Saray Tipi Antiemperyalizm Ve Yeni Bir “Yetmez Ama Evet” Tehlikesi!

Saray Tipi Antiemperyalizm Ve Yeni Bir “Yetmez Ama Evet” Tehlikesi!

İktidarın söylemindeki “yerlilik-millilik” ve “bağımsızlık” vurgusu giderek “antiemperyalist”  haller alıyor. “Saray tipi bir antiemperyalizm” doğuyor!  Bu aslında Gezi’den bu yana dozunu giderek artıran bir söylem. RTE Ankara-Niğde Otoyolu açılışında yaptığı konuşmada işi şaşmaz biçimde yine aynı yere getiriverdi. Cumhurbaşkanı’nı konuşmasında,  Türkiye’nin boynundaki siyasi boyundurukları kırıp attıklarını, ayağındaki ekonomik prangaları parçalayıp bir kenara fırlattıklarını; kimsenin parmak sallayarak konuşamayacağı, kimsenin had bildirmeye teşebbüs edemeyeceği; kimsenin üzerinde pervasızca operasyonlar yürütemeyeceği her alanda başı dik bir Türkiye kurduklarını anlattı. Tabii, Doğu Akdeniz meselesi bağlamında emperyalist ve de eski sömürgeci Fransa’ya, yeri geldiğinde diğer emperyalist ve sömürgeci güçlere karşı verilen mücadele de cabası. Daha ne yapsın? İşte rüyalarımızın Türkiyesi!

Büyüyen çelişkiler, yeni arayışlar

Bütün bunlar bize tarihsel planda inandırıcı gelmese de, gülüp geçmemiz mümkün değil. Çünkü hikâyenin kendi içinde bir mantığı, çarpıtılmış doğruları ve hesaplanmış bir amacı var. Bunlar elbette bazı maddi-tarihsel gerçekliklere dayanıyor.  Ancak “manevi” bir yönü de var: RTE’nin anlattıkları, kendi kitlesine gaz vermenin ötesinde karşıtlarını da “baştan çıkarmaya”, en azından pasifize etmeye,  olmazsa korkutmaya yönelik.

Anlatılanların maddi gerçekliğe dayalı yönü şu: Dünya çapındaki bir ekonomik bunalımın şiddetlendirdiği rekabet koşullarında, pazarların, kaynakların ve hatta toprakların yeniden paylaşımı için verilen doğrudan veya dolaylı mücadeleler, sistemin hiyerarşisi içinde daha aşağılarda yer alan, ancak gücü kuvveti itibariyle daha fazlasını hak ettiğini düşünen bir dizi ülkenin egemen sınıflarını ve devletlerini ekonomik ve siyasi olarak daha iyi ve avantajlı konumlar aramaya itiyor. Bu sadece bir “yükseliş” değil, aynı zamanda bir “ayakta kalma” mücadelesi.  Türkiye de bu ülkelerden biri.

Bu arayışlar, pek çok ülkeyi etkileyen bir bunalımın yol açtığı koşullarda uluslararası rekabetin daha da sertleşmesini ve “kurulu düzen”le şu veya bu ölçüde bir çatışmayı, bir altüst oluşu zorunlu kılıyor. Bu durum, zorlanan güç dengelerine paralel olarak ülkeler arasında ciddi gerilimlere neden oluyor. Sorun elbette dış ilişki ve çelişkilerle sınırlı değil. Kriz ekonomik, politik ve sosyal alanlarda bir dizi iç dinamiği ve çelişkiyi de harekete geçiriyor. Zaten ülkelerin, dünya sisteminin hiyerarşik yapısı içinde konum değiştirme çabalarının temelinde giderek şiddetlenip çözümsüz hale gelen iç çelişkiler yatıyor. Yayılmacılığın ve savaş politikalarının ön plana çıkması da, egemen sınıfların giderek uzlaşmaz bir karakter kazanan bu çelişkilere çözüm arayışlarıyla ilgili bir durum.  Türkiye’de dış politikanın iç politikayla görülmemiş ölçüde iç içe geçmesini sıklıkla vurgulamamızın nedeni bu.

Türkiye, geldiği noktada, bölge hegemonyasına yönelik “yumuşak güç”  politikalarının iflasının ardından yöneldiği askeri-çatışmacı politikaların sonuçlarını yaşıyor.  Rejim,  ağırlaşan krizin, yeteneksizliğinin ve cehaletinin etkisiyle daha da belirgin hale gelen ekonomik ve siyasi güç kaybını, çok büyük bir mali yük pahasına, devletin bölgesel plandaki askeri üstünlüğü ile telafi etmeye çalışıyor.

Demagojik bir söylem, yürek paralayan bir mağduriyet ve emperyalizm!

Bütün bu maddi çabalar, sadece politik değil, ideolojik planda de meşruiyet sağlamayı ve kitleleri yönlendirmeyi amaçlayan demagojik ve hesaplı bir söylemi gerekli kılıyor.  Bu, bütün böbürlenmelere ve sözlü veya fiili güç gösterilerine rağmen bir “milli mağduriyet” söylemi! Elbette sadece bizimkilere has değil; dünyanın her yerinde saldırgan, yayılmacı, fetihçi politikalar, yürek paralayan bir “mağduriyet” gerekçesi eşliğinde yürütülür! Her defasında dış düşmanlar, ülkenin refah ve bağımsızlığına kastetmiş şer odakları, gasp edilmiş haklar ve tarihsel haksızlıklar vardır. Milliyetçiliğin mutlak anlamda egemen ideoloji olarak hüküm sürdüğü, üstelik de korkuya kapılmış toplumlarda (Arada çok yakın bir ilişki vardır.) bu “malların” çok sayıda alıcısı çıkar! Özellikle azgelişmiş, bağımlı kapitalist ülkelerde bu “mağduriyette” hemen her defasında “emperyalizmin” birinci dereceden parmağı vardır. Ülkenin emperyalist sistemin ayrılmaz bir parçası olması, malum ittifaklar,  normal şartlarda emperyalizme ekonomik ve diplomatik bağımlılık egemen sınıflar ve iktidarlar açısından hiçbir sorun teşkil etmese de (aksine, bir kazançtır!) emperyalizmin varlığı ve kötülükleri, kitlelerin “dış düşmanlar” gerekçesiyle korkutulmasında ve rejimlerin çevresinde kenetlenmelerinin sağlanmasında garantili bir araçtır. Burada sözünü ettiğimiz, kapitalizmin tasfiye edildiği, üretim ve mülkiyet ilişkilerinin devrimci yöntemlerle değiştirilip emperyalist sistemden bu temelde bağımsızlaşmış ülkelerdeki rejimler değil, sağcı veya “solcu” burjuva diktatörlükleridir.

Bir çeşit antiemperyalizm!

Yaygın ve özellikle kışkırtılmış milliyetçilik, yukarıda tanımladığımız türden bir “antiemperyalizmin” etkili olmasını sağlamaktadır. Bu gerçek anlamda kapitalizm karşıtı bir antiemperyalizm değildir. Esas olarak “yabancılara, kâfirlere, Batılılara” ve elbette onların arkasındaki (çoğunlukla) “Yahudilere” düşmanlığa ve onların içerideki işbirlikçilerine, vatan hainlerine, gayrı milli unsurlara, etnik ve dini azınlıklara, her daim ortalığı karıştıran komünistlere yönelik şoven bir saldırganlığa dayanır. Bu tür “antiemperyalizmin” milliyetçi sol versiyonları ise, geçmişte “küçük burjuva radikalizmi” olarak da tanımlanan, ancak bugün çoktan çürüyüp gitmiş, büyük ölçüde rejimin elitlerinin hırsızlıklarını örten türde bir devlet kapitalizmine dayanırlar.  Bunlar gerçekte birer burjuva diktatörlüğüdür ve emperyalizmin varlığını, kitleler üzerinde bir ideolojik manipülasyon ve meşruiyet aracı olarak kullanırlar. Aynı yöntem daha geç dönemde farklı biçimlerde ortaya çıkan ve yine aynı hızla çürüyen rejimlerde de (Venezuela örneği) geçerlidir. Buralarda “antiemperyalizm” rejimin kötülüklerini, hırsızlık ve yolsuzluklarını örten bir maskedir. Asıl amacı bütün ekonomik yapıyı ve kaynakları kontrol eden kişilerin, grupların veya hanedanların egemenliğine dayalı rejimlerin bir ölçüde izole edilerek korunmasıdır.

Neredeyse danışıklı dövüş!

Türkiye’ye gelince, kimilerinin zannettiği gibi sadece bize has bir durumla karşı karşıya değiliz. Saray rejimi hem nitelikleri, hem de söylemleri bakımından,  dünyayı giderek saran bir “Bonapartizm” türünün (Ki, biz buna “Yeni Bonapartizm” adını veriyoruz.) “yerli ve milli” bir örneği. Bunlar gerçekte pek öyle “sağı-solu olmayan” rejimler. Menşei her ne olursa olsun, pek çoğu, sadece aynı yöntemleri değil, aynı söylemleri de kullanıyor. Üstelik birbirleriyle ilginç bir dayanışma, kollama ilişkisi içindeler. Bu noktada çok farklı temellere sahip olduğu düşünülen İran, Venezuela, Belarus, Rusya vb. ülkelerdeki rejimlerin, “emperyalizme karşı” enteresan bir yakınlık içinde olmaları dikkat çekiyor. (Filipinler’den Macaristan’a diğer benzer rejimlerde de aynı Batı karşıtı, “bağımsızlıkçı” dil hâkim)

Bir diğer husus bu rejimlerin nitelik ve uygulamalarının, örneğin birer baskı rejimi olmaları ve hileli seçim yöntemleri gibi ortak özelliklerinin, Batı müdahalesinin gerekçesine dönüşmesine karşı rejimlerin “bağımsızlık” kisvesi altında bu baskı rejimlerini ve hileli seçimleri “emperyalizme karşı mücadelenin birer aracı olarak pazarlayabilmeleri. Yani epey kafa karıştırıcı bir durum söz konusu; sonuçları bilinmese “danışıklı dövüş” bile denilebilir.

Gezi, emperyalist bir komplo muydu?

Bütün bunlar solda ciddi kafa karışıklıklarına yol açabiliyor. Bir tarafta emperyalizmin büyük güçleri, Batılılar, NATO vb. öte yanda azgelişmiş, hatta “geri bıraktırılmış(!)” mazlumlar; hatta Rusya gibi emperyalist bir güce dönüşme çabasındaki bir ülke! (Emperyalist bir güç olarak hegemonya savaşına girişmiş Çin’i saymıyorum bile!) Bu durumda solun önemli kesimi kendi ülkesinde “faşizm” adını verdiği işleri yapan bu rejimleri emperyalizmle mücadele adına mazur görüp destekleyebiliyor. Tabii, bunda “olayın” yabancı bir ülkede cereyan etmesinin rahatlığı da var. Yoksa bu kadar baskının kendi ülkemizde yaşanması halinde rejime karşı aynı anlayışı göstermemiz veya ona aynı desteği vermemiz mümkün değil. (Nitekim öyle de oluyor ve bu nedenle bizdekine “faşizm” deniyor!) Örneğin bu kesim, malum ülkelerden birinde yaşanması halinde “emperyalizmin oyunu” veya “renkli devrim” olarak lanetleyeceği Gezi’yi, haklı olarak son derece meşru bir başkaldırı sayıyor; hem de iktidarın bu başkaldırıyı tamamen emperyalizmin, Batılıların, “faiz lobisinin” ve “Soros’un” meşru bir iktidarı devirmek amacıyla düzenlediği bir darbe girişimi olarak göstermeye çalışmasına rağmen!

“Milli çıkarlar” mı, emeğin kurtuluşu mu?

Bu tür “arızalı” rejimlerin nitelikleri elbette hiçbir emperyalist müdahaleye haklılık kazandırmaz. Ancak bu, kendi büyük burjuvazisini sistemin hiyerarşisi içinde daha üst bir sıraya taşımaya çalışırken veya kurduğu baskı düzenini ayakta tutmaya çalışırken emperyalist devletlerle sürtüşmeye giren, “emperyalizmin emperyalistliğini” ancak işine geldiğinde hatırlayan rejimlere destek vereceğimiz anlamına da gelmez. Mücadelemizin amacı egemen sınıfların çıkarlarından başka bir şeyi ifade etmeyen “milli çıkarları” savunmak değil, emeğin toplumsal kurtuluşu yolunda emekçi sınıfların çıkarlarının savunulmasıdır. Emperyalizme karşı savaş emekçiler için kapitalizme karşı savaştan başka bir anlam taşımaz. Emperyalist bir müdahaleye karşı mücadelenin amacı yerli egemenlerin, hanedanların saltanatının ihyası veya güçlendirilmesi değil, emekçilerin çıkarlarının savunulması ve yerli-yabancı tüm kapitalistlerin ülke emekçileri üzerindeki tahakkümüne son verilmesidir.

Bütün bunlar okuyucuya birer  “laf” olarak gelebilir. Ancak yakın tarih, yabancı güçlerce işgal edilmiş ülkelerde silahlı emekçilerin canları pahasına kazandıkları zaferlerin, kurtuluştan sonra “milli uzlaşma”, “yurtseverlik” veya sosyalizmden önceki bilmem hangi “aşama” adına eski egemen sınıfların eline teslim edilmesinin örnekleriyle doludur. (İkinci Emperyalist Savaş sonrası, İtalya, Fransa, Yunanistan…)

Bir kâbus ihtimali!

Bütün bunları, bazı “uç” örnekleri kullanarak Türkiye’ye ilişkin endişelerim nedeniyle yazıyorum. Burjuva muhalefetini ve (gönüllü) sosyal şovenleri “dış düşmanlar” ve “milli çıkarlar” adına burnundan tutup istediği yerlere taşıyabileceğinin farkında olan rejimin işi daha da öteye götürmesi durumunda solun daha geniş ve radikal kesimlerini bile baştan çıkarma ihtimali insanı haliyle korkutuyor. Saray’ın “emperyalizme” ve “sömürgeciliğe” karşı mücadelesi halihazırda kendi yayılmacı-sömürgeci amaçlarını örtmeye matuf bir “gölge boksu” ve şoven milliyetçi-dinci sahtekârlık biçiminde yürüse de, “Yok ya, o kadar da olmaz, yapamazlar!” rahatlığı içinde olamayız. Yarın öbür gün devletler arasında doğrudan bir çatışmaya dönüşmesi veya durumun aşırı ölçüde gerilmesi halinde, solun çok daha geniş bir kesimi açısından (daha da ağır bir devlet baskısının da etkisiyle) acı ve utanç verici sonuçlara yol açabilir. Malum, işin içine emperyalizm girdi mi kimin neyi destekleyeceği, nerelere savrulacağı hiç belli olmaz; özellikle de emperyalizmi “devletlerarası-jeopolitik” bir sorun olarak görenler çoğunluğu oluşturuyorsa.  Ayrıca bu “antiemperyalist” mücadeleye dış çatışmanın ve ağırlaşan ekonomik krizin etkisiyle bir de bazı “millileştirmeler” falan eklenirse yandığımızın resmidir! Düşünsenize, malum nedenlerle devletin el koyduğu bir takım yerli-yabancı özel şirketler başlarına bir takım yakınlar da konularak Varlık Fonu’na devrediliyor! Sonra da Türkiye solu “karşı mı çıkılmalı” yoksa “yetmez ama evet mi denilmeli” tartışmasına giriyor! Kâbus gibi!

Saray tipi antiemperyalizm konusunda dikkatli olmak gerekiyor…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında