LİBYA’DA NE İŞLERİ Mİ VAR!

LİBYA’DA NE İŞLERİ Mİ VAR!

Saray rejiminin, Libya’da kaybetmesi kuvvetle muhtemel bir “ata” oynadığını,  her an devrilebilecek bir hükümetle ortaklığa girdiğini söylemekte acele etmişiz! Rejimin müdahale gerekçesi Libya’da dengenin sağlanması ve bu yolla barışın temin edilmesi idi. İktidarın hamlesi gerçekte belirli bir dengeyi sağladı. Dar bir alanda sıkışan Müslüman Kardeşler ağırlıklı Ulusal Mutabakat Hükümeti, Türkiye’nin askeri müdahalesiyle çevresindeki kuşatmayı bir ölçüde geriletip ileri bir harekâta girişti ve birkaç stratejik hedefi de ele geçirdi. Yani bir ölçüde “dengenin sağlandığı” doğru, ancak bunun “barışı temin”  amacını taşımadığını cümle âlem biliyor. Eldeki görüntü ve veriler, bu dengenin, orasından veya burasından daha epeyce bozulabileceğini gösteriyor. Görünen o ki, Saray rejiminin istikbali açısından hayati öneme sahip bu askeri müdahale nedeniyle Libya savaşı yeni ve henüz ne kadar süreceği belli olmayan karmaşık bir sürece girdi.

Soros’un dediği…

Tarihsel bir gerileme içinde toplumsal ve moral gücünü, siyasi enerjisini hızla kaybeden, bunu kaba gücüyle telafi etmeye çalışan bir iktidarın ömrünün zannedildiğinden çok daha uzun olabileceğini, otomatik bir son beklentisi içinde olmadığımızı pek çok defa belirttik. Aynı durumun dış politika alanında da geçerli olduğu düşüncesindeyiz. 

Bir dönem “komşularla sıfır sorun” ve yeni-Osmanlıcı “Stratejik Derinlik” politikalarıyla bölgesel bir hegemonya hevesine kapılan iktidar, devrimci halk hareketlerinin bölgeyi sardığı bir dönemde, çok daha kestirmeden gidebileceği düşüncesiyle olmadık işlere daldı. Ancak hesap Özal’ın “bir koyup üç alma” hesabına benzese de, bu tür işler için gerekli ekonomik, siyasi ve ideolojik mesnetlerden yoksundu. Ünlü spekülatör Soros, bir zamanlar, “Türkiye’nin en iyi ihraç malının ordusu olduğunu” söylemişti. Tabii, kastı TSK’nin emperyalizmin çıkarları için kullanılması ve Türkiye’nin bu anlamda uluslararası rolüyle ilgiydi, ancak bu ifade aynı zamanda Türk ordusunun gücüne de vurgu yapıyordu. Bölgesel hegemonya hesaplarının, İhvan zinciri hayallerinin, Mısır ve Suriye politikasının çökmesi hayal kırıklığının yanı sıra bazı gerçeklerin görülmesini de sağladı:  Gerçek hayat, iktidar sahiplerine ellerindeki yumuşak güç araçlarının ve bunları kullanma yeteneklerinin bu çapta işler için yetersiz olduğunu da gösterdi. Bu nedenlerle, Türkiye’yi yönetenler, içeride olduğu gibi dışarıda da giderek daha doğrudan şiddete ve zor siyasetine yönelmeye başladılar. Böyle bir dış siyaset için eldeki en iyi araç,  Soros’un da buyurduğu üzere, ordu idi.

Denge, şantaj, çekiç ve çivi!

Dünyanın hali, iktisadi bunalımın seyri ve uluslararası güç ilişkileri Türkiye’yi yönetenlere “Abdülhamidvari” bir denge oyunu oynama imkânı sağladı. Bu dönemde “şantaj” bir dış politika aracına dönüştü. Oysa bir dış politikanın başarısı eldeki araçların çeşitliliğine bağlıydı: Ekonomik ve siyasi güç, görece kalıcı ittifaklar,  çok yönlü ilişkiler, güvenilir, sağlam ve uzun vadeli bir diplomasi ve elbette gerçek bir askeri güç… Ancak Türkiye bu alanlarda eldekini avuçtakini ve geçmişin kurumsal birikimini öyle bir tüketti ki, şimdi neredeyse bütün dış sorunlarına önceki bütün aşamaları atlayarak doğrudan askeri güçle müdahale eder hale geldi. En son ve mümkünse en sınırlı kullanılması gereken gücünü, yani “askeriyesini” en önce kullanmaya başladı! Türkiye, giderek “elinde çekiçle gezen” ve bu nedenle “her şeyi çivi olarak gören” bir şahsa dönüştü! 

Bu kuşkusuz çok tehlikeli bir durum; özellikle de yaşam enerjisini kaybettiği ölçüde saldırganlaşan bir iktidarın elinde ve bir rejim değişikliğinin yol açtığı “olağanüstü” koşullarda. Tahlile bir de dünyamızın hali ve bölgemizin koşulları eklendiğinde durumun daha da tehlikeli bir hal aldığı ve de alacağı görülür. İktidar böyle geniş çaplı bir krizi yönetme yeteneğinden ve araç çeşitliliğinden yoksun olması nedeniyle bölgedeki bütün sorunlara kendi inanç ve “incelikleri” dahilinde, ancak “züccaciyeci dükkânındaki bir fil” misali dalmaktadır. 

Dış politikanın ömrü, yeni imkânlar, güç ve zaaflar

Bu dış politika çizgisinin geçmişteki gibi bir iflasla neticeleneceğini, az-orta gelişmişlik düzeyinde ve büyük doğal kaynaklara sahip olmayan bir ülkenin, ekonomik durumu da düşünüldüğünde böyle bir yolu uzun süre yürüyemeyeceği ve bu durumun rejimin ömrünü daha da kısaltacağı söylenebilir. Ancak bu bir genellemedir. Yazının başlarında da değindiğimiz üzere, böyle kesin bir “kural” yoktur. En berbat bir dış politika “stratejisi” bile, uygun uluslararası güç dengeleri ve bölgesel koşullar sayesinde, belirli bir dönem boyunca sürdürülebilir. Yani her şeye rağmen rejimin öncelikle kendini ayakta tutabilmek için uygulamaya çalıştığı dış politikanın ömrü, aynı, rejimin ömrü gibi beklenenden veya zannedilenden çok daha uzun olabilir.

Bölgeyi tam olarak keyiflerince şekillendirebilecek güçlerin yokluğu, hedeflediği her şeye müdahale eden Türkiye’deki rejime ciddi bir hareket imkânı ve manevra alanı sunmaktadır. Buradaki sorun sadece Türkiye’nin görece gücü- güçsüzlüğü veya zaafları değil, aynı şekilde diğerlerinin de görece güç-güçsüzlük ve zaaflarıdır. En büyük güçler için bile bir ölçüde geçerli olan bu sorun Saray rejimine, devletlerarası denge ve boşluklara oynama ve şantaj imkânları sunmaktadır. Rejim, bölgesel sorunlara doğrudan askeri güç kullanarak dahil olma yönteminin geçer akçe olduğuna -son birkaç yıldır aldığı “başarılı” sonuçlar bağlamında da- iyice inanmış durumdadır. Rejimin orta-uzun vadede Suriye’nin bir bölümünü ilhak etme ve Libya’nın en azından bir bölümünde nüfuz ve üs sahibi olma hedefleri bu inançtan kaynaklanmaktadır.

Abanma taktiği; yeni bir enerji!

Burada değinilmesi gereken bir önemli husus da rejimin, varlığını sürdürme amacıyla konuya bütün gücüyle “abanarak” ülkeyi dışarıda uzun bir çatışmalar, gerginlikler, hatta savaşlar sürecine sokma tehlikesidir. Böyle bir şeyin ancak ülkenin bütün kaynakları sonuna kadar tüketilerek ve halkın elindeki avucundaki her şeyin alınmasıyla mümkün olabileceği, bunun da bir çılgınlık olacağı söylenebilir. Bu durumun “sonsuza kadar” sürdürülemeyeceğini iktidardakiler de bilir. (Herhalde!) Ancak yine de başka bir hesapla, böyle bir yola girilebilir: Mesela, ele geçirilen ve/veya nüfuz sahibi olunan bölgelerin ekonomik kaynaklarının kullanılarak, bazı yerlerde olduğu gibi kaynaklara el konularak en azından savaş masraflarının karşılanması, daha da ötesi inşaat, petrol ve başka ekonomik faaliyetlerle kâra bile geçilmesi! 

Bunun yanı sıra, savaşçı yöntemlerin, emperyalizmle ittifaklar ve “ihraç ürünü olarak orduyu kullanma yoluyla (Soros)  yeni bir “enerji” sağlaması, bir dinamo gibi kendi enerjisini üretmesi da en azından “teorik olarak” mümkündür. 

Bazı ihtimallerin bugün fantezi olarak görülse de yabana atılmaması gerekir. Stratejik boyutunu kaybetmiş, anlık kararlara, zorunlu pragmatik hamlelere dayalı hale gelmiş bir bölge politikasının, belirli koşullarda eldeki bütün maddi imkânların seferber edilerek ısrarla sürdürülebilmesi halinde kendi imkân ve dinamiklerini yaratıp stratejik bir nitelik kazanması da mümkündür. Rejimin bölgesel dış politikası kısmen de olsa bu yola girmiş gibi görünüyor. İktidarın hayatta kalmak içen gösterdiği direnç, yeni “şanslar”, geçici veya kalıcı ittifak olanakları yaratmaktadır; elbette içeride ve dışarıda bedelini ödemek şartıyla!

Her şey karşılıklı!

Ancak iktidara şimdilik görece geniş manevra imkânları sağlayan bu alanın bazı sınırları vardır. Her şeyden önce bölgede başka güçler de hareket halindedir ve bunların bazıları soruna kritik müdahalelerde bulunabilecek kuvvettedir. Bu nedenle bir takım hedeflere eninde sonunda bunlarla işbirliğine girmeden varmak mümkün değildir. Bu aynı zamanda onların “oyunlarına” dahil olma anlamına da gelir ki, böyle bir durumda büyük devletlerce (düveli muazzama!) kullanılma ihtimali iyice artar. Nitekim Saray rejiminin başkalarının boşluk ve zaaflarını kullanma politikası, aynı zamanda kendi boşluk ve zaaflarının kullanılmasına da yol açmaktadır. Büyük devletlerin her şeye rağmen sınırsız bir güce sahip olmadıkları bilgisi, eğer kendi gücünün sınırları konusunda birtakım yanılsamalara neden oluyorsa faydalı değildir. Nitekim “dış güçler” gerekli durumlarda Türkiye’nin egemenlerinin zaaf ve korkularını ustalıkla kullanmaktadırlar. Bu nedenle rejimin dışa dönük şantaj politikası, en sıkışık anlarda kendisini de şantajlara açık hale getirmektedir. 

Üstelik Türkiye’nin çok ciddi ekonomik güçlükleri ve büyük bir dış kaynak ihtiyacı vardır. Bu gerçek, Rusya ile zorunlu ittifakın sınırlarına ulaşmasının da etkisiyle, son zamanlarda kadim ve stratejik emperyalist dostumuz ABD ile ilişkilerin ve ittifakın yeniden ısıtılmasına neden olmuştur. Rejimin kaderini belirleyecek Suriye ve Libya politikalarının gidişatı bu ittifakı zorunlu hale getirdiği ölçüde emperyalizmin Türkiye üzerindeki siyasi ve askeri denetimi de artacaktır. 

İnsaniyet namına mı!

Türkiye, Libya’ya (ha keza Suriye’ye) “insaniyet namına” değil ekonomik, siyasi ve askeri amaçlarla müdahale etmiştir. Hedef, bölge planında nüfuz ve hegemonyadır. Bu daha önce iflas etmiş bir dış politikanın bu defa doğrudan zor yoluyla (silahlı İslamcıları da kullanarak) ihya edilme çabasıdır. Aynı süreçte muhtemelen İhvancıların diriltilerek başta Mısır, bazı ülkelerin başına yeniden bela edilmesi hesapları da yapılmaktadır. Doğu Akdeniz’deki sondaj faaliyetleri temelinde kurulan ittifaklar, yaşanan gerginlikler ve Türkiye’nin Sarraç hükümetiyle yaptığı deniz sınırı anlaşması sorunun Libya ile sınırlı olmadığını, ancak Libya’nın bu sorunun önemli bir ayağı olduğunu göstermektedir. 

Mısır, Suudi Arabistan, BAE gibi Arap ülkeleriyle, Rusya, ABD, Fransa, İtalya gibi ülkelerin de konuya dahil olmalarının,   “Libya petrolleri”nin ötesinde başka önemli nedenleri vardır. Bölgeye müdahale eden bütün güçler uzlaşan veya çelişen çıkarları doğrultusunda tutum belirlemektedir. Türkiye’nin konumu da bu çıkar ilişkileri ve çatışmaları çerçevesinde belirlenmektedir. Yani herkes  “milli çıkarlarının” derdindedir! (ekmek parası misali!) Ancak bütün bu “milli çıkarların” o ülkelerin kapitalistlerinin maddi çıkarları tarafından belirlendiği düşünüldüğünde Libya’ya yönelik müdahalelerin ne o ülkelerin emekçilerinin, ne de Libyalı emekçilerin çıkarları ile ilgili olduğu görülür. 

Devrimci amaçlarla kurulan ancak yozlaşmış bir diktatörlük olarak sona eren Kaddafi rejiminin ardından ortaya çıkan acıklı Libya manzarası cümlenin malumudur.  Emperyalist ve yayılmacı güçlerin ve onların destek verdiği “hükümetlerin” ve “savaş ağalarının” politika ve müdahaleleri Libya’ya demokrasi ve özgürlük değil, ağır bir yıkım ve parçalanma getirmiştir. Eğer tarihsel anlamda ileri bir adım olacaksa, Libya ulusunun, bütün yabancı güçleri ülkeden kovan Libyalı emekçiler önderliğinde yeniden inşa edilmesinden başka bir çare yoktur; tabii, sermayenin “barışına” ve “çözümlerine”  boyun eğilmek istenmiyorsa.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında