TÜRKİYE’DE SÜREKLİ DEVRİM -1

TÜRKİYE’DE SÜREKLİ DEVRİM -1

Okurlarımıza, Sürekli Devrim Teorisi’nin Türkiye özelinde tartışıldığı bir dosya sunuyoruz. 2 ayrı dosya olarak Türkiye devriminin sınıfsal-sosyolojik durumunu tartıştığımız bu metinde, Türkiye devriminin karakterine nasıl baktığımız ve adlandırdığımız yer alacak. Bu dosya sırasıyla; tarihsel arka plan, Türkiye kapitalizminin gelişimi, demokrasi sorunu, Kürt sorunu, Türkiye’de Tarım-Toprak sorunu gibi başlıkları içerecek. Daha büyük bir tartışmanın ve bütünün bir parçası olarak Türkiye’de Sürekli Devrim perspektifimizi okurlarımızın değerlendirmesi ve tartışması için ilk yazı ile açıyoruz.

Tarihsel Arka Plan: “Kitlesiz” Siyasal Devrim; “Yukarıdan” Sosyal Devrim ve Sonrası!..

Türkiye ilki Osmanlı döneminde (1908), diğeri de Kurtuluş Savaşı ve ardından gelen dönemde (1919 ve 1923’ten sonra) iki burjuva devrimi yaşadı. Bu devrimlerden ilki, ülkenin o zamanki “gerçek yarı sömürge” konumuna karşı mücadele etmekle birlikte daha başlangıç aşamasında tıkanmış, kısmi kazanımların dışında başarısızlıkla ve Dünya Savaşı’nın ardından da yenilgiyle sonuçlanmıştı. Ancak 1919’da emperyalist işgale karşı bağımsızlık mücadelesiyle başlayan ikinci burjuva devrimi, geçmiş sosyoekonomik, hukuki ve kültürel yapıdan köklü biçimde kopuşu sağladı. Bütün bunlar kapitalizmin gelişmesinin önündeki engellerin kaldırılması ve burjuvazinin toplumsal egemenliğinin kesin olarak gerçekleşmesi anlamına geliyordu.

Ancak burjuvazinin tamamen gericileştiği, kitlelerden iyice korkar hale geldiği emperyalizm çağında yaşanan “gecikmiş” bir burjuva devriminin demokratik bir karaktere sahip olması çok zordu. Nitekim tamamen örgütsüz durumdaki emekçi halk kitlelerinin, orduya alınmaları dışında, tamamen devre dışı bırakılıp baskı altında tutulduğu bu “kitlesiz” burjuva devrimi de demokratik bir nitelik kazanamadı. Devrimin bu niteliği bağımsızlık sonrası kurulan cumhuriyetin karakterini ve yapısını belirledi.

1923’te başlayan ve kapitalist bir toplum yaratmayı hedefleyen “burjuva sosyal devrim” süreci, pek çok “gecikmiş” burjuva devriminde olduğu gibi  “tepeden” yürütülen bir devrim olarak yaşandı. Bu durum,  burjuvazinin, eski düzenin egemen güçleriyle girdiği ittifakın sonuçlarının yanı sıra, sınırın hemen ötesinde yaşanan Bolşevik Devrimi’nden duyduğu derin korkuyu da yansıtıyordu.

Gerici bir ittifak, demokrasi yokluğu ve Bonapartist bir başlangıç…

Yeni rejim, toplumsal-sınıfsal planda (Müslüman) ticaret burjuvazisiyle büyük toprak sahipleri arasındaki ittifaka dayanıyordu. (Hristiyan –Rum ve Ermeni- sanayi ve ticaret burjuvazisiyle toprak sahipleri tasfiye edilmişti) Ancak politik denetim kesin biçimde bağımsızlık savaşına önderlik eden asker-sivil bürokrasinin elindeydi. Bu nedenle rejim daha en başından “ Bonapartist” bir karakter kazandı.  Bu “kurucu” nitelikte bir Bonapartizmdi. Cumhuriyet rejiminin, kuruluş aşamasında ticaret burjuvazisi, büyük toprak sahipleri ve çeşitli ekonomik faaliyetlerle zenginleşme çabasındaki Bonapartist bürokrasiden oluşan “iktidar bloğu” tarafından şekillendirilmesi daha sonraki süreci de kesin olarak etkiledi.

Saltanatın (monarşi) ve hilafetin ilgası, laiklik ilkesinin devlet yönetimine hâkim olması, 1934’te bir tek parti rejimi altında kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi gibi tarihsel olarak “demokratik devrimci” uygulamalar, yoksul halkın, kent ve kır emekçilerinin, toplumsal-siyasi özgürleşmesini değil, bir burjuva toplumu inşasının önündeki eski düzenden kalma engellerin ortadan kaldırılması amacını taşımaktaydı.

Tek partili rejim,  siyasi anlamda demokratikleşme bir yana, özellikle 30’lu yıllarda, Avrupa’daki genel durumun da etkisiyle ideolojik, kültürel ve siyasal olarak faşizan-ırkçı (doğrudan kafatasçı!) -korporatist söylem ve uygulamalara yöneldi. Aynı dönemde bürokrasi içinde ve özellikle de orduda,  Hitler’in “tarihsel müttefik” Almanya’da iktidara gelmesinin etkisiyle doğrudan faşist eğilimler ciddi bir güç kazandı. Nazi Almanyası’na sempati devlet kadroları içinde son derece yaygın bir hale geldi. Siyasi demokrasinin engellenmesi, emekçi sınıfların örgütlenme çabalarının bastırılması, hak ve özgürlüklerine yönelik ağır baskı ve yasaklar, solun ezilmesi, ulusal azınlıkların göçe zorlanması, Kürt halkının sürgün, asimilasyon ve katliamlar yoluyla “Türkleştirilmeye” çalışılması vb. uygulamalar demokratik ve özgürlükçü karakterden yoksun bir burjuva devriminin kaçınılmaz sonuçlarıydı. Bu nedenle yeni rejimin “ devrimciliği” ideolojik olarak da halkı ezen ve özellikle kır ve kent yoksullarını aşağılayan Bonapartist-despotik bir “aydınlanmacılığı” aşamadı.

Üstelik daha ulusal kurtuluş savaşının sürdüğü yıllarda Rusya’daki devrimci iktidardan büyük ölçüde askeri-mali yardım alınmasına rağmen emperyalizmle yapılan açık veya örtülü anlaşmalar, ülkenin uluslararası planda siyasi-diplomatik konumunu belirlemişti. Yeni rejim, kuruluşuna ön gelen aşamadan başlayarak son dönem Osmanlı modernleşme çizgisine uygun biçimde “Batılılaşma” kararlılığında oldu. Bütün bağımsızlıkçı sloganlarına, hatta ülkeyi bir yarı sömürge olmaktan kurtarmayı amaçlayan uygulamalarına (millileştirmeler)  rağmen, “Bolşevizme” karşı,  kapitalist-emperyalist dünya sistemi içinde yer alma hedefi doğrultusunda davrandı. Bu konum, emekçi sınıfların görece özgürleşmesini ve bağımsızlaşmasını sağlayacak bir burjuva demokrasisine izin vermiyordu.

Kitlelerin dışlandığı “eksik” bir burjuva devrimi!

Türkiye’de burjuva devrimi, emekçi kitlelerin dışarıda bırakıldığı silahlı bir politik devrim (Kurtuluş Savaşı) ve hedefi kapitalist bir toplum inşasının önündeki engelleri kaldırmaya yönelik “yukarıdan” bir sosyal devrim olarak yaşandı. Bu devrim siyasi demokrasi, kır-kent ilişkileri, köylülüğün özgürleştirilmesi ve toprak-tarım sorununun çözümü gibi burjuva görevleri açısından eksik-tamamlanmamış bir devrim olarak kaldı.  Toplumsal olarak burjuvazinin büyük toprak sahipleriyle gerici ittifakı temelinde ve bürokrasinin siyasi önderliğinde yürütülen “yukarıdan sosyal devrim”in burjuvazinin amaçları açısından “yeterli” bir noktaya ulaşmasıyla demokratik niteliklerden yoksun cumhuriyet, “devrimci dinamizmini” tamamen kaybederek hızla çürümeye başladı. Bu aynı zamanda burjuvazinin en azından bir bölümünün bürokrasiyle gerilimler yaşamaya başladığı, hatta 1946’dan itibaren siyasi olarak ayrıştığı bir süreç oldu. (Demokrat Parti’nin kuruluşu ve iktidara 1950’de gelişi)Burjuvazinin büyük toprak sahipleriyle kurduğu ittifak, hızlı bir sanayileşme ve ekonomik değişim sürecinin başladığı 50’li yıllara kadar eski biçimiyle sürdü. Aynı süreçte, Türkiye’nin dünya ekonomisiyle ilişkilerinin güçlenmesine,  uluslararası ekonomik işbölümündeki yeni konumuna ve tarım politikalarına bağlı olarak büyük toprak sahipleri de birer tarım kapitalistine, hatta bazıları birer sanayiciye dönüştü. ABD desteğinde (Marshall Yardımı) tarımda başlayan modernizasyon ve makineleşme sonucu kapitalizm öncesi ilişkilerin egemen olduğu tarımsal alanlar büyük kapitalist çiftliklere dönüşürken, toprak ağalarının mülkiyetindeki köylerde yarıcı olarak çalışan binlerce yoksul köylü de bu topraklardan sürüldü. 1950’li yıllarda başlayan şehirlere göçün ve proleterleşmenin önemli nedenlerinden biri de budur.

Sanayi ve işçi sınıfı…

Türkiye, mali sermayenin (finans kapital) egemen olduğu “az-orta” derecede gelişmiş “bağımlı” kapitalist bir ülkedir. (G-20 üyesi ve 2019’da 19. büyük ekonomi)  Ülkenin sanayileşmesi, 1930’lu yıllarda devlet eliyle başlatılmış ve daha sonraki dönemde devlet destekleri ve dış yatırımların da etkisiyle belirli bir gelişmişlik düzeyine ulaşmıştır. Sanayinin milli gelir içindeki payı 2019’da yüzde 22,4 düzeyindedir. Ayrıca imalat sektörünün ihracattaki payı da yüksektir. Ancak ülkenin sanayi üretimi ağırlıklı olarak düşük ve orta düzeyde bir teknolojik temele dayanmaktadır.  

Türkiye sayısal olarak görece büyük bir proletaryaya sahiptir. Çalışan nüfusun çok büyük bir bölümü ücretlilerden oluşmaktadır. Ekonomide 2013’te 16,5, geniş tanımla 22,5 milyon; 2019’da 5,5 milyonu sanayide olmak üzere, 22,2 milyon işçi ve ayrıca sayısı 300 binle-1 milyon arasında olduğu tahmin edilen gezici tarım işçisi istihdam edilmektedir.   Ekonomik-toplumsal temelleri bakımından Türkiye’de bir proletarya devriminin-diktatörlüğünün maddi altyapısı ve unsurları yeterli düzeydedir.  Ancak işçi sınıfının bugünkü örgütlülük ve mücadele düzeyi geçmişe oranla epeyce geridir. Patronlar ve iktidar bütün baskı güçleriyle sınıfın sendikal örgütlenmesini engellemeye çalışmaktadırlar. Ancak işçi sınıfı uzun yıllardır, giderek ağırlaşan ekonomik-siyasi baskılar nedeniyle yaşadığı gerilemeye rağmen hem geçmişi hem de zaman zaman yükselen mevzi mücadelelerine bakılınca ciddi bir potansiyele sahiptir. Bu noktada sorun, işçi sınıfının varlığı-yokluğu değil, bilinç-örgütlülük-önderlik sorunudur.

Demokrasi sorunu

Türkiye’de tamamlanmamış burjuva devriminin “demokrasi” sorunu, sınıf esasına dayalı örgütlenme yasaklarıyla işçi sınıfına, siyasi muhalefete, özellikle de komünistlere ve Kürtlere yönelik ağır baskılarla geçen 30’lu ve 40’lı yılların ardından 1950’de geçilen çok partili rejim döneminde de devam etti. Cumhuriyet, kuruluşundan itibaren asker-sivil yüksek bürokrasinin siyasi hâkimiyeti altında sürdürülen Bonapartist bir rejim oldu. 1960 darbesinin ardından kabul edilen görece demokratik bir anayasa döneminde ve daha sonraki askeri darbeler döneminde de bu “demokrasinin” yetersizliği ve kolayca ortadan kaldırılabilir niteliği açıkça görüldü. Zaten bu dönem aynı zamanda siyasi olarak generaller ve çoğunluğu askerlerden oluşan Milli Güvenlik Kurulu tarafından sınırlandırılmış yarı-Bonapartist bir “kontrol rejimi” olarak yaşandı. Burjuvazi “yasal” yollarla ve siyasi cinayetlerle durduramadığı muhalif işçi, öğrenci ve halk hareketlerini askeri darbelerle durdurma yoluna gitti. Bu darbeler aynı zamanda emperyalist sistemin bir parçası olarak Türkiye finans kapitalinin ihtiyaç duyduğu ekonomik ve toplumsal düzenlemelerin yapılmasının da bir aracı oldu. Siyasi demokrasi sorunu, 12 Eylül döneminden sonra da baskının azaldığı bazı “demokratik aralıklara” rağmen günümüzde de, birkaç yıl önce İslamcılar tarafından inşa edilen ve faşistler tarafından desteklenen “yeni-Bonapartist” bir rejim altında giderek ağırlaşan biçimde varlığını sürdürmektedir.

Kısacası Türkiye’de sürekli devrimin önünde bir “demokrasi” sorunu vardır. Ancak bir proletarya devrimi bu sorunu, proletarya diktatörlüğü altında ve “işçi demokrasisini” inşa süreci içinde çözecektir. Zaten genelde “burjuva demokrasisi” içinde tanımlanan işçi sınıfına ait bazı hak ve özgürlükler (örgütlenme, genel oy, daha kısa çalışma saatleri vb.) tarihte doğrudan sınıf mücadelesiyle, barikatlarda kazanılmıştır ve bu nedenle doğrudan bir işçi demokrasisinin unsurudur.

Kırmızı Gazete Yayın Kurulu