“YEREL BİR OLAY” OLARAK TEK ÜLKEDE SOSYALİZM VE “ESKİ REZİLANE İŞLERİN TEKRARI”-2

“YEREL BİR OLAY” OLARAK TEK ÜLKEDE SOSYALİZM VE “ESKİ REZİLANE İŞLERİN TEKRARI”-2

TEK ÜLKEDE SOSYALİZMİN ZAFERİ!

Stalin’in ve temsil ettiği idari gücün “fikirlerinin” Marksist bilimsel düşünce açısından bir kıymeti harbiyesi yoktu, ancak yine de sonunda Stalin ve Rus bürokrasisi kazandı. Gelecekte SSCB’nin yıkımına yol açacak olan bu uğursuz başarı elbette boşlukta oluşmadı. Zaten güçlü maddi-toplumsal temelleri olmasaydı bu çizginin, Rusya’nın içinde bulunduğu çok güç koşullara rağmen devrimci Marksizme, Leninizme ve Ekim Devrimi’ne karşı bir başarı kazanması mümkün değildi.

Neden..?

Troçki’nin tanımıyla, bütün “büyük sorunlar karşısında bir dizi çelişkili zigzagdan” oluşan bir politik çizgiye sahip, öngörü yeteneğinden yoksun, “kendisini birçok kez bunaltmış gelişmelerin kaçınılmaz sonuçlarını hiçbir zaman görememiş” ve tutarsızlık içinde “sürekli çark etmiş ve bunların teorisini iş işten geçtikten sonra üreterek, salt idari reflekslerle davranmış”  bir hizbin, çok daha öngörülü ve yetenekli kadrolardan oluşan “Sol Muhalefet” karşısındaki başarısının nedenleri çokça tartışılmıştır. Troçki, bu konuda şunları söyler: “Bu iddia, öngörüde en yeteneksiz parti hizbinin kendisinden daha basiretli bir grubu yenilgiden yenilgiye uğratarak ona karşı sürekli zaferler kazanması gibi basit bir olguyla çelişirmiş gibi bir izlenim uyandırabilir. Akla kendiliğinden gelen böyle bir itiraz, ancak ussal düşünceyi politikaya uygulayan ve politikayı mantıksal bir tartışma veya bir satranç partisi olarak gören bir kişi için inandırıcı olabilir. Oysa politika bir çıkarlar ve güçler mücadelesidir, us yürütme mücadelesi değil. Önderliklerin nitelikleri, çatışmaların selameti açısından hiç önemsiz olmamakla birlikte ne tek, ne de son tahlilde tayin edici etmendir. Üstelik çatışan tarafların her biri, kendine uygun önderleri ortaya çıkartır.” (“İhanete Uğrayan Devrim”)

Gerçekten de öyle olmuş ve karşıdevrimci bürokrasi Stalin’in şahsında kendine en uygun lideri bulmuştur. Stalin hizbinin başarısının Lenin’in ve diğer Bolşevik önderlerin bir dizi hatasına ve özellikle de “demokrasi” konusundaki uygulamalarına bağlanması yaygın bir eleştiri türüdür. Evet “demokrasiyi” her kapıyı açabilen bir anahtar kavrama veya  “metafizik” bir olguya, ideale dönüştürdüğümüzde, sadece Stalinizm değil, Ekim Devrimi’nin kendisi de tarihsel olarak affedilemez, “antidemokratik” bir suça dönüşebilir! Ancak bize göre, “demokrasi” (Tabii, bizim için bir işçi demokrasisi) sorunu,  Rus Devrimi bağlamında, bir soyutlama olarak değil, kendi maddi-somut koşulları içinde, yani  “günü gününe” yaşanmış gerçek bir süreç olarak ele alınmalıdır. Böylece konuya “ahlaki” ve “saf ilkesel” temelde değil, öncelikle olması gerektiği üzere somut-maddi ve devrimci-politik temelde yaklaşma imkânı doğacaktır. Kısacası derdimiz, “demokrasi”  sorununu önemsizleştirmek değil, gerçek yerine oturtmaktır.

Devrimci Marksizme göre, “Ekim Devrimi’nin proleter doğası, ülkedeki belirli bir güçler ilişkisinin ve dünya konjonktürünün bir sonucuydu. Ama Rusya’daki sınıflar bizzat geri bir kapitalizmin ve çarlık barbarlığının bağrında oluşmuşlardı ve hiç de sosyalist devrimin isteklerini karşılamak üzere çağrılmamışlardı. Tam tersine, işte tam da bu nedenle, yani birçok yönden hâlâ geriliğini koruyan Rus proletaryasının, birkaç ay içinde yarı feodal bir monarşiden sosyalist diktatörlüğe tarihte eşi bulunmayan bir sıçrama yapmış olması nedeniyle gericilik bu proletaryanın saflarında kendi haklarını kaçınılmaz olarak dayatabilme imkânını elde edebilmiştir. Bu gericilik daha sonra gelişen çatışmalarda sürekli büyümüştür. Dış koşullar onun serpilip gelişmesine bereketli bir zemin sunmuştur. [Rusya’ya yönelik yabancı askeri saldırılar ve işgaller. y.n] Devrim Batı’dan hiçbir zaman doğrudan destek alamadı. Beklenen refahın yerine ülke uzun bir süre, yerleşen sefalete tanık oldu. İşçi sınıfının en parlak temsilcileri ya iç savaşta öldüler, ya da bir miktar daha yükselerek kitlelerden kopuverdiler. İşte böylelikle, çok büyük güçler, umutlar, düşler dönemi yerini uzun bir yorgunluk, çöküntü ve devrimin sonuçlarına duyulan bir düş kırıklığı dönemine terk etti. ‘Halkçı gururun’ geri çekilmesinin ardından bir ikbal avcılığı ve korkaklık seli etrafı kapladı.

Beş milyon kişilik Kızıl Ordu’nun terhis edilmesi bürokrasinin oluşumunda hissedilir bir rol oynayacaktı. Muzaffer komutanlar yerel Sovyetlerde, ekonomide, okullarda kilit mevkilere gelirken, aynı zamanda ısrarla toplumun her alanına kendilerine iç savaşı kazandırmış olan rejimi taşıdılar. Böylelikle yavaş yavaş kitleler her yerde iktidara fiilen katılım imkânlarından uzaklaştırıldı…” (Troçki. “İhanete Uğrayan Devrim”)

Elbette işçi sınıfının bağrında oluşan bu “gericilik olgusunun” toplumsal planda bir takım ciddi sonuçları oldu. Bu durum zorunlu olarak başvurulan NEP (yeni ekonomi politikası) ile birlikte “yeni bir yaşama özendirilen ve giderek cesurlaşan” kent ve kır küçük burjuvazisinde bir özgüven artışına yol açtı. Aynı özgüven artışı (Lenin tarafından da vurgulandığı üzere) varlığı ve hizmetleri zorunlu olarak kabullenilen eski çarlık bürokrasisinin kültürel etkisi altına girmiş olan genç komünist bürokraside de görüldü. Bunlar kendilerini “sınıflar arasındaki bir hakem” olarak hissetmeye ve bir tabaka olarak “özerkleşmeye” başladılar.

Aynı şekilde uluslararası durum da Ekim Devrimi’nin beklentilerine karşıt bir yöne girmişti. Önce geri çekilen devrimci dalga, daha sonra 1923’te Bulgar ayaklanmasının yenilgisi, Alman işçi sınıfının “zafersiz” geri çekilmesi, 1924’te Estonya’daki başkaldırının başarısızlığı, 1926 İngiltere genel grevinin “haince tasfiyesi”, Polonyalı komünistlerin General Pilsutsky karşısında “tiksinti uyandırıcı” boyun eğişleri, 1927 Çin Devrimi’nin korkunç yenilgisi, sonra Almanya ve Avusturya’da meydana gelen ağır yenilgiler Sovyet kitlelerinin dünya devrimine güvenini yıktı. Kitlelerin güven kaybı, bürokrasi için güven artışı anlamına geliyordu. Troçki, bu süreci yukarıdaki örneklerle anlatırken, “Dünya işçi sınıfı ağır yenilgilere uğradıkça Sovyet bürokrasisinin kendine olan güveni o ölçüde artıyordu. Bu iki olgu arasında sadece kronolojik olarak değil, aynı zamanda nedensel ve karşılıklı bir ilişki de vardı, şöyle ki: Hareketin bürokratik önderliği proletaryanın yenilgilerine katkıda bulunuyor, yenilgiler ise bürokrasiyi güçlendiriyordu” der. (“İhanete Uğrayan Devrim”)

Dönemin “kitle ruhuna”  ilişkin anlatılanlar ve Stalin hizbinin Marksizm’de yeri olmayan tezlerinin yaygın ve kolayca kabul görmesinin, yukarıda anlatılan iç ve dış koşulların etkisiyle partide ve emekçi kitlelerde ortaya çıkan olumsuz değişiklikler, hayal kırıklıkları, umutsuzluk ve genel bir kayıtsızlık sayesinde mümkün olduğunu göstermektedir. Bu noktada uluslararası devrimin geri çekilmesinin yol açtığı etkinin önemi vurgulanmalıdır. Dışarıda, başta ve özellikle Almanya olmak üzere devrimlerin, kalkışmaların yenilgisi Rus devrimine diğer ülkelerin proletaryalarından gelecek devrimci desteğe duyulan inancın zayıflaması ciddi bir moral bozukluğuna yol açmıştı. 1923’te Almanya’da beliren devrim ihtimali, Rusya’da umut dolu bir seferberliğe yol açmış, ancak Alman işçi sınıfının geri çekilmesi bu umudun yeniden sönmesine neden olmuştu.

Bütün bunlar parti kadroları, üyeleri ve kitleler içinde Rusya’nın kendi başının çaresine bakması gerektiği düşüncesini güçlendirmişti. Bu ruh hali (idari önlemlerle birlikte) muhalefetin uluslararası devrim ve sosyalizm konusundaki devrimci tezlerinin geniş bir alanda etkisizleşmesinin de nedeniydi. Giderek güçlenen milliyetçi bürokrasi ve onun siyasi temsilcisi Stalin, yayılan bu umutsuzluğun ve bunun ardından gelen kayıtsızlığın,  “huzur” ve istikrar arayışının etkilerini kullanarak dış etmenlerden azade, gelişmiş “sınıfsız bir toplum”, yani tamamlanmış (komünizmin eşiğine gelmiş) bir sosyalizm inşasının mümkün olduğu fikrini “psikolojik” olarak da kabul ettirmeyi başardılar.

Çok kapsamlı ve ayrıca ele alınması gereken bir konu olsa da burada şu notu düşmemiz gerekiyor:  Stalinizmin iddialarının aksine, aynı dönemde, var olan gerçekler karşısında devrimci Marksist, Leninist Bolşevik muhalefetin hiçbir şekilde gerçeklerden kopuk, maceracı, sağa sola saldırmayı öneren bir tutumu olmadı. Aksine, bu muhalefet, emperyalist çağın niteliğini ve dünya devriminin yeniden bir yükseliş yaşayacağını belirterek (gerçekten de yaşadı), şimdiki geri çekilme döneminde Rusya’da sağlam, gerçekçi ve planlı bir ekonomi politikası ve sanayileşme stratejisiyle sosyalist inşanın hızlandırılması, tarım-sanayi, kır-kent dengesinin ve işçi-köylü ittifakının korunması ve güçlendirilmesi yönünde öneriler sunmaktaydı. Kısacası sol muhalefet hiçbir zaman SSCB’nin bir dünya devrimine feda edilmesini istememiştir. Uluslararası Sol Muhalefet’in de temel politikası her zaman, bir işçi devleti olarak SSCB’nin savunulması olmuştur. Ancak muhalefet için, dünya devrimin yükselişi ve bu yükselişe verilecek destek SSCB’nin, bir işçi devleti olarak hayatta kalmasının da tek devrimci ve gerçekçi yoluydu.

Bürokrasinin atılımı…!

Stalin’in ve temsilcisi olduğu Sovyet bürokrasinin tek ülkede tamamlanmış bir sosyalizmin kurulabileceği iddiası bu koşullarda ortaya çıktı. Ömrünün son yıllarını bürokrasinin giderek artan etkisine karşı mücadele, çare arayışları ve uyarılarla geçirmiş olan Lenin’in Ocak 1924’teki ölümü bürokrasinin “özerkleşmesine” hız vermekle kalmadı, aynı zamanda kendi maddi-siyasi-toplumsal konumuna uygun bir ideolojik-teorik “atılım” yapma fırsatını da verdi.

Troçki’ye göre, “Avrupa proletaryasının aldığı ilk büyük yenilgiler ve Sovyet ekonomisinin henüz oldukça mütevazı olan ilk başarıları, Stalin’i, 1924 sonbaharından itibaren Sovyet bürokrasinin tarihsel görevinin tek ülkede sosyalizmi inşa etmek olduğu fikrine sürükledi.” Dünya devriminin geri çekilmesi bürokrasiye büyük bir  “teorik cesaret” ve “ileri atılım” imkânı sağlamıştı!  Troçki karşıtlığının Stalin’in  bu noktaya gelmesinde önemli rolü olduğuna dair düşünceler de vardır. Ancak bunun etkisi ne olursa olsun,  milliyetçi bürokrasinin maddi çıkarları bağlamında ortada somut bir ihtiyacın olduğu muhakkaktır; Troçki’nin devrimci-enternasyonalist düşüncelerine düşmanlığın gerçek kaynağının bu olduğu açıktır.  Stalin ve Sovyet bürokrasisinin, tamamlanmış, oturmuş bir egemenlik anlayışına taban tabana zıt,  sadece dünya burjuvazisi için değil, kendi siyasi-toplumsal çıkarları açısından da büyük tehlike oluşturan “Sürekli Devrim” stratejisini ve bunun temel unsurlarından biri olan somut bir “dünya devrimi” ve “enternasyonalizm” anlayışını reddetmesi bir zorunluluktu.

Küçük burjuva doğası itibariyle milliyetçi olan bürokrasi, ülkenin geleceğini ve  “sosyalizmin zaferini” uluslararası devrime bağlayan bir sosyalizm anlayışına hiçbir biçimde yakınlık duyamazdı. Ancak bir dünya devrimi sürecine paralel olarak ilerleyebilecek ve onun zaferi oranında tamamlanabilecek bir geçiş döneminin (sosyalist inşa) siyasi rejimi olarak gerçek bir “işçi demokrasisinde” (Sosyalizmin büyük ustalarının da belirttiği üzere) kendisine düşecek pay, hiçbir ekonomik-sosyal ayrıcalığı olmayan geçici bir konum ve sıkı bir denetim altında işçi sınıfına hizmetkârlıktan başka bir şey olamazdı. Oysa devrimin rüzgârının yavaşlamaya başladığı bir süreçte, üstelik de bürokrasinin yüzlerce yıl boyunca egemen olduğu geri bir ülkede, toplumsal, ekonomik ve kültürel koşullar, kendisine toplumun üzerinde yer alma ve son derece güçlü ve denetlenemez bir egemenlik imkânı sunmaktaydı. Bu nedenle Avrupa ve Asya’daki devrimci dalganın geri çekilmesi, yani Lenin ve Bolşevikler için ancak bir “kâbus” sayılabilecek koşullar,  bürokrasi açısından bir fırsata dönüştü. Üstelik bu yeni hedef ve çeşitli uygulamaları, proletarya enternasyonalizmiyle en küçük ilgisi olmayan bir milliyetçilikle, çarlar zamanından beri bürokrasinin iliklerine işlemiş “Büyük Rus milliyetçiliği” ve “büyük ve bölünmez Rusya” fikri ile de uyumluydu. Lenin’in, ömrünün son demlerinde, özellikle “Gürcü Meselesi” (ulusal sorun) üzerinden,  bu eğilimle ve başta Stalin olmak üzere, bu eğilimin başlıca temsilcileriyle mücadeleye girişmesi,  “Büyük Rus şovenizmiyle” Sovyet Devleti’nin bürokratik yozlaşması arasındaki yakın ilişkiyi kavramasıyla ilgiliydi.

Rusya’da Alexandr Dugin’in temsil ettiği Avrasyacı “Ulusal Bolşevik” akımın kökenini oluşturan ve faşizm ile Bolşevizmin unsurlarını birleştirme iddiasındaki siyasi hareket ve ideolojinin (Ustryalovculuk-N.V. Ustryalov) tek ülkede sosyalizm anlayışına destek vermesi ve bu desteğin Stalin tarafından “bütün ideolojik ayrılıklara rağmen” olumlu karşılanması bir tesadüf değildi. Tek ülkede sosyalizm anlayışının kendine has gerici ittifaklar yaratması kaçınılmazdı.

Lenin’in sorusu: “Yöneten kim, yönetilen kim?”

İdeolojik ve politik plandaki ifadesini “tek ülkede sosyalizm” düşüncesinde bulan bürokratik egemenliğin başlıca güvencesi siyasi rejimin bürokrasi açısından olabildiğince “sağlam” ve  “su sızdırmaz” bir hale getirilmesiydi.  Bu nedenle bürokrasinin egemenliğine son verebilecek, Sovyetlere dayalı bir  “işçi demokrasisi” ihtimalinin, işçi ve emekçi halk denetiminin ortadan kaldırılması ve amaca uygun bir siyasi rejimin tesis edilmesi gerekiyordu. Bu amaçla, hem ulusal,  hem de uluslararası planda ekonomik, politik ve toplumsal olarak son derece olumsuz koşullar altında ayakta kalmaya çalışan, karşı karşıya kaldığı güçlükler ve zorunluluklar nedeniyle o dönem bir parti diktatörlüğüne dönüşmüş olan proletarya diktatörlüğünün kendini koruyabilmek amacıyla geçici bir süre için almak zorunda kaldığı parti ve hizip yasakları vb. önlemler, Stalin ve bürokrasi tarafından yeni rejimin kalıcı ve “tartışılmaz” unsurları, hatta daha sonra “Leninizmin İlkeleri” haline getirildi. Devrimci önderliğin, uluslararası devrimin yeni bir yükselişine (ki bu beklenmekteydi) ve art arda yaşanan bir dünya savaşı, üç yıllık bir iç savaş ve emperyalist müdahale nedeniyle yaşanan çöküntüye son verecek yeterli bir ekonomik gelişmenin sağlanabileceği koşulların oluşturulmasına kadar dayanabilmek için aldığı (bazen hatalı) siyasi ve idari önlemler bürokrasinin iktidarı ele geçirmesinin birer aracına dönüştü.  “Bolşevik kökenli” Stalinist hiziple çarlık kökenli bürokrasi arasında karşılıklı faydaya ve giderek (siyasi-kültürel) bütünleşmeye dayalı ilişki bu zeminde güçlendi.

Lenin, bürokrasinin “işlerin acemisi” komünist kadroları nasıl etkilediğini görmüş ve şu uyarıda bulunmuştu: “O halde eksik olan nedir? Komünist liderlerde neyin eksik olduğu çok açık: Kültür. Moskova’nın durumunu alalım: 4700 komünist lider ve dev bir bürokratlar kitlesi. Yöneten kim, yönetilen kim? Yönetenin komünistler olduğunun söylenebileceğinden çok şüpheliyim. Bence onların yönetildikleri söylenebilir.”  (Moshe Lewin. “Lenin’in Son Mücadelesi”)

Lenin’e göre yenilgiye uğratılan sınıfın kültürü “çok düşük ve zavallı” olsa da yine de iktidarı alanların kültüründen, sorumlu komünist yöneticilerin kültüründen daha yüksekti.

Lenin’in bürokrasiye karşı mücadelesinde vurguladığı gerçek, bir süre sonra en kötü sonuçlarını vermeye başladı. Troçki’nin de belirttiği gibi, yenilen sınıfın değersiz ancak daha üstün olan kültürü, yenenleri etkisi altına almıştı!

Stalin’in bir genel sekreter olarak (Ki, bu başlangıçta idari bir görevdi) parti aparatını denetim altına alması ve çok farklı amaçlarla oluşturulan ve görevi parti ve devlette devrimci ilkelerin uygulanmasını sağlamak olan bir kurumu (İşçi Köylü Denetimi Halk Komiserliği) tamamen bir idari denetim aracına dönüştürmesi Lenin için bir endişe kaynağı olurken, bürokrasi için hem Stalin’in yönelişi hem de kendi geleceği açısından olumlu bir işaret ve giderek sağlam bir güvence oluşturması daha değerliydi. Ancak bürokrasinin eğilimleri ve Stalin’e duyduğu güven açısından çok önemli bir husus daha vardı: Stalin’in bütün eylemleri, üzerini ne kadar örtmeye ve aksini ne kadar iddia etmeye çalışırsa çalışsın hem Rus ve dünya devrimine hem de uluslararası proletarya ve Sovyet işçi ve emekçilerine karşı güvensizliğinin bir sonucu olarak, (Bürokrasinin temel ilkesi halka güvenmemektir!) Rusya gibi bir ülkenin ancak çarlıktan kalma geleneksel yöntemlerle yönetilebileceği inancını ortaya koyuyordu.  Bu durumun giderek daha çok farkına varan Lenin, bilinçli ömrünün son dönemini bürokrasiye ve idarenin başındaki Genel Sekretere karşı uyarılar ve mücadeleyle (onu görevden alma hazırlığı da dahil) geçirmişti. Kısacası devrimin zorlukları bürokrasiye çok büyük kolaylıklar sağlamıştı. Devrim kaybettikçe, bürokrasi kazanıyordu.

Yeni düzen, gerçek tehlikeler ve uyanık devlet!

Bütün önemli sorunlar karşısında sürekli zigzaglar çizen dar kafalı bürokrasi, SSCB’nin gerçek gelişme potansiyellerinin ve yetişmiş insan gücünün çok daha gerisinde, pek çok kere bunların yaratıcılığını, gelişmesini engelleyen bir ekonomik düzen kurdu. Bu demokratik değil, bürokratik bir merkezi planlamayla yürütülen, işçi sınıfına “sosyalizm inşası” gerekçesiyle Sovyet yasalarına aykırı çalışma koşullarının dayatıldığı, emek verimliliğinin  düşük olduğu, çoğunlukla kalitesiz malların üretildiği (özellikle halkın ihtiyaçları bakımından), her zaman bürokratik devletin ihtiyaçlarını ön planda tutan, hemen her sorununun idari yöntemlerle çözülmeye çalışıldığı, ancak her defasında yeni sorunlara yol açan ve milli gelirin büyük bir bölümünü yutan asalak ve hantal bürokrasiyi giderek büyüten bir düzendi.  Kötü çalışma koşulları ve yoklukların yanı sıra siyasetten ve ekonominin-işyerlerinin denetiminden uzak tutulmaları, işçileri üretimlerinin sonuçlarına ilgisiz hale getiriyor, işten kaytarma, devamsızlık, sürekli iş değiştirme ve iç göç gibi sorunlara neden oluyordu. Tüketim alanında yetersizlik ve kıtlıklardan muzdarip, pek çok toplumsal eşitsizliğin ve bürokratik ayrıcalığın (meşhur özel mağazalar, konut ve barınma imkanları vb…) hüküm sürdüğü, emekçiler arasında ancak darlıkta-yoklukta eşitliğin paylaşıldığı; ve en kötüsü de milyonlarca mahkûmun çok ağır şartlarda, “gulag” adı verilen ve İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir ceza-iş sistemi altında çalıştırılmasının da yer aldığı bu ekonomik düzen, pek çok reform çabasına rağmen SSCB yıkılana kadar gerçek anlamda kendini toparlayamadı. Üretim ve mülkiyetin sosyalist karakteri ile bölüşümün burjuva karakteri arasındaki çelişki ve bu çelişkinin ortaya çıkardığı eğilimler (Ki, bu bir “geçiş toplumunda” ancak çok yüksek bir ekonomik gelişmişlik ve bolluk temelinde, tamamlanmış bir sosyalizme doğru ilerledikçe azalacak zorunlu bir çelişkiydi.) var olan koşullar altında sosyalizmin nihai zaferinden ziyade, kapitalizmin restorasyonu tehlikesini işaret etmekteydi.

1930’larda, Stalinist bürokrasi tarafından kurulduğu ve tamamlandığı iddia edilen “sınıfsız toplum” ve “sosyalizm” böyle bir şeydi. Gerçek manada bir sosyalizmin en önemli ölçütlerinden biri olan “devletin sönümlenmesine” dair hiçbir belirti yoktu. Aksine 1936’da bürokrasi, Molotov’un ağzından “sosyalist ekonominin kurulduğunu ve bu bağlamda sınıfların tasfiye edilmesi sorununun çözülmüş olduğunu” açıkladı. Ancak toplumun “komünizmin” eşiğine geldiği bu şartlarda devletin “deli gömleğini” çıkarıp atması, bir işçi demokrasisinin de ötesinde bir baskı aracı olarak devletin sönümlenmeye başlaması gerekmez miydi? Aksine Sovyet devleti,  bürokrasinin hâkimiyeti altında giderek daha güçlü, baskıcı ve totaliter bir nitelik kazanmıştı. Sorun elbette “bazı düşman öğeler, minik spekülatörler, devlet ve kolhoz mallarını har vurup harman savuranlar, anti sovyetik dedikodu yayıcılar” değildi.  Gerçi Molotov, bunların varlığının diktatörlüğün güçlendirilmesi ihtiyacına yol açtığını, Engels’in beklentisinin tersine işçi devletinin giderek “uykuya yatan” bir devlet değil, tam tersine “uyanık” bir devlet olması gerektiğini söylüyordu, ama sorunun çok daha büyük olduğu ortadaydı. Gerçek dünyada, “tek ülkede” tamamlanmış bir sosyalizmin kurulmasının ekonomik-teknik imkânsızlıkları bir yana, en başından itibaren Stalinist bürokrasinin önce görmezden gelmeye çalıştığı, sonra da panik halinde farkına varıp Troçki’nin deyişiyle “batıl bir korkuya” kapıldığı tehlikeli dış koşullar söz konusuydu. Bürokrasinin başlangıçtaki “kaplumbağa hızında sosyalizm” teorisi dünya gerçekliğini göz ardı etmekteydi. Bu anlayış, kendi sosyalizm inşa faaliyeti dışında bütün diğer iç ve dış değişkenlerin “sabit” kalacağı hesabına dayanıyordu. Sovyet devleti dış tehlikelerden ne kadar uzak kalırsa sosyalizmi “ağır ağır” kurma konusunda o kadar vakit kazanacaktı! Oysa dünya koşulları kapitalist dünyada savaş sonrasındaki belirli bir toparlanmanın ardından yeniden ciddi çelişkiler üretmeye ve tehlikeli dinamikleri harekete geçirmeye başlamıştı. Yani koşullar bürokrasinin umduğu yeterli süreyi sağlamayacaktı. Oysa bürokrasinin “dünya devrimi” anlayışından vazgeçmesinin,  toplumsal konumuyla ilgili diğer ihtiyaçlarının yanı sıra uluslararası politikaya ilişkin ihtiyaçları da çok önemli bir rol oynamıştı. Dünyanın büyük bir kapitalist bunalıma (1929), patlayıcı toplumsal ve siyasal altüst oluşlara, devrim-karşıdevrim çatışmalarına ve yeni bir emperyalist paylaşım savaşına yol almaya başladığı bir dönemde “uluslararası koşulların” hesap dışı bırakılması akıl dışıydı.

Bürokrasinin, tersi bir yönelişle, bu defa panik halinde ve aşırı bir hızla ve her şeyi kıra döke ilerlemeye başladığı dönemde de uluslararası plandaki politikaları esas olarak değişmedi. Sadece tek ülkede sosyalizm politikasının mantığına uygun yeni biçimler aldı.

Devamı var…