12 EYLÜL’E DOĞRU

12 EYLÜL’E DOĞRU

12 Eylül Askeri Darbesi, bulutsuz gökyüzünde aniden çakan bir şimşek değildi. Ayrıca yaşanan ağır krizin çözümü için Türkiye finans kapitalinin siyasi olarak bir askeri darbeyi desteklemesi yaşanan krizin, sadece sermayenin ekonomik sorunlarıyla sınırlı olmadığını göstermekteydi. 1970’lerin ortasında patlak veren dünya ekonomik krizinin de etkisiyle 1977’de Türkiye, egemen sermaye birikim tarzının derinleşen çelişki ve çıkmazlarından kaynaklanan büyük bir krize girmişti. Kriz, kendi ekonomik temellerinin ötesinde, pek çok tarihsel, siyasi, toplumsal dinamik ve çelişkinin kesiştiği, sınıf ilişkilerinin giderek uzlaşmaz bir hal aldığı bir ortamda çok yönlü ve patlayıcı bir nitelik kazanmıştı.

Öncesi

Demirel hükümeti tarafından 24 Ocak 1980’de ilan edilen ünlü ekonomik kararlardan önce çok önemli bir başka gelişme yaşandı, TSK 2 Ocak’ta Cumhurbaşkanı’na verdiği bir muhtırayla hükümeti ve siyasi partileri “uyardı:” Muhtırada “Anayasamızın getirdiği geniş hürriyetleri kötüye kullanarak İstiklal Marşımız yerine Komünist Enternasyonali söyleyenlere, şeriat düzeni davetçilerine, demokratik rejim yerine her türlü faşizmi getirmek isteyenlere, anarşi, terör ve bölücülüğe milletimizin tahammülü kalmadığı” belirtilerek “Türk Silahlı Kuvvetleri, ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek… devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir:” denilmekteydi. Yani TSK, gidişata ilişkin tavrını, 24 Ocak’tan 22 gün önce “aba altından sopa gösteren” siyasi bir metinle ortaya koymuştu.

Gelişmeler

22 Ocak’ta İzmir Tariş’te başlayan olaylar, yer yer silahlı çatışmalar biçiminde şehrin bütün işçi mahallelerine hızla yayılarak günlerce sürdü. 24 Ocak’ta ise Türkiye’nin ekonomik geleceğinin yönünü işaret eden o meşhur “ekonomik önlemler paketi” açıklandı.  Paketin arkasında Başbakan Demirel tarafından ekonominin yönetimine getirilen eski Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS) Başkanı Turgut Özal vardı. Yeni ekonomik önlemleri gören CHP Genel Başkanı Ecevit’in teşhisi, “bu paketin parlamenter demokrasiyle birlikte yürütülmesinin mümkün olmadığı” yönündeydi. Bu aynı zamanda sorunun ileri derecede “politik” olduğunun da ifadesiydi.  

Nitekim öyle de oldu. Ekonomik pakette yer alan ve doğrudan büyük sermaye yararını gözeten önlemlerin yol açtığı tartışmalar, Parlamento’nun ve siyasi partilerin kapatıldığı 12 Eylül darbesine kadar sürdü. Tabii, çoğu faşist saldırılardan kaynaklanan, bazıları çok büyük çaplı kanlı olaylar, Kontrgerilla provokasyonları ve bazıları toplumca tanınan kişilere yönelik siyasi suikastlar eşliğinde! İşin başına iktidar partisinden bir politikacının değil de Türkiye finans kapitalinin mutemet adamı Özal’ın getirilmesi paketin sınıfsal niteliği ve amaçları açısından hiçbir kuşkuya yer bırakmıyordu.

Krizin siyasal-toplumsal boyutları, dönemin işçi eylemlerinin, örneğin altı ay süren ve askeri cunta tarafından bitirilen MESS Grevi gibi eylemlerin, ekonomik-sendikal yönlerinin ötesinde siyasi bir nitelik kazanmasına yol açmaktaydı. Bu durum dönemin koşullarında, çok yakın geleceğe dönük ciddi tehlikelere işaret etmekteydi. Sadece Genelkurmay Başkanı Evren’in medya önündeki konuşmaları bile artık çok yaklaşmış olan tehlikenin büyüklüğünü anlamaya yeterdi. Örneğin Evren, darbeden 12 gün önce yayımladığı 30 Ağustos mesajında,  “Yurtta doğmasını düşledikleri kargaşayla demokratik düzenin ve ülke bütünlüğünün yok edilmesini amaçlayan anarşinin idrakten yoksun vatan haini yaratıcıları layık oldukları cezayı bulacaklardır. Tarihimizde bir zamanlar türemeye yeltenen benzerleri gibi, Silahlı Kuvvetler’in yumruğu altında ezilerek akıttıkları kardeş kanlarının günahları içinde boğulup gidecekler…” diyordu.

İşçi sınıfı engeli

Bu, ekonomik boyutuyla yapısal bir krizdi; ve 60’lı yıllarda uygulamaya konan ithal ikameci ekonomi politikasının iç ve dış çelişkilerinin bir ürünüydü. Böyle bir krizden çıkış büyük değişimleri, özellikle de emeğin “disiplin” altına alınmasını gerekli kılmaktaydı. Burjuvazi açısından zorunlu hale gelmiş değişimin önündeki en büyük engel, işçi sınıfı hareketinin 60’lı ve 70’li yıllar boyunca elde ettiği ekonomik, sosyal, yasal ve örgütsel kazanımlardı. Ancak engeller bunlarla da sınırlı değildi. Bu zaman zarfında birçok grev, işgal ve direniş gerçekleştiren, siyasal eylemlere katılan ve şu veya bu ölçüde sol-sosyalist hareketlerden etkilenen işçi sınıfı, tüm zaaf ve eksikliklerine rağmen geçmişle kıyaslanamayacak bir toplumsal güç ve bilinç de kazanmıştı. Sermaye ve devlet açısından bütün bunlar, yeni bir döneme geçilebilmesi için aşılması zorunlu engellerdi. Krizin büyük sermaye yararına aşılabilmesinin, işçi sınıfının “disipline edilmesinin”, çalışma koşullarının pek çok açıdan yeniden düzenlenmesinin ve kaynakların yeniden dağıtılabilmesinin başka yolu yoktu.   Mücadeleler yoluyla kazanılan görece yüksek ücretler, işçilerin özellikle büyük işletmelerde elde ettikleri haklar, kıdem tazminatları ve iş güvenliği konusundaki gelişmeler ve daha pek çok kazanım, böyle bir kriz döneminde sermaye açısından taşınamaz birer yükten başka bir şey değildi. Bu kazanımların görece yüksekliğinin ve işçi sınıfı hareketinin militanlığının yabancı sermaye üzerindeki caydırıcı etkileri de krizin derinleşmesine yol açan nedenlerden biriydi. Söz konusu kazanımlar aynı zamanda yerli sermayenin dış piyasalardaki rekabet gücünü, düşük teknoloji ve yüksek ücretler gibi nedenlerle kısıtlamaktaydı. Oysa kriz koşullarında dünya çapında gündemde olan yeni bir sermaye birikim tarzının inşası ve yeni bir uluslararası iş bölümü ikliminde Türkiye finans kapitalinin bütün bu engellerden kurtularak bu sürece dahil olması ve uluslararası finans kapitalle çok daha ileri düzeyde bütünleşmesi gerekmekteydi.

Dış güçler, “sizin çocuklar” ve milli endişeler!

İşin elbette bir de “dış” boyutu vardı.  Soğuk Savaş döneminin yol açtığı uluslararası-bölgesel koşullar, büyük çaplı bir krize giren dünya ekonomisinin durumu, emperyalizm ve NATO’nun rolü ve hedefleri,  Türkiye’nin emperyalist sistemin ileri karakolu olarak “zayıf halka” konumuna gelmesiyle ilgili jeopolitik endişeler, darbenin “Hür Dünya” yani emperyalist kamp tarafından desteklenmesini sağladı. Kuvvetle muhtemeldir ki, darbenin yolunun açılması ve gerçekleştirilmesiyle ilgili operasyonlarda burjuva devleti, istihbarat ve özel harp birimleri ve TSK’nin yakın yabancı dostlarının (NATO, CIA, Gladyo vb.) parmağı vardı. Darbenin Washington’a “Sizin çocuklar işi yaptı!” sözleriyle bildirilmesinin elbette bir sebebi hikmeti olmalıydı!

Sözünü ettiğimiz bütün bu koşullarla birlikte, tüm bu süreç boyunca yaşananların, işçi sınıfının örgütlü gücünün ve eylemlerinin, Türk ve Kürt solunun o dönemdeki konumunun ve eylem kapasitesinin büyük burjuvazinin zihninde ve ruhunda neden olduğu derin korku ve endişeler ve elbette siyasetçilerin çapsızlığı da hesaba katıldığında yaşanmakta olan krizin Türkiye’de bir askeri darbeyle sonuçlanması son derece anlaşılır bir durumdu.

12 Eylül kaçınılmaz bir kader miydi?

Türkiye solu ve işçi sınıfı hareketinin sendikal temsilcileri bu 40 yıllık zaman dilimi boyunca 12 Eylül’ü adeta bir “kader” olarak değerlendirdiler. Suçlu ve sorumlu her zaman olduğu gibi “düşman” idi. Yani kimse sermayeyi bir askeri darbeye yönelten nesnel koşulların, toplumsal gelişmelerin, güç dengelerinin, korku ve endişelerin neden sol-sosyalist hareket ve örgütlü işçi sınıfı tarafından değerlendirilemediğinin hesabını ortaya koymadı. Bu şüphesiz derin ve anlamlı bir özeleştiriyi gerektiriyordu ki, bu da bilinen nedenlerden dolayı mümkün değildi!

12 Eylül darbesi de bütün darbeler gibi engellenebilir bir siyasi olguydu. “Demokratik” burjuva partilerinin ihanetleri ve kaçınılmaz günahları kendi boyunlarına! Biz dönüp kendimize bakalım. Evet, bu darbe önlenebilirdi, ancak bunun için öncelikle gerçekleri görebilme ve gördüklerinden doğru sonuçlar çıkarma yeteneği, doğru bir teorik ve politik kavrayış gücü, sınıf mücadelesini temel alan bir eylem programı gerekiyordu.  Bütün bunların pratiğe dökülmesi ise işçi sınıfının birliğini ve ortak mücadelesini esas alan bir birleşik emek cephesinin, kitle öz örgütlenmelerinin, burjuvazinin her türlü saldırısını püskürtecek öz savunma organlarının inşa edilmesine bağlıydı. Emek örgütlerinin ve devrimcilerin askeri bir darbeye karşı koymasının ve en önemlisi darbeyi durdurabilecek “siyasi bir genel grevin”  örgütlenebilmesinin başka bir yolu yoktu. Bunların hiçbiri olmadı. Bazı devrimci grupların küçük çaplı, yerel ve kahramanca direnişleri dışında, işçi sınıfı önderlikleri ve sol hiçbir kitlesel direniş gösteremeden askeri darbeye boyun eğdi. Oysa (sonradan öğrenildiği üzere) darbeciler hazırlıklarını, en azından İstanbul’da DİSK’in yirmi bin kişiyle direnebileceği ihtimaline göre yapmışlardı.  Yenilginin biçiminin ve yol açtığı moral bozukluğunun sonraki dönemleri de etkilemesi kaçınılmazdı; nitekim öyle de oldu.

Bu tür mücadelelerin kazanılması,  yukarıda saydığımız niteliklere sahip devrimci önderliklerin varlığına bağlıdır. Elbette başarının bir garantisi yoktur, ancak yine de güçlü bir devrimci ihtimal söz konusudur. Böyle bir önderliğin varlığında yenilgiler bile ağır yıkımlarla sonuçlanmayabilir. Ancak kendisini tarihsel sürecin “tek değişkeni” ve öznesi zanneden ve tarihsel hedefine ulaşana kadar kendi dışındaki her şeyin sabit kalacağına inanan “apolitik” bir bakış açısının ve göstere göstere gelen bir darbeyi göremeyecek derecede körleşmiş, dar kafalı önderliklerin hiçbir başarı şansları yoktur.

40 yıl sonra bugün o zamanın büyük sol gruplarının yönetici konumundaki mensuplarından kime sorsanız size darbenin geldiğini gördüklerini söyleyecektir. Görüp de kendilerine sakladılarsa onu bilemeyiz! Ancak bildiğimiz şudur: Böyle bir şeyi veya çok açık bir ihtimali bilip de yüksek sesle ve adıyla sanıyla ilan etmemek, emekçileri uyarmamak ve de kitlelere yönelik somut bir mücadele çağrısı yapmamak devrimci ve politik bir tutum değildir. Burjuvazinin kötü niyetleri ve faşizmin melanetleri üzerine edilmiş harcıâlem laflardan söz etmiyoruz. Kastımız, açık çağrılar, adı konmuş uyarılar, somut eylem programları ve mücadele taktikleridir.  Kâğıda dökülmüş tek bir açık çağrı, uyarı bile önemlidir; eğer varsa 40 yıl sonra da olsa öğrenmekten sevinç duyarız.

Bizim hatırladığımız,  emekçi kitlelere yönelik tek gerçek uyarı ve örgütlü-programlı mücadele çağrısı, darbeden yedi ay önce, bir avuç Devrimci Marksist’in çıkardığı İŞÇİ CEPHESİ dergisinde yayımlanmış ve bedeli de ödenmiştir…

Burada yayımlıyoruz.