ON YIL SONRA…

ON YIL SONRA…

Batı medyası tarafından  “Arap Baharı” olarak da adlandırılan (Bu nedenle pek çokları tarafından kuşkuyla karşılanan ve aynı zamanda aşağılanan!) Kuzey Afrika  ve Ortadoğu Arap devrimci halk ayaklanmalarının başlangıcından bu yana on yıl geçti. Devrimci ayaklanma, Aralık 2010’da Tunus’ta Muhammed Buazizi adlı işsiz bir üniversite mezunu gencin, işporta tezgâhına polisin el koymasının ardından kendisini yakmasıyla başlamıştı. 

Tunus’taki hareket kısa sürede kitleselleşip neredeyse bütün ülkeye yayılarak, boğazına kadar hırsızlık ve yolsuzluğa batmış burjuva baskı rejimini yıkmaya yöneldi. 23 yıldır iktidarda olan Devlet Başkanı Zeynel Abidin Binali, 14 Ocak 2011’de diğer hanedan mensuplarıyla birlikte ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Devrimci halk hareketinin bu başarısı sadece Tunus’taki hırsız-polis rejiminin yıkılmasını değil, rejim karşıtı hareketlerin, hiç beklenmedik bir biçimde, farklı ölçülerde de olsa hemen hemen bütün Arap dünyasına yayılmasına yol açtı.

Devrimci dalga Tunus’un ardından 25 Ocak’ta Arap dünyasının en büyük gücü Mısır’a ulaştı.  Yüzbinlerce Mısırlı işçi, emekçi, öğrenci, kent yoksulu Kahire’nin Tahrir Meydanı’nda toplanarak “Reis” Hüsnü Mübarek’in çekilmesi ve onun temsil ettiği burjuva Bonapartist asker-polis rejiminin yıkılması için mücadeleye başladı. Devlet güçlerinin bütün baskı ve şiddetine ve de rejim yanlısı sivillerin (Baltacılar) saldırılarına karşın kitleler Tahrir’i ellerinde tutmayı başardı. Bu direnç ve kararlılık Tahrir’in İsrail dahil bütün dünyada devrimci bir simgeye dönüşmesine yol açtı. 11 Şubat’ta ordunun da devreye girmesiyle 30 yıldır iktidarı elinde tutan Hüsnü Mübarek devlet başkanlığından çekilmek zorunda kaldı.

Tunuslu ve Mısırlı emekçilerin ilk eldeki başarılı mücadeleleri,  devrimci halk hareketlerinin baskı rejimleriyle yönetilen diğer bazı Arap ülkelerine de hızla yayılmasına yol açtı. Hiç kimsenin beklemediği devrimci bir dalga, 27 Ocak’ta Yemen’e, 14 Şubat’ta Bahreyn’e, 15 Şubat’ta Libya’ya ve 15 Mart’ta Suriye’ye ulaştı. Diğer pek çok Arap ülkesinde de irili ufaklı protesto eylemleri başladı. Bu ülkelerde kitleler ekmek, iş, özgürlük, eşitlik, adalet ve insanca bir yaşam talebiyle diktatörlüklerin yıkılmasını istiyordu. Kitlesel coşku ve mücadele ruhu, dışındaki dünyayı da etkileyerek bütün bölgeyi sarmıştı

Kendiliğindenlik, önderlik ve devrimlerin kaderi…

Ancak, ilk başta uyandırdıkları bütün coşku, umut ve beklentilere rağmen devrimlerin yönünü, gidişatını ve sonuçlarını etkileyen bazı katı gerçekler vardır. Devrimler, toplumun çok geniş ve farklı kesimlerini kapsayan ortak hedef ve taleplerin yanı sıra, birbirinden farklı hatta birbirine zıt bazı hedef ve talepleri de içeren kendiliğinden hareketler olarak başlar. Kuşkusuz  işin içinde bazı organize ve henüz doğruluğu kitlelerin nezdinde tam olarak kanıtlanmamış bir programa sahip gruplar da vardır, fakat devrimlere başlangıç aşamalarında  güç ve enerjisini veren ve devrimin kitleselliğini sağlayan bu kendiliğindenlik unsurudur. Ancak Ekim Devrimi’nin büyük önderlerinden Troçki’nin de önemle vurguladığı gibi “Devrimlerin kaderi siyasi arenada belirlenir.” Her devrim başlangıçtaki kendiliğindenliği ölçüsünde örgütlü bir müdahaleye ihtiyaç duyar. Bu tarihsel dönüm noktasına uzun süredir hazırlanan, sıkı biçimde örgütlenmiş,  bu sayede olaylara hızla müdahale edebilen, kendini devrimin yasalarına uyarlama yeteneğine sahip, gidişatı gerçekten kavrayabilen devrimci bir önderlik yoksa bir devrimin ilk eldeki demokratik taleplerinin gerçekleşmesi de dahil, gerçek anlamda başarıya ulaşması imkânsız hale gelir. Bu koşullarda devrimler (en iyi ihtimalle) geleneksel egemen sınıfların, eski düzenin “muhalif” politikacılarının, bir takım “reformcuların” ellerinde sönümlenir; veya (çok daha kötü bir ihtimalle) kitle hareketinin kanlı bir biçimde bastırılmasıyla yenilgiye uğrarlar

Arap ülkelerinde 2011’de başlayan devrimci halk hareketlerinin politik, demokratik ve toplumsal sınırlarını belirleyen de bazı nesnel-tarihsel engellerin yanı sıra (çoğu zaman onlarla sıkı sıkıya bağlı) bu sözünü ettiğimiz devrimci önderlik sorunları oldu. Devrimlerin kaderini belirleyecek olan politik arenadaki bu devrimci siyasi boşluk, kitle özörgütlenmelerinin de yokluğuyla, halk hareketlerinin düzenin en tepedeki temsilcilerini devirmeyi başarsalar da, toplumsal düzeni değiştirme noktasına ulaşmasını, gerçek ve kalıcı demokratik kazanımlar elde etmesini engelledi. İşçi sınıfının örgütlü ve görece belirleyici bir rol oynadığı Tunus’ta, devrim belirli demokratik kazanımlarla sonuçlandı, ancak bu kazanımları da garanti altına alabilecek, emekçileri iktidara getirebilecek toplumsal bir devrim gerçekleşmedi. Sonuç olarak iktidar hem siyasi, hem de toplumsal olarak geleneksel düzen güçlerinin elinde kaldı.

Aynı sınırlar Mısır’daki devrimci halk hareketinin kaderini de belirledi. Mısır’ın mücadeleci işçi sınıfı gerçek anlamda bağımsız bir örgütlenmeye sahip olmasa da, sanayi bölgelerinde ve sokaklarda oynadığı fiili rolle Tahrir Meydanı’nın halk tarafından ele geçirilip savunulmasıyla simgelenen devrimin yolunu açtı. Ancak sözünü ettiğimiz devrimci önderlik sorunu kendini Mısır’da daha ağır bir biçimde hissettirdi. Devrim, Mübarek’i iktidardan düşürmüş olsa da, karmaşık bir takım gelişmelerin ardından, ipleri yeniden ele geçirmeyi başaran eski düzen güçlerinin elinde can verdi; üstelik de gerçek ve kalıcı bir demokratik kazanım elde edilemeden.  Devrimi sürdürmeye, Tahrir ruhunu yaşatmaya çalışan küçük devrimci grupların bastırılması, iktidar bloğunun temel bileşenlerinden askerler için çok kolay oldu. Alelacele gidilen çok düşük katılımlı seçimleri kazanan İhvancıları, uygulamalarına tepki gösteren halkın büyük bir bölümünün desteğiyle deviren Mısır ordusu ülkenin en güçlü siyasi ve ekonomik gücü olarak iktidarı yeniden ele geçirdi.

Emperyalizmin “dışarıdan” ve “yapıcı” tavrı!

Halk hareketinin büyüklüğü, işçi sınıfının görece güçlü varlığı ve etkisi, İslamcıların temkinliliği, rejimin çürümüşlüğünün boyutları, bu ülkelerin uluslararası konumları ve emperyalist sistemle ilişkileri vb. nedenler,   Tunus ve Mısır’da devrimci sürecin emperyalist bir müdahaleyle kanlı ve kaotik bir iç savaşa dönüşmesini engelledi. Mısır’da buna emperyalizmle sıkı bağları olan Mısır ordusunun siyasi denetimi elinde tutmasını da ekleyebiliriz. Bu iki ülkede de, her daim “renkli bir devrim” korkusuyla yaşayan ulusalcılarımızı derin kuşkulara düşüren olabildiğince “yumuşak” bir geçiş tercih edildi. Başta ABD, emperyalist sistemin önde gelen güçleri, müttefikleri olan bu ülke rejimlerinin devrilmesini belirli bir “tarafsızlıkla” izledi. Uzun yıllara dayanan dostluklara ve ittifak ilişkilerine rağmen emperyalizmin bu sadık rejimleri kurtarmak için açık bir müdahalede bulunmamasının elbette bir başka nedeni daha vardı. Böyle bir müdahale bu devrimci halk hareketinin toplumsal anlamda radikalleşmesine ve çok daha şiddetli bir antiemperyalist karakter kazanmasına yol açabilirdi. O nedenle Fransız emperyalizmi, çok istediği halde, Tunus’ta hırsız Binali rejimini kurtarmaya teşebbüs etmediği gibi, Amerikan emperyalizmi de, Mısır’da mutemet adamı Reis Mübarek’in devrilmesini takip eden süreçte,  temkinli bir tutumla, gelişmeleri olabildiğince “dışarıdan” ve “yapıcı” bir tarzda izlemeyi tercih etti. Kimilerinin ileri sürdüğü üzere bu ülkelerde ciddi bir güce sahip olduğu bilinen Müslüman Kardeşler hareketi ve diğer bazı İslami gruplar politik olarak emperyalizmin tercihi olmadılar. Emperyalist merkezler, (bu arada İhvan’la ciddi sorunları olan Suudi Arabistan) Tunus ve Mısır’da bölgesel çıkarları açısından daha önce olduğu gibi, daha sonra da, “laik” iktidarları tercih ettiler. Suudiler Sisi rejimine büyük ölçüde finansal destek sağladı.

Libya, Bahreyn, Yemen ve Suriye… Cehennemin kapıları!

Tunus ve Mısır’ın bu “şanslı” konumlarından farklı olarak olaylar Libya, Bahreyn, Yemen ve Suriye’de çok daha farklı ve kanlı bir seyir izledi. Bahreyn’de, Sünni azınlık rejimine karşı Şii halkın başlattığı ayaklanma rejimin şiddeti ve Suudilerin askeri müdahalesiyle bastırıldı. Yemen’de ise Ali Abdullah Salih rejiminin devrilmesini sağlayan devrimci süreç, devrimci bir siyasi önderliğin yokluğunda bir süre sonra ülkenin hepsi tepeden tırnağa silahlı geleneksel güçlerinin kendi aralarındaki kanlı bir hesaplaşmaya ve yabancı ülkelerin de katıldığı haddinden fazla karmaşık bir iç savaşa dönüştü. 

Emperyalizmin sürece ilk ve en doğrudan müdahalesi, Avrupa’ya yakınlığı ve son derece kaliteli petrol kaynaklarıyla özel bir yeri olan Libya’da yaşandı. Bu aynı zamanda bölgedeki devrimci dalgayı (onun tarihsel-toplumsal zaaflarını da kullanarak) kırmak, tasfiye etmek ve yönünü değiştirmek amacıyla yapılan bir müdahaleydi. Emperyalist ülkeler ve uluslararası mali sermayeyle uzun süredir iyi ilişkiler içinde olan ve Oğul Seyfülİslam’ın başı çektiği neoliberal reformlara hazırlanan Kaddafi rejimine karşı başlayan demokratik nitelikli protesto eylemlerinin kitlesel ve örgütsel zayıflığı, Fransa ve NATO’nun başını çektiği bu müdahaleyi kolaylaştırdı. Süreç kısa sürede Kaddafi rejiminin eski ve yeni bazı unsurlarının, önde gelen yöneticilerinin başını çektiği, bir kısmı dışarıdan gelen çeşitli selefi İslamcı grupların ve rejimle ilişkilerini hassas ve kırılgan çıkar dengeleri üzerinden sürdüren geleneksel güçlerin yer aldığı kanlı bir iç savaşa dönüştü. Ortadoğu-Kuzey Afrika devrimci süreci dahilinde muhtemel bir Libya devrimi, kendini “devrimci” olarak tanımlayan pek çok grubun varlığına rağmen, adeta daha ilk nefesinde NATO güçlerinin ve bölgesel-yerel gericiliklerin elinde can verdi. Kaddafi’nin devrilip öldürülmesinin ardından da savaş durmadı. Libya halkı bugün, egemen sınıfları temsil eden ve yabancı devletlerle çeşitli ittifak ilişkileri içindeki bazı “resmi” güçlerle, petrol kaynaklarını gelir ve zenginlik kapısı haline getirmiş silahlı yerel grupların, savaş ağalarının, kabile güçlerinin elinde geleceği belirsiz bir biçimde varolma mücadelesi veriyor.

Sürecin en kanlı bölümü Suriye’de yaşandı. 15 Mart 2011’de Esat hanedanının başını çektiği ve ülkeyi 40 yıldır bir olağanüstü hal yasasıyla yöneten Baas diktatörlüğüne karşı başlayan kitlesel protestolar, rejimin kanlı müdahaleleriyle  bastırılmaya çalışıldı. Ancak kitlelerin son yıllarda hızlı bir neoliberalleşme yaşayan hırsız-polis rejimine karşı demokrasi, özgürlük ve ekmek talebiyle başlattığı kitlesel eylemler, silahlı  ve örgütlü İslamcıların hemen her yerde hızla olaylara karışmaya başlamasıyla giderek farklı bir niteliğe büründü. Emperyalizmin büyük güçlerinin ve Türkiye, Suudiler ve Körfez Emirlikleri gibi bölge gericiliklerinin (“Suriye’nin Dostları!”) çeşitli siyasi, askeri ve finansal araçlarla sürece müdahaleleri; bunun da ötesinde dinci veya seküler muhalif güçleri gizli servisleri eliyle doğrudan örgütlemeye ve yönlendirmeye başlamaları Suriye’deki kitlesel devrimci yükselişin, bağımsız, demokratik ve özgürlükçü bir güç olarak, geri çekilmesine neden oldu. Başlangıçta gösterilerde yer alan, içlerinde Alevilerin, Hristiyanların, çeşitli sol ve sosyalist grupların, Kürt siyasi hareketinin bulunduğu muhalefetin gerçekten demokrasi ve özgürlük talep büyük bir bölümü, emperyalizmin müdahalesi, selefi İslamcıların, emperyalist devletler ve bölge gericilikleri ile işbirliği yapmaya başlayan, hatta bazıları onlar tarafından örgütlenen veya onların denetimine giren çeşitli güçlerin inisiyatifi ele geçirmesi üzerine geri çekilerek farklı ve barışçı bir muhalefet yürütmeye başladılar. Suriye devrimi kısa bir süre sonra hemen hemen bütün gücünü kaybetti. Devrim, ancak çok “sembolik” bir biçimde, her cinsten selefi İslamcıların ele geçirdiği bölgelerde, rejimle bu güçlerin çatışmalarının neden olduğu yıkıntılar arasındaki bazı “hayat üçgenlerinde” yerel örgütlenmeler olarak varlığını sürdürmeye çalıştı. İslamcıların denetimindeki bazı bölgelerde rejim karşı olan halkın bir bölümü aynı zamanda İslamcıların şeriatçı baskılarına karşı da direnmeye çalıştı. Rejim karşıtı bazı sol gruplar ve kişiler İslamcılar tarafından yok edildi. Gerçekte ise devrim, “antiemperyalizm” iddiasındaki, boğazına kadar hırsızlık ve yolsuzluğa batıp çürümüş bir baskı rejimiyle emperyalizm ve bölge devletleriyle işbirliği halindeki gerici-karşı devrimci güçlerin kanlı ve kaotik savaşında yok olup gitti.

Başlangıç halindeki bir devrimci halk hareketi, kısa sürede, yukarıda belirtilen nedenlerle İslamcılar eliyle yürütülen bir karşı devrime, farklı türden gericiliklerin karşılıklı mücadelesine dönüştü.  Suriyeli İslamcıların “devrim” adını verdikleri şeyin hedefi ise “Esad rejimini yıkmayı, yasallığın ve birey ile devletin tasarruflarını düzenleme anlamında hâkimiyetin tek başına yüce Allah’ta olduğu İslam devleti kurmak”tan başka bir şey değildi.

“Uluslararası karşı devrim cephesi”

Arap halklarının, yoksul emekçilerinin 2011’de başlayan devrimci başkaldırısı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika devrimci dalgası, bazı istisnalar dışında taleplerinin hemen hemen hiçbirine ulaşamadan geri çekildi. Bu bölgesel devrim, kendi tarihsel, toplumsal, siyasi zaaflarının yanı sıra, dış müdahalelerin de kurbanı oldu. Bu müdahale, içinde bir takım “karşıt” güçlerin de yer aldığı bir “uluslararası karşı devrim cephesi”nin eseriydi. Sözünü ettiğimiz cepheyi bir başka yazımızda Suriye bağlamında şöyle tanımlamıştık

“Bu cephe, ilk elde uyumsuz, uzlaşmaz hatta çatışır gibi görünse de, en azından nesnel olarak Suriye devriminin tasfiyesinde ortak çıkarları olan bir zincir oluşturuyor. Bir ucu ABD’de öbür ucu Çin’de olan, arada AB’nin Rusya ve İran’ın, El Kaideci Cihatçıların, Lübnan Hizbullahı’nın, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar vb.  “dış güçlerin” yanı sıra sırtını Batı’ya ve bölge gericiliklerine dayayarak Suriye’ye demokrasi ve özgürlük getirebileceğini iddia eden bir burjuva “Suriye Muhalefeti”, meşhur Müslüman Kardeşler ve elbette Suriye devleti (rejimi terk eden kimi yüksek yöneticiler de dahil) gibi iç güçlerin sıralandığı bir cephe bu.”

Her şeyin sonu mu?

Arap dünyasını sarsan devrimci dalganın bir süre sonra kırılıp geri çekilmiş ve sonuçları itibariyle yenilmiş olması elbette her şeyin sonu olarak görülemez. Bu tarihsel bir yenilgi değildir. Her türlü güçlüğe ve ilk dalganın kırılmasının yol açtığı umutsuzluğa rağmen bir süredir ikinci bir dalganın işaretleri görülüyor. Sudan’daki devrimci halk ayaklanmasının Ömer el Beşir’in İslamcı rejimini devirmesi, Cezayir halkının “laik” Bonapartist rejime karşı ayaklanması; üstelik fırsattan istifade yine meydanlarda boy göstermeye çalışan İslamcıları kovarak halk hareketinden uzak tutması, farklı din ve mezheplerden Lübnan halkının hâkim düzene karşı birlikte mücadelesi, Irak’taki uzatmalı protesto eylemleri, Tunus’ta yeniden ve yeniden başlayan kitlesel protesto eylemleri, kapitalizmin dünya çapındaki bunalımının sürdüğü koşullarda devrimci umudun yeniden yeşermeye başladığını gösteriyor.

Bir devrimin nesnel koşullarının varlığına rağmen, ilk dalganın bir kez daha ortaya çıkardığı ve devrimlerin yenilmesine veya yarım kalmasına yol açan öznel sorunlar elbette yine gündemde. Yukarıda vurguladığımız devrimci önderlik sorununun çok köklü nesnel nedenlerinin olduğu da ortada. Yenilgiyle sonuçlansa bile bir devrimci dalganın deneyim ve birikiminin bir başka devrimci dalga için büyük bir kazanım olduğunu biliyoruz. Ancak bütün bu deneyimi enternasyonalist bir bakış açısıyla teorik, politik ve örgütsel anlamda kazanımlara çevirecek devrimci siyasi önderliklerin inşası, insanlığın geleceği açısından hayati önem taşıyor. Troçki, kapitalizmin büyük bir bunalımın içinde debelendiği bir zamanda, insanlığın tarihsel krizinin, devrimci önderliğin krizine indirgendiğini söylemişti. Yine Troçki tarafından kaleme alınan, “Kapitalizmin Can Çekişmesi ve Dördüncü Enternasyonalin Görevleri” başlığıyla yayımlanan “Geçiş Programı”,  “Bir bütün olarak dünya politik durumu, her şeyden önce proletarya önderliğinin tarihsel bunalımıyla belirlenmektedir” cümlesiyle başlar. Hazırlıklı, güçlü ve kavrayışlı devrimci politik önderliklerin olmadığı her durumda,  kitlelerin kendiliğinden devrimci enerjisi, boşa harcanır.  Bazı durumlarda sürecin devrimci niteliğinin ve tarihin sınıfların ve önderliklerinin karşısına çıkardığı görevlerin farkınabile varılamaz. Tarihte, önderliklerin çeşitli nedenlerle bir devrimi “tanıyamadıkları” veya “görmezden geldikleri” durumlar vardır. Ancak bu boşluk sadece devrimlerin yenilgisi veya geri çekilmesiyle sonuçlanmaz; bu aynı zamanda karşı devrimlerin zaferinin de başlıca nedenidir. Nesnel koşulların öznel koşullarca devrimci bir tarzda yönlendirilmediği her durum ciddi bir karşı devrim tehlikesini içerir. 

Kapitalizmin en güçlü merkezlerinin bile sarsılmaya başladığı, emperyalizmin bir hegemonya krizine yuvarlandığı bir uluslararası bunalım döneminde, bölgemizde ortaya çıkabilecek yeni bir devrimci dalganın bu defa bir zaferle sonuçlanması ve dünyanın başka bölgeleri üzerinde de devrimci bir etki yaratabilmesi “öznel koşullar” (bilinç ve örgütlenme) sorununun devrimci bir tarzda çözümüne bağlıdır. Bölgemizin, ulusal planda kendi sermaye sınıflarının, uluslararası planda da emperyalizmin egemenliğinden kurtulması ve bu cehennem çukurundan çıkabilmesi ancak işçi sınıfının ideolojik, politik, örgütsel bağımsızlığı ve kitle seferberlikleri üzerinde, hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde  inşa edilecek devrimci bir siyasi önderlikle mümkündür.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında