“YEREL BİR OLAY” OLARAK TEK ÜLKEDE SOSYALİZM VE “ESKİ REZİLANE İŞLERİN TEKRARI”-3

“YEREL BİR OLAY” OLARAK TEK ÜLKEDE SOSYALİZM VE “ESKİ REZİLANE İŞLERİN TEKRARI”-3

“TRAJİKOMİK BİR YANLIŞ ANLAMA” OLARAK DÜNYA DEVRİMİ VE SONRASI

“Gelişmiş kapitalist ülkelerin sınai düzeyini görece asgari bir sınırda ifadesini bulacak tarihsel bir mühlet zarfında yakalamanın ve daha sonra bu düzeyi aşmanın” zorunluluğunun kabul edildiği dönemde de sorun bir “dünya devrimi” değil, “kapitalizmle yarış” perspektifinde ele alındı. Ölümcül dış tehlikelere karşı çözüm, aşırı bir hızla tek ülkede sosyalizmin kurulmasıydı. Bu elbette bürokrasinin egemenliğini garanti altına alacak bir cins “sosyalizm”di. Bu politikanın kaçınılmaz sonucu, uluslararası planda önce “aşırı sol” ve sekter politikalara (“Üçüncü Dönem”), daha sonra da, dünyanın en örgütlü işçi sınıfının var olduğu Almanya’nın tek kurşun atılmadan Nazizme teslim edilmesinin ardından uzlaşmacı, sağ-oportünist “halk cepheci” politikalara savrulma oldu.   Yeni dönemin dış politikası, “barış” söylemi eşliğinde, emperyalizmle uzlaşma ve emperyalizmin belirlediği uluslararası sisteme dahil olma ve kendilerine kapitalist dostlar bulma arayışları temelinde şekillendi. Lenin dönemi dış politikasının devrimci ruhuna ve ilkelerine aykırı biçimde Milletler Cemiyeti’ne bu dönemde girildi. Stalin, 1 Mart 1935’te Amerikalı gazeteci Roy Howard’a verdiği bir mülakatta, gazetecinin “dünya devrimine” ilişkin sorusuna, hiçbir zaman böyle bir plan ve niyetlerinin olmadığı, bunun “trajikomik” bir yanlış anlamanın sonucu olduğu cevabını veriyordu.  

Stalinistlerin bunun emperyalizm karşısında vakit kazanmaya yönelik dahice bir politika olduğu iddiası ise pek çok yönden geçersizdir. Bu politikanın en kötü sonucu dünya komünist hareketinin, Sovyet bürokrasisinin baş döndürücü diplomatik manevralarının edilgen bir aracına dönüştürülmesi ve kendi ülkelerinde burjuvaziyle, üstelik de ona “barışçı, demokrat…” vb sıfatlar yakıştırarak işbirliğine zorlanmalarıydı. Gerçekte diğer ülkelerdeki komünistlerden istenen, Sovyetler Birliği’nin, yani dünyadaki tek sosyalist devletin (“sosyalist anavatanın”) yüksek menfaatları uğruna, orada işler tamamlanana kadar, sadece dünya devriminden değil, kendi ülkelerindeki devrimci sınıf mücadelelerinden ve devrimlerden de vazgeçmeleriydi. Rusya’da “sosyalizmin nihai ve geri dönüşsüz zaferinin” altı yıl kadar kısa bir süre içinde (1924-1931) gerçekleşmiş olmasına rağmen (!) dünya komünistlerinden istenen bu ağır fedakârlık, bir yönüyle, aslında henüz hiçbir şeyin “tamamlanmadığını” ve bu yolla tamamlanamayacağını da göstermekteydi. Kapitalist emperyalizmin egemen olduğu bir dünyada, kaderi dışarıda emperyalist güçlerle uzlaşmalara, “barışçı” manevralara ve “barış dostlarına”, kimi zaman komünistler için moral bozucu, tamamen ilkesiz ve yararsız anlaşmalara (Örneğin, 1939 Sovyet-Nazi Paktı), içeride ise “sönümlenmek” bir yana daha da güçlenmesi gerektiği söylenen bir devlete dayanan “sosyalizmin” Marx, Engels ve Lenin’in sözünü ettiği sosyalizmle ilgisi olmadığı açıkça ortadaydı. Ayrıca bu, sınıf mücadelesini reddeden, bedeli komünistleri devrimci hedeflerden vaz geçirmek olan “vakit kazanma” yöntemi, aynı şekilde, SSCB’nin kapitalist emperyalist düşmanlarına da vakit kazandırıp (Başta Hitler Almanyası örneği) onlara bir toparlanma, güçlenme süresi sağlıyordu. Hitler Almanyası, birkaç yıl sonra neredeyse bütün Kıta Avrupası’nı ele geçirmesini sağlayan hazırlıklarını ve silahlanmasını bu “vakit kazanma” döneminde gerçekleştirmiş, SSCB’ye saldırının hazırlıklarını bu dönemde yapmıştı! Bu politikanın körlüğü, hızla yaklaşan savaşa rağmen Kızılordu kadrolarında yapılan geniş “temizliğin” de etkisiyle, Sovyetler Birliği’nin 1941’de başlayan Alman saldırısından çok ağır biçimde etkilenmesine, savaşta büyük kayıplara uğramasına ve hasar görmesine neden oldu.

Molotov, “sosyalist ekonominin kurulduğu ve bu bağlamda sınıfların tasfiye edilmesi sorununun çözülmüş olduğunu” belirttiği açıklamasında işçi devletinin giderek uykuya yatan bir devlet değil, tam tersine uyanık bir devlet olması gerektiğini belirtmişti. Ancak bu açıklamada, sadece ciddi boyutlardaki toplumsal eşitsizliklerden, farklılıklardan değil, muhtemelen diplomatik nedenlerle emperyalizmden, uluslararası mali sermayenin gücünden de söz etmemişti. Bunların varlığı, “uyanık” bir devlet için güçlü bir gerekçe oluştursa da, tek ülkede tamamlanmış bir sosyalizm iddiasını boşluğa düşürürdü. Kapitalizmin üretici güçlerin gelişme düzeyi açısından sosyalizmden daha üstün bir konumda olduğu ve emperyalizmin egemenliğinin hüküm sürdüğü bir dünyada kapitalizmden bariz biçimde üstün olması gereken sosyalizmin nihai zaferine ulaşmış olması zaten mümkün değildi.  İçerideki toplumsal gerçek bürokratik yöntemlerle, “temizlikler” ve siyasi polis aracılığıyla örtülebilirdi; ancak dış dünyada emperyalizmin ve yaklaşmakta olan savaş tehlikesinin varlığı inkâr edilemezdi. Bürokrasinin “tamamlanmış sosyalizm” iddiasıyla çelişen devlet anlayışının gerçek nedenlerinden biri bu tehlikeydi.  Devrimci yöntemleri ve sınıf mücadelesi anlayışını terk eden bürokrasinin, emperyalizmi teskin etmeye-oyalamaya yönelik barışçı-işbirlikçi politikalarına rağmen tehlike gerçekten büyüktü. Emperyalizmin ve dünya burjuvazisinin düşmanlığının asıl ve vazgeçilmez nedeni bürokrasinin devrimci politikaları ve SSCB’nin sosyalizme doğru ilerlemesi değil, her şeye rağmen Ekim Devrimi’nin ülke ve dünya üzerindeki gölgesiydi. SSCB, yaşadığı bütün bürokratik yozlaşmaya rağmen kamulaştırılmış ekonomisi ve Ekim Devrimi’nin ortaya koyduğu anlayış ve sağladığı kazanımlarla uluslararası kapitalizm için büyük bir potansiyel tehlike ve dünya devriminin en önemli unsuruydu.

Komüntern’in ortadan kaldırılması

Rusya’da Ekim 1917’de kurulan işçi devletinin “tek ülkede sosyalizm” teorisinde ifadesini bulan yozlaşma süreci, kaçınılmaz olarak, dünya devriminin öncüsü ve genelkurmayı olarak 1919’da Lenin önderliğinde kurulmuş olan 3. Enternasyonal’e (Komüntern) de yansıdı. Kurulmasından Lenin’in ölümüne kadar (ilk dört kongre) bütün kararları ve eylemiyle somut bir “dünya devrimi” perspektifine dayanan Komüntern’in ve bağlı partilerin iç rejimleri ve ideolojik yapıları Moskova’daki merkez bürokrasi ve hizmetindeki yerli bürokratlar eliyle ve de yalan ve iftiraya dayalı idari yöntemlerle değiştirildi.  “Troçkizme” karşı mücadele gerekçesiyle Rusya’daki rejimin bürokratik bir aracına dönüştürülen Komüntern, enternasyonalist devrimci fonksiyonunu kaybetti ve uluslararası planda devrimci sınıf mücadelesinin başlıca örgütsel engellerinden biri haline geldi. Rusya’da Ekim Devrimi’nin önder kuşağına ve devrimci kadrolara yönelik kanlı tasfiye işlemi Enternasyonal’de de uygulandı; bu süreçte Lenin döneminin enternasyonalist- devrimci önderleri ve militanları hem Komüntern’den hem de kurucuları arasında yer aldıkları partilerinden atıldı. Teorik, politik ve programatik olarak Ekim Devrimi’nin ilkelerini ve ruhunu temsil eden uluslararası sol muhalefet kanlı suikastlerle yok edilmeye çalışıldı. Komüntern’in enternasyonalist devrimci niteliğini kaybetmesi ve Stalinist dönemde uygulanan çelişkili politikalar, önce “solcu”, sekter bir politikanın sonucu olarak (“sosyal faşizm”) Almanya’nın utanç verici bir biçimde Hitler faşizmine teslim edilmesine, ardından da “sağcı” ve sınıf işbirlikçisi (“halk cepheleri) politikanın bir sonucu olarak İspanya Devrimi’nin, GPU’nun da devreye sokularak tasfiye edilmesiyle sonuçlandı. Aynı politik çizgi savaş sonrasında, emperyalizmle yapılan bir dizi anlaşma sonucunda (Tahran Yalta, Potsdam) Fransa, İtalya, Yunanistan gibi savaş sırasında komünistlerin büyük güç ve prestij kazandığı ülkelerde de iktidarın burjuvaziye teslim edilmesine yol açtı. Yugoslavya’nın aynı sona uğramaması Komünist Parti’nin “yüzde elli-ellilik” bir çözüme karşı çıkarak iktidarı almasıyla mümkün oldu. Savaş sonrası patlayan Yunanistan İç Savaşı’nda Batılılarla anlaşmalarına sadık kalan Stalin ve Sovyet bürokrasisi destek için parmağını kıpırdatmadı. Rusya’ya sığınan KP önderleri ve binlerce Yunanlı, adeta cezalandırılarak Orta Asya cumhuriyetlerine sürüldü. 

1935’te Dünya devriminin “trajikomik bir yanlış anlama” olduğunu söyleyen Stalin, 22 Mayıs 1943’te “trajikomik” gerekçelerle ve “demokratik” emperyalizme bir jest olarak, uzun süredir diplomatik çıkarları doğrultusunda uluslararası işçi sınıfı mücadelesini kontrol amacıyla kullandığı, ancak artık ihtiyaç duymadığı ve 8 yıldır hiçbir kongre yaptırmadığı Komünist Enternasyonal’i feshettiğini ilan etti. Açıklama, “Komünist Enternasyonal’in bütün taraflarını emekçilerin can düşmanının-Alman faşizmi, müttefikleri ve vasalleri- en kısa sürede ezilmesi için bütün güçlerini anti-Hitler koalisyonuna dahil ulus ve devletlerin kurtuluş savaşını her yönden desteklemek ve bu savaşa aktif olarak katılmakta yoğunlaştırmaya çağırır” ifadesi ve çeşitli ülkelerden ünlü Stalinist liderlerin imzalarıyla son buluyordu. (1940’ta baş düşman Almanya değil, bir dünya savaşı çıkarmaya çalıştığı söylenen İngiltere idi!)  Komüntern’in gerçek liderlerinin gerçek dışı suçlamalarla idam edilmelerinin ve suikastlere kurban gitmelerinin veya dünya komünist hareketinin pek çok önde gelen isminin mülteci olarak bulundukları Sovyetler Birliği’nde “ortadan kaybolmalarının” (kaybedilmelerinin) ardından geriye bu adamlar kalmıştı…

Sonrası…

Bürokrasi, toplumsal doğası, çıkarları ve elbette milliyetçi ideolojisi gereği gerçek ve somut anlamıyla “dünya devrimi” anlayışını çok önceden reddetmiş ve milliyetçi-karşıdevrimci bir yola girmişti. Lenin’in ve Ekim Devrimi’nin en büyük eseri ve dünya proletaryasının toplumsal kurtuluşunun en önemli örgütsel aracı olan Komünist Enternasyonal’in varlığına son verilmesi, devrimci Marksistlerin çok önceden vurguladığı bir gerçeğin tescilinden başka bir şey değildi.

Bürokrasi için SSCB’nin varlığının güvencesi bir dünya devrimi değil, uluslararası planda emperyalizm ile ilişkilerde sürdürülen denge politikaları, diplomatik manevralar ve kurduğu düzeni ayakta tutacağını düşündüğü çok güçlü ve “uyanık” bir devletti. İkinci Emperyalist Savaş’tan sonra “halk demokrasileri-halk cumhuriyetleri” (sosyalist değil!) adıyla kendi suretinde yarattığı “yozlaşmış işçi devletleri” bir enternasyonalizm anlayışının değil, aksine bürokrasinin “milli güvenlik” ve “al-ver” anlayışı doğrultusunda, emperyalizmle yapılan anlaşmaların ürünüydü. Elbette işlerin de buna göre yürütülmesi gerekiyordu:  Bu ülkelerde, halkın devrimci inisiyatiflerinin engellenmesinin yanı sıra, savaşı Rusya dışında geçirmiş, Nazilere karşı direniş faaliyetlerinde yer almış, özellikle de daha önce İspanya İç Savaşı’nda savaşmış ve bağımsızlık eğilimleri olduğundan şüphelenilen komünist yönetici kadrolar (hükümetlerdeki bakanlar da dahil), çoğu idam edilerek tasfiyeye uğrarken yerlerine  Stalin’in sadık adamları getirildi (Çekoslovakya, Macaristan…) ayrıca savaş sonrasında, bu ülkelerin emekçileri çok zor hayat şartlarıyla mücadele ederken savaş tazminatı adı altında sanayi tesisleri sökülerek, büyük yıkıma uğramış SSCB’ye taşındı. Almanya’nın, bürokrasinin emperyalizmle yaptığı paylaşım anlaşması sonucu ikiye bölünmesi faşizmin yol açtığı yıkımın ardından bir zamanların çok güçlü Alman işçi sınıfı hareketine vurulan ikinci darbe oldu; böylece Batı Almanya, güçlü bir “antikomünist” dalganın etkisi altında tamamen uluslararası mali sermayenin ve ABD’nin eline teslim edildi. Alman işçi sınıfı bölündü. Doğu Almanya’da bürokratik bir baskı altına alınan işçi sınıfı ise bütün inisiyatifini kaybetti. Daha sonraları “tek ülkede” mantığıyla dikilen Berlin Duvarı’nın yıkılmasının, aynı zamanda “sosyalizmin sonu” olarak sunulması, geniş kitlelerce böyle algılanması ve bunun neden olduğu ağır ideolojik-politik yıkım, tarihin bu konudaki en acı derslerinden biriydi.

Bürokrasi için esas olan tek husus “payına düşen” Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinin işçi sınıflarının toplumsal kurtuluşları, çıkarları ve dünya devrimi içindeki fiili ve potansiyel rolleri değil, bu ülkelerin SSCB’nin bürokratik savunma anlayışı ve diplomasisindeki yerleriydi. Bu ülkelere yapılan siyasi ve askeri müdahaleler, işçi sınıfı başkaldırılarına yönelik bütün bastırma harekâtları bu stratejik yaklaşımın ürünüydü.

Bütün bunlar “tek ülkede sosyalizm”in, doğal sonuçlarıydı. Daha sonraki “Barış içinde bir arada yaşama!” politikasının temelleri Stalin döneminde bütün yönleriyle atılmıştı. Emperyalizmle uzlaşarak sürdürülen bu politik çizgi SSCB’nin askeri-nükleer açıdan “Süper güç” haline geldiği Stalin sonrası dönemde de esas olarak bir değişiklik göstermedi. Stalin’in ölümü ve “iç kabinesinin” tasfiyesiyle başlayan dönemin Stalinizmden başka bir “şey” olduğu iddiası pek çok açıdan gerçek değildir. Bu değişiklik, birkaç idam ve bazı tasfiyeler dışında, 1920-30 yıllarında Leninist –Bolşevik muhalefetin tasfiye sürecinde olduğu gibi sistematik, kanlı-işkenceli-toplama kamplı bir biçim almamış ve daha da önemlisi o muhalefetin fiziksel olarak yok edilmesinin ardından Stalin tarafından yönetim katlarına yerleştirilen ve çeşitli bürokratik yetenekleri sayesinde temizliklerden kurtulmayı başaran en sadık bürokratlar eliyle, devletin ihtiyaçları ve bürokrasi içi güç dengeleri gereğince yapılmıştır. (Stalin, kendine sadık çok sayıda bürokratı, bazen kendi suçlarını örtmek, bazen de bir iktidar odağı oluşturabilecekleri kuşkusuyla idam ettirmişti!)  Ayrıca Stalin’in dünyanın savaşa doğru gittiği bir dönemde Kızılordu komutanları dahil binlerce kadroyu “Troçkist karşıdevrimci”, “emperyalizm işbirlikçisi hain” vb. gerekçelerle yok ettiği bir dönemde bu “revizyonistlerin” hayatta kalmış olabilmelerini sadece “kurnazlıkları” ve “gizlenme yetenekleriyle” açıklamak mümkün değildir.

Sovyetler Birliği’nde “geri dönülmez bir biçimde tamamlanmış” olan sosyalizmin, Stalin döneminde saklanmayı başarmış “revizyonist hainler” tarafından yıkıldığı iddiası gerçek değildir. Böyle bir sosyalizmin “hain” bir bürokratlar grubu tarafından bir grup yöneticiyi görevden alarak ve üstelik de işçi sınıfının ve Kızılordu’nun hiçbir tepkisiyle karşılaşmadan çok kısa sürede yıkılmış olduğu iddiası akıl ve mantık dışıdır. Nitekim SSCB’nin aynı “tamamlanmış sosyalizm” iddiasını sürdüren Stalin sonrası yöneticiler elinde can vermesi ve bunun da ötesinde Çin, Vietnam, Arnavutluk gibi ülkelerde yaşananlar ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin hali, “tek ülkede sosyalizm” yöntemiyle kurulmuş, gerçek bir sosyalizm olmadığını ve olamayacağını göstermektedir. 

“Revizyonist hainler” suçlamasına gelince. Evet, ortada bir “revizyonizm” ve “ihanet” vardır ama bu yeni bir şey değildir. Teorik planda Marksizmin ve Leninist Bolşevizmin devrimci düşüncelerinin inkâr veya çarpıtma yoluyla (çok kibar bir deyişle” “revize edilmesi” öncelikle 1920’li yıllardan başlayarak Stalin ve hizbi tarafından gerçekleştirilmiştir. “Tek ülkede sosyalizm” teorisi Marksizm tarihinin gördüğü en büyük ve sosyalizm açısından en yıkıcı ve ölümcül sonuçlara yol açmış “revizyonizm” örneğidir. (Sosyal demokratların revizyonizmini saymazsak!) 

Aynı şekilde Stalin sonrası dış politikanın, temel amaçları, anlayışları ve biçimleri itibariyle Stalin dönemindeki politikalardan bir farkı olmamıştır. Her iki dönemde de aynı “tek ülkede sosyalizm” anlayışı temelinde ve SSCB’nin yaşatılması gerekçesiyle somut bir “dünya devrimi” hedefinin inkârına dayalı bürokratik milliyetçi politikalar yürürlükte olmuştur. Bu devamlılık “Troçkizme ve Sürekli Devrim düşüncesine düşmanlık” konusunda da hiçbir sapma göstermeden sürdürülmüştür. Bürokrasi bazı yerlerde emperyalizme karşı mücadelelere destek verdiği durumlarda bile bu milliyetçi dış politika esaslarına bağlı kalmıştır. Yine aynı dönemde bürokratik işçi devletleri arasındaki düşmanlıklar, hatta savaşlar da (ÇHC-SSCB; ÇHC-Vietnam) “tek tek” ülkelerde kurulan ve birbirlerini rakip olarak gören “sosyalizmler” arasındaki milliyetçi rekabetlerden kaynaklanan çatışmalardı. 

SSCB’nin yıkılışı, 1956’dan sonra kurulan yeni bir düzenin değil 1920’lerde, Stalin hizbinin ve bürokrasinin iktidarı ele geçirmesinin başlattığı çok çeşitli etkenlerle uzamış bir yozlaşma sürecinin sonucuydu. Stalin sonrasında da işler bürokrasinin çıkar ve ihtiyaçlarına uygun biçimde, ancak bürokrasinin can güvenliği” konusu da dahil, belirli bir hukuka oturtularak yürütülmüştür. Ekonomi konusundaki uygulamalar ise esas olarak “tek ülkede sosyalizm” çıkmazının yol açtığı iç ve dış sorunların her defasında yenilerini gerektiren, pek çoğu başarısız reformlar yoluyla aşılma çabalarıdır. Bürokrasi bu dönemde de, emperyalizmin egemen olduğu dünya ekonomisinin kaynaklarına devrimci olmayan, “barışçı” ve uzlaşmacı yöntemlerle, “barış içinde bir arada yaşama” politikasıyla ulaşmaya çalışmıştır. İçerideki, bürokratik istatistiklerle ve resmî açıklamalarla üzerleri örtülmeye çalışılansanayi ve tarım alanındaki kronikleşmiş sorunlar gibi, dış ekonomik ilişkilerde de dünyanın yeni koşullarının yarattığı farklı durumlar dışında özü itibariyle büyük bir değişiklik yoktur.  Tarihsel kökleri olan ekonomik çıkmazlar, sonunda, devlet mülkiyetinin ciddi biçimde istismar edilmesi eşliğinde, bürokratların özel çıkarlarına dayalı bir “paralel ekonominin” kurulmasına yol açmıştır. “Tek ülkede sosyalizmin” zaferi olarak sunulan “sınıfsız toplum” gerçekte başta bürokratların rütbe derecelerine göre sahip oldukları ayrıcalıklar olmak üzere toplumsal eşitsizliklerle parçalanmış bir yapı haline gelmiştir.

Devlet, toplum üzerindeki baskısının Stalin dönemine nazaran azalan ağırlığına rağmen, daha da güçlü, uluslararası planda “süper” bir nitelik kazanmıştır. Yani “sönümlenmek” bir yana, herhangi bir demokratikleşme emaresi göstermeyen bir devlet yapısı söz konusudur. Emperyalizmle rekabet, kapitalizme yetişme ve onu geçme iddiası, görece zayıf ve uyumsuz bir ekonomi, ancak çok güçlü bir askeri-nükleer temel üzerinde yürütülmüştür. Gelişen teknik temeller, SSCB’nin uzaya gitmesini sağlamış olsa da emekçilerin günlük ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır.   Bu, bürokratik merkeziyetçiliğe dayalı ve devleti “her şey” olarak gören planlama anlayışının bir sonucudur. Bürokrasinin egemenliğini sürdürebilmek için giderek güçlendirdiği devlet askeri, idari ve diplomatik plandaki devasa harcamalarıyla sonunda Sovyet toplumunun ve ekonomisinin taşıyamayacağı kadar ağır bir yüke dönüşmüştür. Marx’ın, Engels ve Lenin’in hedeflediği “ucuz” ve giderek “uykuya dalan” devlet, Stalin ve haleflerinin “tek ülkede sosyalizmi” altında sadece giderek güçlenmekle kalmamış, kendi sonunu da hazırlamıştır. 

SSCB, kuruluşundan 74 yıl sonra, İkinci Emperyalist Savaş sonrası oluşturduğu uluslararası güvenlik kalkanının (“Doğu Bloku”) kendi halklarının başkaldırmasıyla çözülmesinin ardından, kendi ekonomik, toplumsal ve siyasi çıkmazları içinde önce emperyalizme teslim olmuş, ardından da bizzat egemen bürokrasisinin ellerinde dağılarak can vermiştir.  

1920’lerden başlayarak yaşananlar “hayali”, “maceracı” ve “gerçekdışı” olanın “dünya devrimi ve enternasyonalizm” değil, “tek ülkede tamamlanmış bir sosyalizm” düşüncesi olduğunu çok büyük bedeller pahasına göstermiştir. Bir sosyalist devrimle sosyalizmin nihai zaferi arasındaki farktan bihaberküçük burjuva sosyalizminin “milliyetçi-yurtsever” fantezileri bir yana, tarih tek bir ülkenin sınırları içinde tamamlanmış bir sosyalizmin imkânsızlığını kanıtlamıştır. Bu devrimciler için bir umutsuzluk nedeni değildir. Yeni bir proletarya devrimi dünyanın koşullarını ve zamanın ruhunu kökünden değiştirecektir; aynı Büyük Ekim Devrimi’nde olduğu gibi. Sosyalizm mümkündür ve nihai zaferine bir dünya devrimi süreciyle ve çeşitli ülkelerin proleterlerinin ortak çabalarıyla ulaşacaktır.

Bugün Stalinizmin ve “tek ülkede sosyalizmin” dünya işçi sınıfı saflarında ve devrimci sınıf mücadeleleri alanında ne kadar ağır bir hasar yarattığı daha iyi anlaşılmaktadır. Dünya devriminin yeni bir yükseliş dalgasının düşünsel, politik ve örgütsel temellerinin, yaşanan acı deneyimin ışığında, Stalinizmin bürokratik-gerici teorileri ve pratiği ile hesaplaşılmadan atılması mümkün değildir.

KG Yayın Kurulu