ZAMANE DEVRİMLERİ, KARŞI DEVRİMLERİ, HALK HAREKETLERİ: NASIL BAKMALI -1

ZAMANE DEVRİMLERİ, KARŞI DEVRİMLERİ, HALK HAREKETLERİ: NASIL BAKMALI -1

Günümüzün halk hareketleri bir takım karmaşık özellikleriyle solun önemli bir bölümünün kafasını karıştırıyor.  Bunun nedeni, sadece bu hareketlerin siyasi nitelikleri, kitlelerin çelişkili bilinçleri, siyasi önderliklerinin ideolojik-politik yapıları ve sıklıkla da uluslararası “destekçilerin” sabıkaları veya emperyalistlikleri değil. Bu kafa karışıklığı,  kuşku ve bazen de düşmanlık aynı zamanda bu hareketlerin hedef aldıkları hükümetlere veya rejimlere duyulan “sempatiden” de kaynaklanıyor.

“Soğuk Savaş” döneminde işler çok daha kolaydı. Bunda dünyanın o zamanki siyasi dengelerinin de büyük payı vardı, ama asıl ölçüt toplumsal ve sınıfsaldı. Bir eylemin sınıfsal niteliği, bazen dolaylı biçimde de olsa, içinde yer alan tarafların kolayca ayırt edilmesini sağlıyordu. Elbette iktidarlar ve yandaşları için o zamanlarda da sorun iç dinamiklerden, çelişkilerden değil, “dış güçlerin” komplolarından kaynaklanırdı!  Bu “dış güçler” ise rejime göre değişirdi; Batı için “Ruslar” (komünistler), Doğu için “Amerikalılar” (emperyalistler) Yani Soğuk Savaş döneminde de hangi rejim altında yaşıyor olursa olsun hiçbir halk ekonomik, siyasi, toplumsal hak ve özgürlükleri için şöyle ağız tadıyla ve de bağımsız iradesiyle mücadele edemezdi! Zaten Rusya’da 1917 Ekim Devrimi’nin arkasında da Almanlar vardı ve Lenin de bir Alman ajanıydı!..

Şaka bir yana, günümüzde durum çok daha vahim. Doğu Bloğunun kendi Stalinist bürokrasileri eliyle tasfiye edilmesi, yerlerine eski ve yeni karışımı yönetici-yağmacı gruplar eliyle burjuva diktatörlüklerin kurulması, üstelik bu “geçişin” bazı ülkelerde yozlaşmış bürokrasilere karşı demokrasi ve bağımsızlık talep eden halk hareketleri eşliğinde yürümesi solda ciddi bir kafa karışıklığına neden oldu. Çoğu zaman “bilinmeyen sularda” yol aldığımız günümüz dünyasında nedense hâlâ “sol-sosyalist” zannedilen bazı rejimlere yönelik çoğu zaman demokrasi, ekonomik-siyasal hak ve özgürlük ve de insanca yaşam talepleriyle ortaya çıkan halk hareketleri, ABD-Batı desteği gerekçesiyle “emperyalizmin oyunu” olmakla suçlanıyor.  Bu durum sosyalistlerin bu yeni zamanlarda özgürlük mücadelelerinin öncüsü olma fırsatını önemli ölçüde kaçırmalarına ve inisiyatifi çeşitli burjuva siyasi güçlere terk etmelerine yol açıyor.

Her şey devrim midir?

Elbette, rejim karşıtı her halk hareketi “devrim” değildir. Çünkü gerici diktatörlüklere karşı da olsalar kitlesel protestolar her zaman devrimci-demokratik bir nitelik taşımazlar. Bazen farklı karşı devrimci-gerici güçler arasında sert ve kanlı iktidar kavgaları yaşanır ve iktidarın zulmüne uğrayan halkın öfkesi, demagojik yöntemlerle bu kavgalara alet edilir. Örneğin 1990’lar Cezayir’inde kazandıkları seçimlerin iptal edilmesinin ardından,  çürümüş Bonapartist diktatörlüğe karşı ayaklanan İslamcıların kitlesel ve silahlı eylemleri hiçbir biçimde devrimci bir nitelik taşımamaktaydı; sadece “İslamcı” olmaları nedeniyle değil esas olarak son derece gerici siyasi ve toplumsal hedefleri ve de programları nedeniyle. Aynı şeyi Mısır’da Sisi darbesine karşı İhvancıların gösterdiği kitlesel direniş için de söyleyebiliriz.

Bir başka örnek Ukrayna’dır. 2014’te “Rus yanlısı” Ukrayna hükümetine karşı “AB yanlılarının” başlattığı ayaklanma, hem sadece bir hükümet değişikliğini talep etmesi, hem de başta faşistler olmak üzere burjuva-gerici önderlikleri nedeniyle devrimci bir niteliğe sahip değildi. Aynı şekilde ülkenin doğusunda kurulan çarlık armalı Rus milliyetçisi  “halk cumhuriyetleri”nin de   devrimcilikle bir ilgisi yoktu.

Başka bir örnek ise 2011’deki Kuzey Afrika- Ortadoğu Arap devrimci dalgası döneminde yaşanan Suriye’deki rejim karşıtı halk hareketidir.  Bir hanedan denetimindeki “hırsız-polis rejimi” ne dönmüş  Baas iktidarına karşı başlayan ve  çok farklı kesimleri demokrasi-özgürlük-insanca yaşam talebiyle bir araya getiren devrimci halk hareketi, devrimci-sosyalist bir sınıfsal önderliğin yokluğunda (Ki bu rejim tarafından bilinçli olarak engellenmişti) emperyalizmin, gerici bölge devletlerinin, burjuva politikacılarının ve her cinsten yerli-yabancı İslamcının dahil olduğu bir “uluslararası karşı devrim cephesinin” ellerinde çok erken bir dönemde can verdi. Bağımsız ve demokratik halk hareketinin, emperyalizmin ve silahlı İslamcıların devreye girmesiyle geri çekilmesi ve rejime karşı mücadelenin siyasi-askeri planda çoğu yabancılar tarafından organize edilip silahlandırılan İslamcı grupların denetimine geçmesi bu devrimci başlangıcın da sonu oldu.

Sadece rejime karşı olması yeterli mi?

Bütün bunlar, bir devrimin tanımının tek başına, “eylemin rejime karşı olması” üzerinden yapılamayacağını; devrimlerin kaderinin “siyasi arenada”, siyasi önderlikler tarafından tayin edileceğini gösteren örneklerdir. Tarihte pek çok devrim, eski toplumun egemen güçlerinin bir bölümünün devrime el koymaları nedeniyle sönümlenmiş veya yenilgiye uğramıştır. Ancak kitle hareketlerinin rotasından saptırılarak devrimci niteliğini kaybetmesi veya daha en başından gerici bazı özellikler taşıması, yıkılmak istenen rejimin “devrimci-ilerici” veya “meşru” olduğu anlamına gelmez.

Protesters wearing gas masks stand in a queue to collect signatures in support of alternative candidates for Belarus’ presidential election in Minsk, on May 31, 2020, amid concerns over the spread of the COVID-19 novel coronavirus. – Belarus’ presidential election is scheduled on August 9, 2020. (Photo by Sergei GAPON / AFP)

Solun geniş bir kesiminin, devrimcilikleri uzak geçmişte kalmış, çürümüş ve varlıklarını artık “serbest piyasa reformlarıyla” sürdürmeye çalışan, bu arada halklarına ve sosyalistlere de göz açtırmayan bu polis rejimlerini desteklemesi epeyce yaygın bir durumdur. Demokrasi, özgürlük ve eşitlik talep eden halk hareketlerine karşı polis devletlerine verilen desteğin en başta gelen nedenleri bu rejimlerin bir ölçüde “sosyalistliği” ve esas olarak da “emperyalizm ve Batı karşıtlığı”dır. Tabii, bir de işin içinde İslamcılar varsa (Ki, “ilerici” Arap ülkelerinin çoğunda sosyalist muhalefetin ezilmesiyle İslamcılar ön plana çıkmıştır.) bu desteğin büyük bir haklılık kazandığı düşünülür!

Bu rejimlerin bir bölümü, başlangıç dönemlerinde emperyalizmden uzaklaşırken, zaman içinde halklarından da uzaklaşıp kopmuşlardır. Buralarda bazı sosyal haklar, kazanımlar karşılığında halkın siyasi özgürlükleri kısıtlanmış, başta işçi sınıfı olmak üzere geniş emekçi kesimler ağır baskı altına alınmış, emekçilerin sendikal vb. her türlü bağımsız örgütlenmesi engellenmiştir. Liderlikleri tarafından bir çeşit “sosyalizm”  (Arap, İslam vb) olarak adlandırılan bu devlet kapitalizmine dayalı “radikal küçük burjuva diktatörlükleri” gerçekte üstü örtülü burjuva diktatörlüklerinden başka bir şey değildi. Rejimlerin sınıf karakterleri, hırsızlıklar ve yolsuzluklar içinde geçen uzun çürüme süreçleri boyunca iyice açığa çıktı. Ancak bu rejimler, yaşadıkları ağır yozlaşmalara, yeniden ürettikleri derin toplumsal eşitsizliklere rağmen solun önemli bir bölümümün gözünde malum gerekçelerle her zaman “eski halleriyle” var oldular! ABD ile aralarının açık olması yeterli sayıldı. Kimse o ülkelerin ağır baskı ve sefalet altındaki işçi sınıflarının, yoksul emekçilerinin gerçek durumunu dert etmedi. Oysa sol için bir rejimin “kabul edilebilirliğinin” birinci ölçütü, onun sınıfsal karakterini hiç akıldan çıkarmadan, emekçi sınıflara tanıdığı hak ve özgürlükler ve sosyalistlere karşı tavrı olmalıydı.

Eski Doğu Bloku: Her şey renkli bir devrimden mi ibarettir?

Kitlesel protesto eylemlerinin sıklıkla görüldüğü bir başka alan ise bazıları eski düzenden kalma bürokratların ve oligarkların egemen hale geldiği eski “Doğu Bloku”  ülkeleri oldu.  Bunların bir bölümü emperyalizmin doğrudan finanse ettiği “renkli devrimlere” maruz kaldılar. Bu durum, “ulusalcılar” tarafından bu coğrafyadaki bütün halk hareketlerinin “renkli devrimler” olarak suçlanmasına neden oldu. Buradaki temel ölçüt genellikle hareketlerin Rusya’ya ve AB’ye karşı tavırları idi! Ulusalcılarımız için Rusya’nın Putinci (neo-bonapartist) bir diktatörlük altında yaşayan ve haliyle emperyalist sistem içinde yer alan kapitalist bir devlet olmasının pek bir önemi yoktu. Önemli olan ABD-AB karşıtlığı ve büyük ölçüde kendi kafalarında kurguladıkları “jeopolitik” idi! (Bu kesime göre kapitalist Rusya adeta emperyalizme karşı direnişin bir kalesidir!)

Son günlerde kitlelerin haklı taleplerle meydanlara çıktığı Lübnan ve Belarus gibi başka ülkeler de var. Solun, çatışmaların büyümesi halinde bu ülkelerdeki gelişmelere ilişkin nasıl bir tutum alacağını hep birlikte göreceğiz. Bu tutumun büyük bir ihtimalle yine toplumsal değil, “jeopolitik” öncelikli olacağını şimdiden söyleyebiliriz! Ancak bu defa, Belarus’taki Lukaşenko rejiminin bir kısım solumuzun gözündeki bütün “övgüye layık” yönlerine rağmen siyasi açıdan bizdekine büyük ölçüde benzemesi, hatta yakın geleceğimize “yol göstermesi” nedeniyle daha temkinli, mesafeli bir yaklaşım beklenebilir. Tabii, yine de çatışmanın büyüyüp sorunun iyice uluslararası nitelik kazanması durumunda geleneksel milliyetçi, “antiemperyalist” ve jeopolitikçi tutumun yeniden ortaya çıkması sürpriz olmaz.

Bu tutum, solun gerçekte hiç de devrimci olmayan (ama öyle zannedilen!) “ulusalcı” ve “antiemperyalist”  endişelerinin kurbanı olmasına ve halklarını ezen çürümüş  burjuva  diktatörlüklerinin peşi sıra  tarih sahnesini terk etmesine bile neden olabilir.  Oysa bizler solcu “diplomatlar” değil devrimci sosyalistleriz…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında