GÖLGELİ DEMOKRASİ, YENİ BONAPARTİZM VE ÖTESİ: MEMLEKET BİR YERLERE GİDERKEN…

GÖLGELİ DEMOKRASİ, YENİ BONAPARTİZM VE ÖTESİ: MEMLEKET BİR YERLERE GİDERKEN…

Bazı istisnai durumların dışında hiçbir siyasi iktidar, elindekileri bırakıp gitmek istemez. Ancak bu iktidarda kalma isteği ve bunun için yapılacaklar, yürürlükteki rejimin niteliğine göre farklı şekiller alır. Önceki rejim, bir yandan yarı-bonapartist kontrol mekanizmaları (ordu, yüksek yargı ve “ötekiler”), öte yandan “gölgeli demokrasi” niteliğiyle bu gidiş gelişleri güvence atına almıştı. Arızalar askeri müdahale yoluyla düzeltilirdi. Tabii, bugüne bakarak bir çeşit “cennet” tasviri yaptığımız sanılmasın! Her türlü “numaranın” döndüğü, bazı işlerin kanlı yöntemlerle, siyasi cinayetlerle yapıldığı, son sözü “paşaların” söylediği, giderek mafyalar ile iç içe geçen çürümüş bir rejimden söz ediyoruz. Zaten iler tutan bir yanı olsaydı bugünkü yeni rejimin mimarlarının bu kadar kolay ilerlemeleri, yaptıkları her şeyi uzun süre “demokratik reform” olarak pazarlamaları kolay olmazdı.

Bütün bunlar neden?

Tabii, şimdi devir değişti. “Askeri vesayetten” kurtulduk. Bonapartizm, yarı-bonapartizm derken bir çeşit yeni-bonapartizmin eline düştük; muhtemelen devamı da gelecek! Geçmiş düzenin sola ve eylem halindeki emekçilere karşı kullandığı “marjinaller” çoktandır bir “ana akıma” dönüştü. Eski tabirle “milliyetçi- mukaddesatçı” gericiliğin ebedi ve mutlak iktidarını kurma, geri kalan hak ve özgürlüklerin de (artık ne kaldıysa!) elimizden alındığı otokratik bir rejimi tamam etme çabasındalar. Uzun süredir yaşananlar bu bağlamda değerlendirilmelidir.

Her dönem, daha genel anlamda, sermaye düzenine ve onun siyasi aracı olan devlete hizmet vermiş olan yargının, bu defa su sızdırmaksızın ve özel olarak siyasi iktidara bağlamasındaki amaç bu. Barolar bu nedenle parçalanmaya çalışılıyor. Arta kalan muhalif radyo ve televizyon kanalları, sosyal medya bu nedenle “etkisiz hale getiriliyor”, gazeteciler hapsa atılıyor, ekranlar karartılıyor. Ulusal sorunun bir kez daha zor yoluyla çözülmeye çalışılmasının, nüfusun bir bölümünün “millet dışı” ilan edilmesinin, parlamentonun tamamen işlevsiz hale getirilmesinin, ülkenin bütün ekonomik kaynaklarına el konulmaya çalışılmasının, sınır ötesi askeri harekâtların, el birliğiyle darmaduman edilmiş ülkelerin kaynaklarına el koyma çabalarının, meşreplerine uygun yeni bir militarizmi inşa etmeye çalışmalarının ve daha pek çok şeyin nedeni budur. Amaç, iktidarın hiçbir biçimde kaybedilmemesi; alınan hiçbir şeyin geri verilmemesi.

Bir yerlere doğru giderken…

Bütün bunlar biliniyor, “bir yerlere doğru” gittiğimiz kesin. Üstelik bu gidişatın pek hayırlı bir istikamette olmadığı da belli. Ancak asıl sorun bu gidişin nasıl durdurulacağı ve bu durumdan nasıl kurtulacağımız. Bunun mutlaka bir yolu olmalı. Bu durumda gözler ister istemez önce parlamentodaki muhalefete, en başta da ana muhalefete çevriliyor. Daha önce de söyledik, tekrarlayalım: genel olarak gidişata, içinde yol aldığımız çok boyutlu krize, olup bitenlerin şekil ve şemailine, bunlara verilen tepkilere bakılırsa, bizim bilemediğimiz, ancak mesela CHP liderliğinin bildiği “gizli bir gerçekle” karşı karşıyayız! Ya durum birtakım demeçler ve sözlü cevapların dışında aktif biçimlerde müdahale edilemeyecek kadar vahim, yapacak fazla bir şey yok. İktidarın bir gün kendi kendine çökmesini, her şeyin bir biçimde kendi kendine hallolmasını bekleyeceğiz. Ya da gerçekten korkulacak bir şey yok, giderek güç kaybeden iktidar ilk seçimde kesin olarak gidecek, yani her şey adeta kendi kendine hallolacak. Kısacası tam bir “ikilemin” içindeyiz.

Ancak iktidarın, bir bölümünü yukarıda özetlediğimiz icraatlarına bakıldığında herhangi biçimde “gitmek” gibi bir niyeti olmadığı açık. Bunu gerçekleştirmesinin temel şartı, hele ki toplumsal desteğin giderek azaldığı koşullarda, seçim sonuçlarını garanti altına almak. Bu iş önce “yasal sınırlar” içinde kotarılmaya çalışılacak gibi görünse de gidişata göre, bir süre sonra seçimlerin birer seçim olmaktan çıkarılması ihtimali de var.

Bu tür rejimler kendi ilerleme süreçlerinde zorunlu olarak bir “iç savaş rejimi” niteliği kazanırken çok daha tehlikeli potansiyelleri de içerirler. Şoven milliyetçilerin ve bir takım malum “karanlık çevrelerin” yeni rejimin etrafında toplanması, bu tehlikeli dinamiklere işaret etmektedir.  Yarınki muhtemel düzenimiz, bugünkünden farklı olarak bir “meşruiyet” arayışı anlamında herhangi bir seçime ihtiyaç bile duymayabilir!

Muhalefet yapmak

Yani iktidarın böyle bir “kendiliğindenlik” sonucunda gitmesini beklemek gidişatla, somut gerçeklikle uyuşan bir beklenti değil. Kaldı ki, “eski normale” uygun bir iktidar mücadelesi bile birtakım koşulları zorunlu kılar. Örneğin iktidarı hedefleyen sol bir siyasi partinin kitleleri etkileyebilecek, toplumda heyecan yaratacak, karşı safları bir ölçüde de olsa yanına çekebilecek emek öncelikli açık bir programı, toplumun ihtiyaçlarını vurgulayan popüler sloganları, “mıy mıy” etmeyen etkileyici hatipleri, somut sorunlara somut cevapları, mücadele yöntemleri ve örgütlenme biçimleri olmak zorundadır. Ancak böyle bir şey göremiyoruz. Örneğin CHP’nin, bu “demokrasi mücadelesinin” nasıl bir demokrasiyi hedeflediğine dair kitleler tarafından kavranmış açık ve net bir “demokrasi planı” yok. Bu koşullarda “güçlendirilmiş parlamenter sistem” hedefi (ki bunu Meral Akşener daha yüksek sesle telaffuz ediyor) en iyi ihtimalle eski düzenin birtakım reformlar yoluyla ihya edilmesinden, güçlendirilmesinden başka bir anlam taşımıyor. Oysa, AKP döneminde pek çok şey unutulmuş olsa da eski rejimin nasıl bir şey olduğunu kendi acı tecrübeleriyle bilen kuşaklar hâlâ hayatta.

Ya bizim sorumluluğumuz?

Tabii, amacımız kendi payımızı ve sorumluluklarımızı unutup CHP’ye vurmak değil. Bu demokrasi yokluğunda her şeye “eyvallah” demek de mümkün! Ancak bir iktidarın ömrünü uzatan en önemli faktörlerden birinin muhalefetin “hali pür melali” olduğunu unutmamak gerekiyor. Sosyalistler olarak sorunumuz, bunca “tarihsel iddiamıza” rağmen güncel olarak maalesef neredeyse “yok” hükmünde olmamızdır. CHP ve diğerleri kendi rollerini oynamaktadır. Bizim rolümüzü, hele ki, sınıfsal planda kimse oynamayacaktır. Başkalarının “demokrasi” planlarına yedeklenmek istemiyorsak kendi demokrasi planımızı, hem de en sınıfsal ve devrimci biçimde yapmak zorundayız. Burjuva demokrasisine mahkûm değiliz…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında