YENİ BİR DÖNEME GİRERKEN İKTİDARIN PLANLARI KIDEM TAZMİNATI İŞİ NELERE YOL AÇABİLİR?

YENİ BİR DÖNEME GİRERKEN İKTİDARIN PLANLARI KIDEM TAZMİNATI İŞİ NELERE YOL AÇABİLİR?

Gidişata ilişkin önceki yazımızda iktidar koalisyonunun bazı eylem ve söylemlerine bakarak,  bunların “bir şeyler yapmaya hazırlandıklarını”, (ortak bir kabul olarak) siyasette yeni bir dönemin başladığını söylemiştik. Tabii “yeni dönem” derken memleket için olumlu bir gelecek ihtimalini kastetmediğimiz çok açık. Belli ki, iktidarın yakın ve orta vadeli icraat ve hedefleri ekonomik, siyasal ve toplumsal hak ve özgürlükler açısından son derece tehlikeli bir içeriğe sahip. Saray rejimi, içinde yol aldığımız ve uluslararası planda daha da ağırlaşması beklenen krizi kendi adına ve temsil ettiği egemen sınıflar açısından atlatabilmek amacıyla bir dizi ekonomik, siyasi ve toplumsal saldırı gerçekleştirecek. Üstelik bu saldırganlığın memleket sathıyla sınırlı kalmayıp sınırların ötesine de taşacağına dair elde çok sayıda örnek ve işaret var!

Siyasetin gereği mi, gerçek tehdit ve tehlikeler mi?

Siyasi alanda kullanılan dilin sadece gözdağı veya korkutmalar kapsamında ele alınamayacağını, bu dilin aynı zamanda gerçek tehdit ve tehlikeler içerdiğini söylemiştik. Yine aynı bağlamda burjuva muhalefetinin eylemsizliğinin, en azından büyük çaplı demokratik protestolardan uzak durmasının sadece devlet ve düzenperestliğinden veya paranoyaklığından değil, aynı zamanda somut birtakım tehlikelerden, “dışarıdaki silahlı adamlardan” da kaynaklandığını belirttik. Bu durum yeni örneklerin de işaret ettiği üzere ağırlaşarak devam ediyor.

Bahçeli’nin, iktidarın IŞİD saldırısı altındaki Kobane’yi düşürme politikasına karşı duran Kürt halkının 6-7 Ekim 2014’teki protesto eylemlerini hatırlatarak, Türkiye çapında bir protesto yürüyüşü düzenlemek isteyen HDP’yi alenen tehdit etmesi bu işaretlerden biri. Aynı işaretler, Saray hükümetinin sözcülerinden ve diğer saraylılardan da geliyor. Bunların basitçe bir erken seçim öncesinde “siyasetin gereği” olarak edilmiş sert sözler veya o bilinen “kutuplaştırma” söylemiyle sınırlı çıkışlar olduğu söylenemez. HDP’yi “provokatörlükle” suçlayanların tarihleri boyunca provokasyonlar düzenleyen bir geleneğin temsilcileri olduğu malum. Üstelik 6-7 Ekim olaylarında da ölen 46 kişiden en az 40’ının HDP taraftarı olduğu ve çoğunlukla saldırırken değil, saldırıya maruz kalarak öldükleri de biliniyor. Merak edip arşivlere bakan herkes, saldırganların yakın tarihimiz boyunca bu tür “provokasyonlara gelmek” üzere eğitilip organize edilmiş faşist ve İslamcı güruhlar olduğunu görecektir. Üstelik o gün pala, bıçak, sopa ve pompalılarla iş gören güruh, bugün çok daha organize ve silahlıdır.

Muhalefeti ve halkın bir bölümünü darbeci ve gayri meşru ilan etmek!

Saray rejimi sözcülerinin ve Bahçeli, Perinçek vb. iktidar ortak ve yandaşlarının söylemlerine ve elbette sistematik hale gelen kayyum atamalarına bakılırsa HDP’nin ve siyasi olarak büyük ölçüde temsil ettiği Kürt siyasi hareketinin, hatta Kürt halkının iktidar çevrelerince makbul kabul edilmeyen bölümünün kesinlikle “gayri meşru” ilan edilmek istendiği açıktır. Saray rejimi bu yolla çaresiz duruma düşüreceğini düşündüğü Kürt halkının sırtından siyasi başarılar elde etme ve başını çektiği -veya çektiğini düşündüğü- “milliyetçi cepheyi” güçlendirme ve kontrol altında tutma peşindedir

Tabii, burada bir de “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” durumu vardır. “Gayri meşru” ilan edilme tehlikesi, çoğunluğa inanılmaz gelse de, CHP için de geçerlidir; hem de öyle Kürtlükle falan bir ilgisi olmasa da! (Zaten epeydir Türk halkının da bir bölümü “gayri milli” ilan edilmiş durumdadır!) Gerekçe çok büyük ihtimalle “darbecilik” olacaktır. İktidar bir yandan parlamento içi muhalefet imkânını çeşitli yollarla iyice daraltırken parlamento dışındaki her türlü demokratik ve meşru protesto imkân ve eylemini “darbe teşebbüsü” kapsamına alarak olabildiğince sınırlama ve giderek ortadan kaldırma peşindedir. İşin “enteresan” tarafı, bu tutum muhalefetin zihninde de “normalleşmiştir!” Üç yıl önce milyonlarca insanın katıldığı bir “adalet yürüyüşü” düzenleyebilen CHP’nin, bugün yapılabilecek benzer bir eylemden  “oyuna gelmeme” gerekçesiyle uzak durması, bu kabullenme durumu ve gayri meşru ilan edilme endişesiyle de ilgilidir. Geçmişte, Demokrat Parti döneminde yaşananlar, güçlü sağ iktidarların durumları kötüye gitmeye başladığında bu tür işlere tevessül edebileceğini göstermektedir. Üstelik ülkenin bugünkü genel siyasi havası, devlet kurumlarının yapısı ve güç dengeleri bu tür girişimler açısından çok daha uygundur.

Ya sınıf mücadelesi: Kıdem tazminatı neden yeniden gündemde?

Ancak yukarıda sergilemeye çalıştığımız durumun sadece siyaset (partiler) alanıyla sınırlı olmadığı açık. Örneğin, kıdem tazminatı sorununun bizce “seçilmiş” bir zamanda yeniden gündeme getirilmesi çok şey ifade ediyor. Belli ki hedef çok daha büyük. Böylesine kriz dönemlerinde, yani her şeyin had safhada çıplak ve sınıfsal bir hal aldığı durumlarda, işçi sınıfının zapturapt altına alınıp “disipline edilmesi” ve sermaye birikiminin önündeki engellerin kaldırılması burjuva iktidarları açısından “merkezi görev” haline gelir. Saray rejimi,  uluslararası ve yerli mali sermayeye, temel sınıfsal görevlerini yerine getirebilecek ve işçi sınıfını kontrol altında tutabilecek güçte olduğunu kanıtlayarak “kalıcı” olma peşindedir. Yani kıdem tazminatlarının bir fona aktarılma çabası, sadece “parası bitmiş” bir rejimin yeni mali kaynaklar bulma çabasıyla sınırlı olmayan, bunun çok ötesinde, kapitalizmin krizini emek aleyhine ve sermaye lehine çözme yolunda temel girişimlerden biridir. Amaç işçi sınıfını kıpırdayamaz bir halde patronların eline teslim edip sömürü oranlarını artırmaktır.

İşçi sınıfının tepkisi? Gidişatın yönünü değiştirmek…

Rejim için kritik sorun, işçi sınıfının bu çok temel ve de “sembolik” meselede göstereceği tepkidir. Büyük sermayenin hizmetindeki rejim, kıdem tazminatı engelini aşması halinde diğer sınıfsal engelleri de kolaylıkla aşabileceğini hesaplamaktadır. Çünkü böyle bir yenilgi işçi sınıfı saflarında ciddi bir moral bozukluğuna yol açacak, sınıfın direncini ve mücadele gücünü düşürecektir. İşçi sınıfının güçlü bir tepki vererek bu girişimi durdurması ve bunun da ötesinde adımlar atabilmesi, yani işçi sınıfının mücadele alanında doğrudan boy göstermesi “siyasette yeni dönemin”  seyrini de etkileyecek ve rejimin kaderinin belirlenmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Böyle bir mücadele aynı zamanda işçi sınıfının daha örgütlü bir güç haline gelmesinde ve sınıf bilincinin yükselişinde de etkili olacaktır. Bütün bunlar şu anda abartılı bir iyimserlikveya iyi birer dilek olarak görülebilir.  Ancak, farklı mücadele koşulları gerçeğini unutmamak şartıyla, hareket halindeki bir işçi sınıfının gücü de akıldan çıkarılmamalıdır. Unutulmasın, epeyce güçlü göründüğü bir dönemde Demirel iktidarının sonunu 15-16 Haziran eylemi,  “alternatifsiz” Özal’ınkini de 89 Bahar Eylemleri ve 91 Zonguldak Grevi hazırlamıştır!  

Koşullar ve bir adım önde olmak

Koşullar bugün elbette farklıdır. Ancak bu her zaman böyleydi. Bu nedenle çok büyük toplumsal hareketlerin, sınıf mücadelelerinde büyük sıçramaların ne zaman ortaya çıkacağı bilinemez! Bugün elbette “başka bir gündür” ve uzun süredir devam eden bir gerilemenin yol açtığı moral bozukluğu ve umutsuzluk ortalığı sarmış durumdadır. Ancak dünyayı ve ülkeleri değiştiren hiçbir tarihsel olay, insanların umutla dolup taştığı bir dönemde patlak vermemiştir. Bu yüzden devrimci sosyalistlerin işi, fal bakmak veya kehanette bulunmak değil, işaretleri görmek, anlamak, programlaştırmak, örgütlenmek, örgütlemek ve bir adım önde olmaktır.

Dünyayı işçiler kurtaracak…

Bugün giderek daha baskıcı ve tehlikeli bir hal alan Saray rejiminin etkisiyle çoğunluğun ilgisi “geleneksel” siyasi güçlerin, yani bildik siyasi partilerin sonu gelmez “demokrasi mücadeleleriyle” sınırlı bir alana hapsolmuş durumda. Mücadelenin ön plana çıkan güçleri, bir ölçüde HDP istisnasıyla,  geniş anlamda düzen güçleri. En “demokratları”, demokrasi adına eski düzenin “güçlendirilmiş” halini savunuyorlar. Üstelik hepsi, “meslek gruplarından” oluşan adeta “sınıfsız bir toplumda” yaşıyorlar!

Daha fazla demokrasi, daha fazla hak ve özgürlük için mücadele elbette işçi sınıfının tarihsel görevinin bir parçasıdır; ancak başrollerini sermaye partilerinin oynadığı bir filmin figüranı olmamak kaydıyla. Bu kısır döngüyü aşmak ancak işçi sınıfının düzen güçlerinden ideolojik, siyasi ve örgütsel bağımsızlığıyla mümkün. Sadece “demokrasi” tartışmalarının değil, bütün bir siyasetin seyrini ve yönünü belirleyecek olan sınıf mücadelesi ve bu mücadele içinde işçi sınıfının rolüdür.

Dünyayı işçiler değiştirecektir…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında