REJİMİN TEHLİKELİ HALLERİ, KİTLELER VE SONRASI…

REJİMİN TEHLİKELİ HALLERİ, KİTLELER VE SONRASI…

İktidar “normal” veya “olağan” denilebilecek yönetim biçimlerini ve araçlarını çoktan unuttu. Dünya ekonomik ve siyasi konjonktürünün belirleyici etkisi altında bir dönem nice liberal-özgürlükçü rüyalara yol açan politikalardan eser yok. Öncelikle dünya eski dünya değil. Bu durum sadece dış politikayı değil, iç politikayı da etkiliyor. Dıştaki çıkmazlar içeriye, içtekiler de dışarıya yansıyor.

Ekonomik, siyasi ve toplumsal gerileme, hedeflenen ideolojik-kültürel hâkimiyetin sağlanamaması ve daha da önemlisi iktidarın kaybedilmesinden duyulan derin korku, kimlikler temelinde yürütülen ayrıştırma ve gerilim siyasetinin, rejim değişikliğiyle birlikte daha tehlikeli bir mecraya yönelmesine yol açıyor. 

Bir gerileme dönemi eseri olarak rejim!

Bu rejimin inşa süreci, iktidar açısından kesintisiz bir yükselişin zirvesinde değil, aksine giderek ivmelenen bir gerileme sürecinin belirli bir noktasında gerçekleşmişti.  O nedenle, bu tür rejimlerin başlangıçta sahip olduğu avantajlardan hiçbirine sahip olamadı. Mesela eski siyasi sınıfın başı çektiği yaygın yolsuzluk ve hırsızlıklardan ve de yönetim zaaflarından bıkmış geniş kitlelerin zihninde ve yüreğinde bir ferahlamaya veya geçici de olsa bir kabullenmeye neden olamadı. Çünkü böyle bir “yenilik” içermiyordu. Yeni rejimin muktedir-otokratik gücü, daha önceki dönemde oluşturduğu çıkar ilişkilerinin üzerinde, kendini yine kendiyle tarif ediyor, hatta gelecek açısından “daha beterini” vaat ediyordu!

Yeni bir rejimin inşasının bir yükselişin değil, aksine, bir gerilemenin ve destek kaybının eseri olması, bazı koşullarda rejim karşıtları açısından bir avantaj, bazı koşullarda ise tehlikeleri daha da büyüten bir faktördür. İktidarlar, varlıklarını sürdürebilmek amacıyla önceki düzenin denge, uzlaşma ve çıkış mekanizmalarını ortadan kaldırıp tamamen dönülmez yollara girdiklerinde,  güç kaybına da uğrasalar çok daha “yırtıcı” davranışlar gösterirler. Kurulan yeni düzen, üzerine oturduğu derin çıkar ilişkileri nedeniyle ne ölçüde “başkalarına devredilemeyecek” veya “paylaşılamayacak” nitelikteyse, rejimin direnişi ve tepkileri de o derece sert olur. Bu aynı zamanda geçmişte geçerli olan siyaset araç ve yöntemlerinin ve siyasi mücadele kurallarının hem iktidar, hem de muhalefet için artık tamamen değiştiği anlamına gelir. Bazen “varmış gibi” yapılsa da artık ortak kabul gören hukuki kurallar, teamüller ve ortak kabuller yoktur. 

Uçlarda gezinenler ve yeni 1 Kasımlar…

Ancak sorun bunlarla sınırlı değildir. İktidar eliyle veya teşvikiyle giderek daha uçlarda oluşan çatışma ve gerilim noktaları, çok daha  “radikal” bir zemin üzerinde toplumsal çatışma ihtimalini artırır. Geçmişte iyi kötü kalıcı bir seçmen desteğini sağlamayı hedefleyen kimlik temelinde ayrıştırma siyaseti, bu seçmen desteğindeki ciddi gerilemeyle birlikte çok daha tehlikeli sonuçlara yol açabilir. Bir iktidarın amacı, seçim kazanmanın ötesinde (Artık bunun bir garantisi kalmamıştır.) toplumun karşı kutbunu her yolla kıpırdayamaz hale getirmeye dönüşmüşse bu tehlike çok daha güncel ve somut bir hal alır.

Bu ayrışma süreci, iktidar cenahının bazı tepe noktalarının yanı sıra toplumsal tabanını da etkiler.Derin bir ekonomik krizin yükselttiği toplumsal memnuniyetsizlik ve hayal kırıklığının etkisiyle iktidarın ortalama üye ve seçmeni ve de bu kitlenin çeperlerinde yer alan ve her an kararsızlığa düşebilecek nispeten gevşek seçmen ve taraftar  kitlesinde çözülmeler başlar. Ancak bunun zıddı bir gelişme de söz konusudur. Aynı süreçte daha dar ve radikal bir kesimde iktidar gücünden de destek alan ve teşvik gören bir militanlaşma, ölümüne direnme eğilimi güç kazanır. Bu eğilimler, bir noktadan sonra karşılıklı olarak birbirlerini beslemeye başlarlar. Bugün ülkemizde bu her iki zıt eğilimi de görmekteyiz .

İktidarın politikalarının, hem maddi, hem de sembolik düzlemde bu dar kesimi konsolide edip çok daha sıkı bir direnç yaratmaya yöneldiğini biliyoruz. Ancak bu, çözülme işaretleri veren kitlesel seçmen desteğinden vazgeçildiği anlamına gelmiyor. Mesela hiç de “radikalizm” içermeyen “doğalgaz müjdesi” türü hikâyeler bu kitleye yönelik. Ancak bir “mucize” dışında bu yolla herhangi bir sonuç alma ihtimali çok düşük. Bu nedenle iktidarın yeniden “1 Kasım” taktiklerine başvurma ihtimali hiçbir biçimde yabana atılmamalı. Yani yeni bir seçim yasası veya sandık hileleri dışında, seçimlerden önce çıkartılabilecek “kontrollü” bir dış savaş,  büyük bir sınır ötesi harekât veya bir iç çatışma yoluyla çözülmekte olan seçmen desteğinin yeniden kazanılması yoluna gidilebilir. 

Seçimlerin, iktidar tarafından halen “resmen” tek meşruiyet kaynağı (milli irade) olarak kabul edilse de, koşullardaki değişime paralel olarak tek meşruiyet kaynağı olmaktan çıkma ihtimali unutulmamalı. Bu istikamette epeydir pek çok işaret ve somut adım görülüyor.

Kısacası sadece yaşanmasını istemediğimiz durumların yaşanmayacağını söyleyerek yüreğimizi ferahlatmak veya sadece sandıklara sahip çıkarak ülkece feraha ereceğimize inanmak pek akıllıca bir tutum değil. O nedenle daha gerçekçi ve hazırlıklı olmakta yarar var.

Kitleler, örgütlü güçlerişçiler ve rejimden sonra hayat…

Otokratik rejimlerin kitleleri yıldırmaya yönelik organize güçlerine karşı her zaman örgütlü veya yeterince örgütlü bir karşı çıkış imkânı olmayabilir. Çünkü bu tür rejimler, toplum üzerinde kurdukları baskı nedeniyle toplumsal-siyasi örgütlenmeleri zayıflatmayı veya bazı hallerde neredeyse imkânsız hale getirmeyi başarırlar. “Örgüt” ile “terör” kavramları sistematik olarak özdeşleştirilir. 

Böyle durumlarda tek çıkış yolu, çok büyük bir kitlenin mücadeleye katılmasıdır. Bu tür büyük kitlesel mücadeleler başlangıç aşamalarında çoğu zaman kendiliğinden veya yarı kendiliğinden bir nitelikte olurlar. Toplumun bütün memnuniyetsiz ve muhalif kesimleri, ortak taleplerin yanı sıra, birbiriyle çelişkili pek çok talep ve sloganla mücadeleye atılırlar. Hareketin gücü ve avantajı yüzbinlerce ve milyonlarca insanı bir araya getirmesinde yatar. Bu kitle eylemleri süreklilik kazanmaları ölçüsünde karşılarındaki resmi-organize güçleri tereddüte düşürür.  Daha da önemlisi iktidar yandaşı kitleler de hareketin büyüklüğünden ve kazandığı tarihsel-toplumsal meşruiyetten etkilenerek ya tarafsızlaşır ya da saf değiştirmeye başlarlar. Belirli bir sürekliliğe ulaşmış devasa kitle hareketlerinin rejim üzerinde çözücü bir etkisi vardır.

Bütün bunlar elbette tarihsel sürecin ilk aşamasıyla ilgili durumlardır.  Bütün büyük kitle hareketlerinin kaderi “siyasi arenada” siyasi önderlikler tarafından belirlenir. Hareketin yönü, tarihsel planda örgütlü güçler tarafından tayin edilecektir. Var olan rejimin yıkılmasından sonra da hayatın devam edeceğini, hatta asıl hayatın ondan sonra başlayacağını düşündüğümüzde bunun ne kadar önemli olduğunu kavrayabiliriz. O nedenle, asıl kuşku ve endişe duymamız gereken husus, bu tür büyük toplumsal hareketlerin, içerdikleri çeşitlilik ve çelişkiler, hatta farklı güçlerin bu hareketler üzerinde yarattıkları basınç değil, öncelikle sol ve sosyalistler olarak kendi ideolojik, politik ve örgütsel durumumuz ve bazı alışkanlıklarımızdır. Çünkü bizim neden olduğumuz boşluğun başkaları tarafından doldurulması kaçınılmazdır.

Bu tür gelişmeler karşısında devrimci Marksistlerin rolü, hareketin kitleselliği karşısında büyülenmek ve “uçsuz bucaksız”, yani “şekilsiz” cephelerin hayallerini kurmak değil, gidişata en koyabilecek güçlü bir sınıf ekseni yaratmaktır. İşçi sınıfının kendi bağımsız örgütlenmeleri, kitle seferberlik organları ve talepleriyle sahneye girmesi, çok büyük çeşitlilikler içeren kitlesel mücadelelerin ve karmaşık süreçlerin büyük bir netlik kazanmasını sağlayacak ve egemen sınıf unsurlarının geleceğimize yeniden el koymasının engelleyecektir.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında