Üzgünüz, Size Ulaşamadık

Üzgünüz, Size Ulaşamadık

Akıl dışı ve insanlık dışı görünen yaşam biçimi bugün milyonlarımızın gerçeği ve Üzgünüz, Size Ulaşamadık bu gerçeğin,karşısına dikilmedikçe, ne denli acımasız olabileceğini anlatıyor bize.”

Size bir soru sormak istiyorum. Lütfen okuduktan sonra birkaç saniye de olsa gözlerinizi kapatıp samimi bir cevap bulmaya çalışın. Aileniz büyük bir savrulmanın eşiğinde, çocuklarınızdan biri umutsuzluk içerisinde eğitim hayatını hiçe sayıyor ve hırsızlık yaparken yakalandı. Küçük kızınız ise yalnızlık kaygıları nedeniyle altına yapma rahatsızlığından mustarip. Eşiniz ise yorgunluktan bitap düşmüş. Siz ise bir gün önce çalışırken, birkaç haydut tarafından darp edilip soyuldunuz. Kafanızda ve ellerinizde kırık olma ihtimali var. Böyle bir günün ertesinde ne yaparsınız?

Düşündüğünüzü varsayarak merak ediyorum, cevaplarınız arasında ertesi sabah erkenden kalkıp işe gitmek var mı? Oldukça akıl dışı ve insanlık dışı görünen bu olasılık ne yazık ki bugün milyonların gerçeği haline geldi ve Üzgünüz, Size Ulaşamadık bu cevabın neden geçerli olduğunu bize anlatıyor. 

İşçi sınıfının usta yönetmeni Ken Loach ve filmlerinde genellikle birlikte çalıştığı yoldaşı senarist Paul Laverty işte son filmleri Üzgünüz, Size Ulaşamadık (Sorry We Missed You)’da bize bir insanın nasıl bu kadar kendine yabancılaşabildiğini anlatıyor. 

Filmin başkahramanlarından Ricky, iki çocuk babası bir inşaat işçisi. Eşi Abby ise evlerde bakım görevlisi olarak çalışıyor. İşçi aile 2008 yılındaki krizle birlikte hem işlerinden hem de evlerinden olmuşlar. Filmde krizin ardından yeni bir yaşam kurma mücadelesi başlatan Ricky’nin on yıllarca emek verdiği zanaatından vazgeçerek son çare yeni bir iş görüşmesine geldiğini görüyoruz. İş, büyük e-ticaret sitelerini andıran bir yerin bayisi olup kargo teslimatı yapmak. Bunun için Ricky’nin yapması gereken, eşinin her gün ev ev dolaşarak yaptığı iş için oldukça gerekli olan arabayı satıp biraz da borca girerek yeni bir minibüs almak. Dilerse aracı şirketten de kiralayabilir fakat günlük 60 pounda yakın bir kira bedeli ödemesi gerekiyor. Ricky, çalışkanlığına da güvenerek, satın almanın orta vadede daha kârlı olacağını düşünüyor. Böylece kendine vaat edildiği gibi bir süre fazla ve hızlı çalışırsa kendi işinin patronu olacak ve kısa sürede kendilerine ait bir eve kavuşacaklar.

Fakat ne yazık ki işler böyle gitmiyor. Çalışmak için para ödemek zorunda kalan Ricky’nin ailesi hızla esnek çalışma yaşamı içinde savrulup ezilmeye başlıyor. Abby gün boyunca gittiği her yere otobüslerle varmaya çalışırken bir yandan baktığı kişiler için inanılmaz bir duygusal özveride bulunuyor. Fakat eve döndüğünde kızının da en az o kadar kendine ihtiyacı olduğunu görmek çok ağır geliyor. Diğer yandan ergenlik çağındaki oğulları ağır bir nihilizmin pençesinde -biraz da haklı olarak- eğitim sistemine olan güvenini yitiriyor ve kendini ifade etmede büyük sıkıntılar yaşıyor. Bir graffiti (sokak sanatı) sanatçısı olmak isteyen genç Seb, kullanacağı boyaları alabilmek için montunu satıyor hatta bir adım sonrasında hırsızlık yapıp yakalanıyor. Ricky ve Abby’nin hayatta kalmak için harcadığı olağanüstü güç, kendi ailelerinin zayıflığına dönüşüyor ve ikili “orada olamamalarının” çocuklarının da hayatını ne denli etkilediğini bilerek, büyük bir sıkıntı içinde çabalamaya devam ediyor. 

Filmi izlemenizi mutlaka tavsiye ederek filme hangi açıdan baktığımdan bahsetmek istiyorum müsaadenizle. Öncelikle ilk bakışta filmin bilhassa İngiltere’de çok yaygın olan esnek çalışmanın eleştirisi olduğunu görmemek mümkün değil. İngiltere de farklı formlarla yaygın olsa da tüm dünyada artık olağan sayılan bir form esnek çalışma. Yani işçilerin sınırlı saatler ve tanımlı görevler dahilinde emeğini sermaye sahiplerine satması döneminin ötesinde tüm hayatını sermayenin tahakkümüne sunması eminim birçoğunuza tanıdık geliyordur. Bilhassa dijital teknolojilerin kitleselleşmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni çalışma biçimleri mesai kavramını oldukça genişletmiş durumda. Neo-liberalizmin doygunluğa ulaşmasıyla birlikte makul bireylerden şirketleşmiş bireylere dönüşmesi bekleniyor. Bu da belki de bugün insanlık tarihinin en ağır yabancılaşma koşullarını beraberinde getiriyor.

Marx’a göre yabancılaşma “basitçe emek tarafından üretilen nesnenin, yani emeğin kendi ürününün, yabancı bir varlık olarak emeğin karşısına dikilmesi” anlamına gelir. Nesne üreticiden bağımsız bir güç gibi görünür. Bizzat kendi emeklerinin ürünleri işçilere hükmetmektedir.” Yabancılaşma kafa ile kol emeğinin birbirinden ayrılması sonucu ortaya çıkan (ve kalıcılaşan) iş bölümünün sonucu olarak kapitalizmden önce de vardı. Tıpkı Marx’ın da dediği gibi insan kendi varoluşunu önceki nesillerin kendine bıraktığı koşullar çerçevesinde üretebilen bir canlı. Ve koşullar emeğin sermayenin tahakkümü altına girmesiyle giderek sertleşmiş ve insanın yalnızca ürettiği nesneye değil, birbirine, doğaya ve hatta kendine yabancılaşmasını da doğurmuştur. Başta sorduğumuz soruya geri dönecek olursak aslında akıl dışı görünen cevabın kendiliğinden bir seçim değil Ricky’nin verili koşullar içinde tüm ilişkilerinde yabancılaşma ile davranmasının neticesi olduğunu görüyoruz. Hatta kendi kişisel tarihlerimizden yola çıkarsak -bir başka yazının konusu olarak- hepimizin 18 Temmuz 2016 Pazartesi günü işbaşı yapmasını da bu açıdan okuyabiliriz. Ricky gibi milyonlarca proleter ürettiği tüm güçlerden ve kolektif üretimden kopuk birer nesneye indirgeniyor. Bir nesneye indirgenen yabancılaşmış birey birer “şey”e dönüşerek sermayenin boyunduruğu altına giriyor. Bu durum insanın insana yabancılaşmasını da beraberinde getiriyor. Ricky’nin ailesi buna karşı savaştığı için izlediğimiz acıları yaşıyor biraz da. Çünkü bu çarpık sistem içerisinde kendine de yabancılaşan bireyin kendi kaderine, hak ve özgürlüklerine sahip çıkması mümkün değil. Geldiğimiz noktada yabancılaşma ve insanın üretim sürecinde giderek değersizleşmesi toplumsal ilişkilerimizin kurucu karakteri haline dönüşmüş durumda. Lukasc, Tarih ve Sınıf Bilinci’nde yabancılaşmış bireyin nesnel dünyayı algılama biçimine “şeyleşme” adını veriyor ve işçi sınıfının tarihsel ve siyasi kapasitesini gerçekleştirmek için önünde bir engel olarak görüyor. Ne yazık ki bu günümüzde de işçilerin kendi önündeki parçalı yapıyı değiştirilmez, mutlak ve hatta en azından ehveni şer görmesine ve uygun koşullara rağmen kendi çıkarını ve potansiyelini kavramaktan uzak kalmasına neden oluyor. Buna işçi sınıfının kendi önderliğinin eksikliği de eklenince tıpkı Ricky gibi gözyaşları içinde “neden böyle” sorusu kafamızda defalarca dönebiliyor.

Aslı Sevim

Yazar Hakkında