaki sorun bir sermayenin görece düşük orandaki bir payla daha büyük sermayeleri kontrol edebilmesidir. Zaten, Lenin’in de belirttiği üzere emperyalizm çağında ortaya çıkan sermaye örgütlenmelerinin (holdingler vb…) asıl amacı da budur. Bu bağlamda esas sorun bu sermaye ortaklıklarının sonuç olarak Çin ulusal ekonomisine gerçek bir güç kazandırıp kazandırmadığıdır. Veriler sözü edilen ilişkilerin Çin ulusal ekonomisine ve onun dünya çapındaki hedeflerine ciddi bir güç kattığını göstermektedir. Bu ekonomik gücün giderek büyüyen bir devlet gücüne, yani mali, siyasi ve askeri bir güce dönüştüğü açıkça ortadadır.

Çin ve Emperyalizm

Lenin’in teorisine göre kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmesinin bir takım temel koşulları vardır. Lenin’e göre emperyalizm tekelci kapitalizmdir. Bu aşamanın başlıca özellikleri, üretimin ve sermayenin yoğunlaşması, tekelleşme, yani dev boyutlu devlet tekelleri ve özel tekellerin ekonomiye egemen olmasıdır.

Belirleyici bir başka koşul ise, tekelci banka sermayeleriyle tekelci sanayi gruplarının kaynaşmasıyla oluşan mali sermayenin (finans kapital) ve bir mali oligarşinin ortaya çıkmasıdır.

Bu aşamanın bir başka özelliği de sermaye ihracının meta ihracından ayrı olarak özel bir önem kazanmasıdır.

Yine Lenin’e göre bu aşamada dünya ekonomik planda (pazarlar) kapitalist gruplar, uluslararası tekelci kapitalist birlikler arasında; coğrafik olarak da (topraklar) büyük devlet güçleri arasında paylaşılır…

Sömürgeciliği içeren son madde o haliyle bazı istisnai durumlar ve küçük örnekler dışında artık geçerli olmasa da Lenin’in emperyalizm teorisinde, kapitalizmin bu en üst aşamasına ilişkin saydığı nitelikler -ekonomik ve siyasi planda zorunlu olarak yaşanan dünya çapındaki değişiklikleri de unutmadan- günümüz emperyalizminin de temel nitelikleridir.

Yukarıda kısaca anlatılanlar bağlamında konumuza (Çin’e) dönecek olursak bugünkü Çin için hem ulusal planda hem de uluslararası planda “Neyi eksik?” sorusunu sorabiliriz! Ancak Çin’e ilişkin “kabataslak” bir emperyalizm tanımlaması yapmak istemiyorsak, bu konuda çok daha ince, hassas ve diyalektik bir analizin yapılması gerekir. Unutulmaması gereken husus, bir dünya bunalımının hüküm sürdüğü ve bir altüst oluşun pek çok işaretinin görüldüğü bir zamanda henüz “bilinmedik sularda” yol aldığımızdır. Bu aynı zamanda, temel koşullar geçerli olsa da, emperyalizm analizine yeni dönemin niteliklerinden kaynaklanan bazı ekonomik, mali, siyasi, askeri ve kültürel unsurları katmak gerektiği anlamına da gelir.

Emperyalizmin, üretim tarzları ve sermaye ilişkileri üzerinden çok daha belirgin biçimde “içsel” bir olguya dönüştüğü “küreselleşme” döneminde ön plana çıkan “gelişmekte olan” ülkeler veya “yükselen piyasaların” dünya ekonomisindeki ve siyasetindeki konumları, bağımlılıklarının nitelikleri de hesaba katılarak dikkatli biçimde ele alınmalıdır. Bu aynı zamanda her tekelleşmenin, belirli bir gelişme düzeyindeki her kapitalist ülkede ortaya çıkan mali sermayenin, her düzeydeki sermaye ihracının ve şirket satın almaların, pazarların paylaşımı için verilen mücadelenin ve başka ülkelerden tarımsal amaçlı toprak kiralamanın veya satın almanın, hatta zaman zaman yaşanan sınır ötesi askeri harekâtların, bölgesel yayılma heveslerinin, modern anlamıyla doğrudan bir “emperyalizm” veya “emperyalistleşme” anlamına gelmediğini anlamamızı sağlayacaktır. Ancak aynı yöntem, Çin’in veya aynı niteliklere sahip bir başka ülkenin, diğer “yükselen ekonomilerden” veya petro-dolar zengini Arap ülkelerinden farklı bir kapitalist gelişim seyri içinde hızlı bir emperyalistleşme süreci yaşadığını; hatta bütün siyasi-askeri niyet ve potansiyellerini, sabırlı ve bilinçli bir temkinlilikle, henüz ortaya koymamış olan bir emperyaliste dönüştüğünü bize gösterecektir. Çin, emperyalizme ilişkin temel özellikler açısından hem nitelikleri, hem de ölçekleri açısından diğer yükselen ekonomilerden çok daha fazlasına sahiptir.

Bu verilere rağmen, Çin’in topraklarındaki yabancı sermaye yatırımları nedeniyle esas olarak emperyalizme bağımlı yapısından kaynaklanan kırılganlık nedeniyle bu konumunu kaybedebileceği; ABD ve dünya ekonomisindeki bir ciddi bir altüst oluşun Çin ekonomisini çökertebileceği söylenebilir veya söylenmektedir.

Çin’in, muhtemel bir ekonomik kriz neticesinde bugün sahip olduğu bütün gücü kaybederek emperyalizmin “oyun alanına”, bir “av sahasına”, Çinli yöneticilerin de (ÇKP bürokrasisi) birer “Amerikan uşağına” dönüşeceğini; mesela geçmişteki Qing Hanedanı, Sun Yat Sen veya Çan Kay Şek dönemlerindekine benzer (veya benzemez) bir “yarı sömürgeye”, yani politik olarak “yarı bağımsız” bir ülkeye dönüşeceğini veya müstakbel bir Çin devriminin önünde bir “ulusal kurtuluş” veya “bağımsızlık” görevinin bulunduğunu, bir gün ortaya çıkabilecek yabancı bir askeri işgal veya sadece siyasi propagandanın ötesinde hangi nedenle öne sürebiliriz?

Bir “Yarı Sömürge” ki!

Bir “yarı sömürge” düşünün ki dünyanın en güçlü emperyalisti ABD ile arasında şiddetini giderek artıran ekonomik, ticari, mali ve askeri bir dizi anlaşmazlık var. ABD emperyalizmi, kendisi için dünya çapında tehlikeye dönüşmeye başladığını düşündüğü bu “yarı sömürgeyi” kuşatarak engellemek amacıyla dünya çapındaki askeri gücünün önemli bir bölümünü Doğu Asya’ya konuşlandırmaya, askeri-politik stratejisini ona göre yeniden düzenlemeye hazırlanıyor. Ve bütün bunları aradaki çelişki ve anlaşmazlıkları yarı sömürgelerde adet olduğu üzere, bir iç politik (hatta askeri) operasyonla halledemeyeceği için yapıyor!

Çin bugün sadece dünya çapındaki teknolojik gelişmelerin öncü güçlerinden biri haline gelmemiş aynı zamanda Afrika ve Latin Amerika gibi kıtalarda ciddi biçimde artan ekonomik ilişki ve etkileriyle ABD emperyalizminin, sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi, daha dolaylı biçimde askeri ve kültürel rakibi ve hedefi haline gelmiştir.

Çin ayrıca “Bir yol Bir Kuşak projesiyle çok geniş bir uluslararası alanda belirleyici bir ekonomik güce dönüşme çabası içindedir. Yine Çin, Asya-Pasifik bölgesindeki altyapı inşasını desteklemeyi amaçlayan (ABD’nin engellemeye çalıştığı) Asya Altyapı Yatırım Bankası’nın kuruluşuna da öncülük etmiştir. Bugün 87 ülkenin üye olduğu bu banka IMF ve Dünya Bankası’na alternatif olarak kurulmuştur.

“Yarı sömürge, yeni sömürge” vb. gerçeklik karşısında komik kaçan tanımlar bir yana, gelişmeler Çin’in emperyalist bir güce dönüştüğünü göstermektedir. Asıl sorun emperyalist sistem içindeki hegemonya mücadelesinin nasıl bir seyir izleyeceğidir.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında