SURİYE DÜĞÜMÜNÜN BUGÜNÜ-1

SURİYE DÜĞÜMÜNÜN BUGÜNÜ-1

Suriye’de ABD ile Rusya’nın anlaştığına, sayısı unutulan Cenevre görüşmelerinin ve Astana mutabakatının barışa giden yolda neredeyse kesin bir adım olduğuna, yani bu işin hemen hemen bittiğine dair güçlü bir inancın yayıldığı günlerde, bu konuda ihtiyatlı olunması gerektiğini söylemiştik. Fikrimize göre “bu pilav daha çok su kaldıracaktı!” 

Burada sözü edilen sadece, masaya daha güçlü oturabilmek ve geleceği belirleyebilmek amacıyla girişilen güç gösterileri, mevzi kazanma çabaları, taktik askeri-diplomatik hamleler değildi. Daha tehlikeli bir ihtimal de vardı.  “Barut fıçısı” gibi bir bölgede “basit” taktik hamleler bile iç savaşın harlamasına ve daha fazlasına yol açabilirdi. Bunun için son yıllarda “IŞİD’le savaş” ortak parantezinde yapılan işlere, girişilen manevralara bakmak yeterliydi. Yine aynı bağlamda, ABD’nin Trump”la birlikte yön değiştiren İran politikası, Sünni ittifakı girişimleri ve Katar krizi vb. örnekler,  sorunun Suriye ile sınırlı olmadığını; dünya krizinin ortaya çıkardığı uluslararası rekabetin, çıkar ve hâkimiyet kavgalarının, bütün bölgeye yayılabilecek bir sıcak savaşa dönüşebileceğini göstermekteydi. Ayrıca bölgenin dört önemli ülkesini kapsayan ve uluslararası karakter kazanmış bir de Kürt milli meselesi vardı.  Bu ülkelerin dini-mezhebi yapıları da hesaba katıldığında çatışma, (ABD, Rusya ve diğerlerinin de müdahaleleriyle) “dört başı mamur” bir hal alabilirdi.

Suriye’nin gidişatını irdelemeye çalıştığımız yazılardan birinde, bu ülkenin bölgesel bir hesaplaşmanın ve uluslararası bir mücadelenin de alanı olduğunu; dolayısıyla işin burada bitmeyeceğini; ABD’nin güvenilmez muhalefet güçleriyle “eğit-donat” ilişkisini bitirmiş olsa da, bölgedeki işinin bitmediğini; ABD, Suudiler ve diğerlerinin İran’a karşı saldırgan bir politikaya yönelmeleri ve/veya Suudilerin (ve müttefiklerinin) Katar (hatta Kürtler!) üzerinden Türkiye ile kapışmaları halinde kendimizi vekille müvekkilin iyice karıştığı bir uluslararası çatışmanın içinde bulabileceğimizi; bu kadar “kötü niyetli” unsurun yer aldığı bir ortamda gerçek bir Suriye barışı beklemenin saflık olacağını belirtmiştik. (“Astana’dan Nerelere”.  Temmuz 2017)

ABD, Rusya, İran ve diğerleri…

Üç yıl önceki tahminlerimizin ve öngörülerimizin, bazı yanılmalar ve sapmalarla da olsa önemli ölçüde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. ABD için sorun, İran’ın bölgedeki nüfuzunun kırılması, İran rejiminin devrilmesi veya felç edilmesi; bölgesel gücünü ve etkisini artırmaya çalışan ve bu yolda önemli adımlar atan Rusya’nın Suriye’de hapsedilerek zaman içinde yıpratılıp güçten düşürülmesi, en azından uzun süre oyalanması ve de İsrail için olabildiğince güvenli bir ortamın sağlanması. Büyük emperyalistin stratejik olarak Asya-Pasifik (Çin) bölgesine odaklanması nedeniyle askeri olarak “gideceğini” söylemesine rağmen bölgede kalma nedenleri bunlar. ABD’nin önce IŞİD ile mücadele, ardından örgütün yeniden dirilmesinin önlenmesi gibi gerekçeleri öne sürerek Kürtlerle kurduğu askeri ittifakın sebebi hikmeti de bu. ABD, son zamanlarda, başta Kürtlerle ilişki ve S-400’ler olmak üzere yaşanan bütün anlaşmazlıklara rağmen Türkiye ile askeri-siyasi ittifakını yeniden canlandırmayı istediğine dair işaretler veriyor. Böylesine bir ittifak, gerçekleşmesi halinde bir yönüyle Türkiye ile Rusya arasındaki, artık iyice zorlanmaya başlayan yakın ve mecburi işbirliğini bitirirken (veya iyice zayıflatırken) bir başka yönüyle “Esat rejiminin devrilmesi” gibi, “ortak bir ideal” temelinde, NATO’nun da devreye gireceği emperyalist müdahale ve manevraların “meşru” ve kullanışlı bir aracı olacaktır.

Kendini Esat rejiminin “resmi çağrılısı” olarak Suriye’deki tek meşru yabancı güç sayan Rusya’nın Suriye’de kendisi açısından hem ulusal, hem de uluslararası planda tatmin edici bir sonuç ve zafer elde etmeden çıkması, onun için ciddi bir yenilgi anlamına gelecektir. Böyle bir yenilgi yıllardır ilmek ilmek örülen kapsamlı ve çok yönlü bir bölge stratejisini çökerteceği gibi, Putin rejiminin de ağır hasar almasına yol açacaktır. Unutulmaması gereken, Rusya’nın büyük bir askeri ve siyasi güç olmasına rağmen, iktisadi gücünün esas olarak petrol fiyatlarına bağlı olmasıdır.

Durum İran rejimi açısından da kritiktir. Kimi çevreler için sorun “emperyalizmle mücadele” ve “Direniş Ekseni” temelinde ele alınsa da İran’daki İslamcı rejim çok daha “gerçekçi” amaçlar peşindedir! Rejim, bir yandan nüfuz alanlarında iç siyaset üzerinde hâkimiyet kurmayı, öte yandan “topa önde basarak” tehlikeleri uzakta tutmayı amaçlamaktadır. Hem bir dünya krizinin, hem de ağır bir Amerikan ambargosunun yol açtığı ciddi iktisadi sorunların neden olduğu zaafları bölge çapındaki ideolojik-politik etkisi ve doğrudan askeri destek verdiği milis örgütlenmeleri yoluyla telafi etmeye çalışan İran’ın Suriye’deki konumunu kaybetmemesi İslamcı rejim açısından hayati bir öneme sahiptir.

Konuya bir dönem Suriye işine epeyce yatırım yapan, hatta o gün aynı saflarda olsalar da Türkiye ile, bugün artık alenen bir düşmanlığa dönüşmüş ciddi rekabetlere girişen, daha sonra desteklediği bazı grupları “teröristlikle” suçlayıp Yemen’de başka işlere dalan Suudiler ve Körfez emirlikleri de dahildir. Bunların bugünkü Suriye ilgileri daha çok İran etkisini azaltma bağlamında sürmektedir; tabii, yeterli Amerikan desteğini almaları halinde İran’ı çökertecek bir savaş imkânını kollamayı da sürdürerek.   

Stratejik derinliklerde boğulan Türkiye’nin rejim sorunu olarak Suriye 

Dış politikanın iç politikanın devamı olduğu gerçeği Türkiye açısından da fazlasıyla geçerlidir. Suriye sorunu Türkiye için zaman içinde doğrudan bir rejim sorununa dönüşmüştür.  2011 öncesinde, iktisadi-diplomatik yöntemlerle (yumuşak güç) etkili bir bölgesel güç olmayı hedefleyen politikalar 2011’den başlayarak, gelişmelerin etkisiyle şekil değiştirmeye başlamıştır. Türkiye’yi yönetenlerin Arap Devrimleri’nin ardından gelen dönemdeki hedefi artık, oluşmakta olan  “İhvan zinciri” üzerinden bir bölge hâkimiyeti kurmak ve her şeyin kendisinden sorulacağı lider bir güce dönüşmektir. Böyle bir amacın başarıyla gerçekleştirilmesi, Türkiye’de giderek hızlanan “kurucu” nitelikte “yeni- bonapartist” bir rejim inşa etme süreci açısından da hayati bir öneme sahipti. Ancak umulmadık bir hal alan gelişmeler, bölgenin Türkiye için “bakir bir av alanı” olmadığı gerçeğinin yanı sıra, “Yeni Türkiye”nin iktisadi, siyasi, diplomatik kültürel gücünün sınırlarını da açığa çıkardı. İktidar, Osmanlı misali “muhteşem” bir gelecek kurma hayal ve hevesiyle daldığı “stratejik derinliklerde” boğulma noktasına geldi. Hesaplar tutmadı ve uzun süredir parlatılmaya çalışılan dış politika iflas etti.

Eldeki iktisadi, siyasi, diplomatik ve kültürel araçların yetersizliği yeni rejimi, içine sıkıştığı “Kürt kapanı”nın da etkisiyle, elindeki en gerçek gücü, yani askeri gücünü kullanarak durumu kurtarmaya yöneltti. Dış politika ise, büyük güçleri birbirlerine karşı kullanmaya dayalı Abdülhamidvari  bir denge oyununa dönüştü. (Bu anlamda yeni-Osmanlıcı!) Gelinen noktada kurtarılmaya çalışılan şey, Türkiye’yi yöneten milliyetçi-mukaddesatçı (dinci-faşist) koalisyonun “ülkenin bekası” olarak adlandırdığı yeni-bonapartist burjuva baskı rejiminin ayakta tutulmasından başka bir şey değildir. 

Ancak bütün bunlara rağmen (hem rejim, hem de Suriye konusunda) “işin sonuna gelindiği” gibi bir yanılgıya kapılmamak gerekiyor.  Gelişmeler, Astana Mutabakatı sınırları içinde işlediği sanılan sürecin bir süre öncesine kadar beklenenlerden çok daha farklı bir yöne dönebileceğini göstermektedir. Suriye sorununun rejim açısından bir “ölüm kalım” sorununa dönüşmesi nedeniyle iktidar, Suriye’de kalıcı olma peşindedir. Giderek artan askeri yığınak ve tahkimatın, ele geçirilen bazı bölgelerde Türk devletine bağlı idari yapılanmanın ve Suriyeli silahlı İslamcı grupların maaşa bağlanarak organize edilmesinin nedeni budur. Rejimin uzun vadeli amacı, uygun koşullarda Suriye topraklarının bir bölümünün ilhak edilmesidir. 

Sahte antiemperyalizmin aslına rücu çabaları; ortada kalma tehlikesi

Suriye’deki gelişmeler Rusya ile yapılan anlaşmayla sağlanan ateşkesin er veya geç bozulacağını göstermektedir. Herkes gibi iktidar da bu gerçeğin farkındadır. Rusya ile yolun sonuna hızla yaklaşıldığını gören Saray rejimi, ağırlaşan iktisadi krizin de etkisiyle Suriye’deki varlığının devamını sağlama amacıyla ABD ve NATO ile ilişkileri düzeltmenin yolunu aramaktadır. “Batılı dostlarımız”dan da bu yolda bazı işaretler gelmektedir. Türkiye, bir yandan Astana süreci yoluyla Suriye’de şu andaki konumunu korumaya çalışırken öbür yandan 2015’te Rus uçağını düşürerek sağlamak istediği doğrudan NATO desteğini, bu defa sağlayabilmenin hesaplarını yapmaktadır. Rejim, emperyalizmin desteğini sağladığı oranda sahte antiemperyalizminden vazgeçmeye hazırdır. 

Böyle bir durumun rejimi ne ölçüde güçlendireceği sorusu sorulabilir. Bu sorunun cevabı hem iç, hem de dış pek çok koşul ve dinamiğe bağlıdır.  Ancak başta ABD, Batılı güçlerin Suriye sorununda bu biçimde devreye girmesiyle, bütün güç gösterilerine rağmen bir çıkmazın içinde debelenen Saray rejimi, en kötü anlamıyla “emperyalizmin kullanımına” tamamen açık hale gelecek, sistem içinde iyice “araçsallaşacaktır.” Bu kullanma ilişkisinin, bir takım övgü ve pohpohlamalar eşliğinde yürümesinin hiçbir önemi yoktur. Batılı emperyalist güçler böyle bir süreçte iktisadi ve askeri olarak ellerine düşmüş Saray rejiminin “burnunu sürtme” ve bir şeylerin hesabını sorma fırsatını kaçırmayacaklardır. Ayrıca bu tür bir işbirliği, NATO ve ABD’nin, işin daha fazla büyümesini istememeleri veya gelinen noktayı kendileri için yeterli bulmaları nedeniyle Rusya ile anlaşma yoluna gitmeleri halinde, Türkiye’nin içine girdiği bataklıkta tek başına kalması ile de neticelenebilir. 

Batılı emperyalist güçlerle girilecek bir ittifak, Türkiye’nin Suriye’deki manevralarını sürdürmesini sağlayan, zaten daha bugünden imkânlarının sınırına gelmiş olan denge politikasının da sonu olacaktır. Uluslararası ilişkiler alanında kesin bir “son nokta” veya “bitiş çizgisi” olmasa da, bu tür bir politikaya yeniden dönüşün bedeli, eğer hâlâ ayaktaysa Saray rejimi açısından zannettiğinden çok daha ağır olacaktır. Suriye meselesinin, Türkiye için bir rejim meselesi haline geldiği, getirildiği unutulmamalıdır. Bu nedenle Suriye, Saray rejiminin yumuşak karnına dönüşmüştür.

Bu yazıda…

Bu yazıda çeşitli güçler ve özellikle de Türkiye açısından Suriye’deki durumun ne anlam ifade ettiğini, Suriye’nin, kriz içindeki bir dünyada hem bölgesel, hem de daha geniş bir uluslararası alanda ne tür bir “düğüme” dönüştüğünü, bu düğümün Suriye’de bir siyasi çözümün önündeki en büyük engellerden biri olduğunu anlatmaya çalıştık. Bir sonraki yazıda ise Suriye meselesinin Suriye için ne anlama geldiğini, ne tür güçlükleri barındırdığını anlatmaya çalışacağız.

Ancak bitirmeden, Fehim Taştekin’in Gazete Duvar’da yayımlanan “Kürtlerin Gözünde Vaziyet: Elde Var Umut!” adlı makalesinden bir alıntı yapalım: Kuzey Suriye Özerk Yönetimi Eşbaşkanı Bedran Çiya, yazarın kendisine sorduğu bir soruya şu cevabı veriyor: “Suriye’de siyasi bir çözüm için Suriye krizini bölgesel ve uluslararası hesaplaşmaların dışına çıkarmak gerekiyor.”

Bu mümkün mü? Suriye krizi öngörülebilir bir süre zarfında siyasi bir çözüme ulaşabilir mi? Bu olursa nasıl olacak? Bütün bunlar karşımızda duran sorular.  Ve cevapları sadece Suriye halkını değil, bütün bölge halklarını ve emekçilerini çok yakından ilgilendiriyor; “malum ilgilileri” (Her ülkeden İslamcılar, Baasçılar, diplomatlar, politikacılar, jeo-politikçiler ve diğerleri) saymazsak çok sansasyonel olayların dışında, çoğunluk, bugüne kadar hiç ilgi göstermemiş veya yarım yamalak bir ilgi göstermiş olsa da…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında