TUNUS, MISIR… DEVRİM Mİ DEĞİL Mİ?

TUNUS, MISIR… DEVRİM Mİ DEĞİL Mİ?

GİRİŞ

Aşağıda yer alan “Tunus, Mısır… Devrim mi Değil mi?” başlıklı yazı bütün Arap dünyasını sarsan devrimci halk hareketlerinin en “heyecanlı” döneminde, Nisan 2011’de yazıldı. Devrimci dalganın Batı’da “Arap Baharı” olarak tanımlanması, başta bizdeki ulusalcı kesimler olmak üzere pek çok devrimci ve sol çevrede emperyalizm tarafından tezgâhlanan bir çeşit “renkli devrim” olabileceği kuşkusuna yol açtı. Bir süre sonra gelişmelerin izlediği seyir nedeniyle, bu kuşku, neredeyse kesin bir inanca dönüştü. Gelişmelere şüpheyle bakanlar, yıkılan rejimlerin sosyoekonomik temellerini, siyasi –sınıfsal niteliklerini ve emperyalizmle olan yakın ekonomik, politik, askeri ilişkilerini hiç dikkate almadan bu devrimci kitle seferberliklerini “emperyalizmin bölgeyi yeniden dizayn etmeye yönelik operasyonları”, “Büyük Ortadoğu Projesi”nin bir parçası olarak gördüler. Bu bakış açısı bir yönüyle, uzun süredir bilinç altlarında yer etmiş devrim karşıtlığının, “renkli devrim” korkularının ve halk hareketlerine yönelik güvensizliğin ürünü, bir başka yönüyle de aslında yıllar boyunca hiç ilgilenmedikleri bu ülkelere ilişkin çok uzak ve “mitolojik” anılarının bir sonucuydu. Ulusalcıların aklında kalan 1950’li ve 60’lı yılların, Nasır, Burgiba, genç Kaddafi vb. laik-Bonapartist liderlerin, bir çeşit antiemperyalizme ve anti komünist bir “sosyalizme” dayalı küçük burjuva radikal rejimleriydi. Aradan geçen yıllarda bu Bonapartist diktatörlüklerin, geçirdikleri değişim sonucu nasıl emperyalist sistemle her alandaki iç içe geçmiş veya arayı epeyce düzeltmiş; hırsızlığa, yolsuzluğa ve asker-polis şiddetine dayalı çürümüş birer hanedan rejimine, despotluğa dönüştüğünü göremediler veya görmek istemediler. Ulusalcıların zihninde bu rejimlerin “laik” nitelikleri onlara her türlü krediyi sağlamaya yetmekteydi!

Bir başka bir kesim ise, devasa kitle hareketlerinin başında “örgütlü proletaryanın” ve “Marksist-Leninist” bir önderliğin olmaması nedeniyle,  özellikle de Doğu Avrupa’da yaşanan emperyalizm destekli “renkli devrimlerin” yol açtığı şüpheyle bu hareketleri “başlangıç halinde” de olsa birer devrim olarak görmedi veya görmek istemedi. En azından “soğuk” durdu.

Gerçekte Kuzey Afrika ve Ortadoğu devrimci süreci emperyalizm tarafından başlatılmamış, aksine devrimci siyasi önderliklerden ve bağımsız kitle örgütlenmelerinden yoksun olması nedeniyle yerel egemen sınıflar ve emperyalizm tarafından engellenip yenilgiye uğratılmıştır. Ancak buna rağmen sonraki on yıl boyunca yaşananlar, yukarıda sözü edilen kesimler tarafından gelişmelerin emperyalizm tarafından tezgâhlandığı ve ortada herhangi bir devrimin olmadığının bir kanıtı olarak gösterilmeye çalışıldı. Bu iddianın asıl temeli bu kesimlerin ideolojik tutumlarından (ulusalcılık, Baasçılık, Stalincilik dahil her türlü sol küçük burjuva milliyetçiliği, sosyal yurtseverlik  vb.)  ve gerçekte konuya ve devrim sorununa hiçbir biçimde ilgi duymamalarından kaynaklanmaktadır. Enternasyonalizm sorununa girmiyoruz bile! Bu kesimler için bir devrimin devrim olmadığının pratik kanıtları ise, öncelikle “laik” rejimlere karşı yapılmaları, halk hareketlerinin belirli bir aşamasında siyasi inisiyatifin İslamcıların eline geçmiş olması, Tunus ve Mısır gibi ülkelerde yapılan seçimler sonucunda Müslüman Kardeşler’in geçici bir süre için iktidara gelmeleridir. Oysa İslamcıların gücü, iktidardaki çürümüş polis rejimlerinin, halkın her türlü siyasi, demokratik, sınıfsal örgütlenmesinin uzun yıllar boyunca şiddet yoluyla engellenmesinden kaynaklanmaktaydı. İktidardaki “antiemperyalist” küçük burjuva diktatörlüklerinin suçuna, SSCB’yi ele geçirmiş olan bürokrasinin denetimindeki sözde “komünist partiler” de (bazen hapishane hücrelerinden) iştirak etmişlerdi. Bu koşullarda, ortaya çıkan büyük boşluk İslamcılar tarafından doldurulmuştu.  Siyasi İslamcı örgütler ve özellikle de İhvancılar tek örgütlü muhalif güç olarak ortaya çıkmıştı.

Daha soldaki bir başka kesim için ise sorun, halk hareketlerinin ideolojik, politik ve örgütsel olarak yeterli netlikte olmaması ve bazı “şüpheli” unsurları barındırmasıdır. Üstelik bu hareketler sonuçları itibariyle devrimci bir zafere ulaşamamışlardır. Bu nedenlerden dolayı bir devrimden söz edilemez… Oysa işçi sınıfının epeyce örgütlü biçimde yer aldığı devrimler bile başlangıç aşamalarında kendiliğindenliklerinden kaynaklanan bir “belirsizlik” içindedirler. Lenin “Saf bir devrim aramayın, hiçbir yerde bulamazsınız!” sözünü bu nedenle söylemiştir. Yenilgiye gelince; devrimlerin şu veya bu biçimde yenilgiyle uğramaları veya demokratik olanlar da dâhil hedeflerine ulaşamamaları devrim olmadıkları anlamına gelmez. Yazıda da belirtildiği üzere tarih yenilgiye uğrayan devrimlerle doludur. Arap ülkelerindeki devrimci süreci anlatmaya çalışırken yaptığımız “1848 Devrimleri” benzetmesinin amacı budur. Bu devrimler de uç verdikleri bütün ülkelerde yenilgiye uğramalarına rağmen hem toplumsal, hem politik, hem de tarihsel plandaki etkileriyle bütünüyle bir devrim olarak anılırlar. Unutulmaması gereken, devrimlerin kendilerini devrimcilere kanıtlama zorunluluklarının olmamasıdır. Aksine devrimciler kendilerini böyle süreçlerde program ve örgütlenmeleriyle kanıtlamak zorundadırlar. Aksi halde dışında durduğumuz veya kaldığımız olaylar hakkında ahkâm kesmekten başka bir işimiz olmaz.

On yıl sonra yeniden yayımladığımız  “Tunus, Mısır…Devrim mi Değil mi?” başlıklı yazı gelişmelerin henüz çok sıcak olduğu bir zamanda yazıldı. Amacı halk hareketlerinin, bütün sorunları, zaafları ve içerdikleri bütün ihtimallerle birlikte devrimci bir süreç olduğunu vurgulamaktı. Yazının tek satırına dokunulmadı. Elbette eleştirilecek pek çok yanı var. Bizce hiçbir eleştiri, bu on yıl boyunca yaşanan olayların ve ortaya çıkan gerçekliğin getirdiği eleştiriden daha güçlü olamaz. Yazının olduğu gibi yayımlanması aynı zamanda bir özeleştiri olarak da kabul edilebilir.

TUNUS, MISIR… DEVRİM Mİ DEĞİL Mİ?           Nisan 2011

Önce Tunus, ardından Mısır, sonra da birçok Arap ülkesinde, hatta Irak Kürdistanı’nda kitleler hiç beklenmedik bir biçimde, aniden ve peş peşe ayağa kalktılar. Eğer bir süre önce birisi çıkıp da bir süre sonra meydana gelebilecek bir “zincirleme reaksiyondan” söz etseydi muhtemelen “devrimci hayalperestliğine” yorulurdu.

Yanlış hatırlamıyorsam, “Devrimler artık hiç gelmeyecekleri zannedilen bir zamanda çıkıp gelirler!” diye bir söz vardır. En azından Tunus ve Mısır bağlamında toplumsal –sınıfsal özellikleri ve tepelerindeki yıllanmış despotları devirmeyi başarmalarından dolayı farklı bir yere oturtulması gereken isyan dalgaları hemen herkesi şaşırttı. Bu şaşkınlık, kimileri için (devrimci) bir “umutsuzluktan”, kimileri için de artık gerçekleştiğine inanılan (liberal) bir “umuttan” kaynaklanıyor! Yani bir yanda “bir gün mutlaka!” diyen, ancak en azından Ortadoğu bağlamında, ölçülebilecek kadar yakın bir zamanda,özgürlük isteyen kitlelerin kendi eseri olabilecek devrimci bir başkaldırı umudu olmayanlar; öte yanda devrimler çağının (Aynen emperyalizm çağı gibi!) bir daha gelmemek üzere kapandığına dair liberal hurafeye inanan “sol” liberallerle, onlara yol gösteren ve zaten tarihteki her türlü devrimden (Büyük Fransız Devrimi de dahil!) aynı derecede nefret eden“sek” liberaller.

Devrimlerin Tarihi

Troçki, Rus Devriminin Tarihi’nde “Devrimin en tartışma götürmez özelliği, kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahaleleridir” der ve devam eder:

“Eski düzen artık onlar için katlanılamaz hale geldiğinde, kitleler kendilerini siyaset arenasından ayıran duvarları birer birer yıkarlar, geleneksel temsilcilerini yerlerinden ederler ve bu müdahaleleriyle yeni bir düzenin başlangıç ortamını yaratırlar.”

Günümüze gelince, geçmiş devrimlerden, devrimci durumlardan, devrimci hayallerden veya beklentilerden ağızlar epeyce yanmış olacak ki “yoğurdun  üflenerek  yenmesi” gerektiğine inanan pek çok insan var! Tarihsel ve toplumsal olaylara ilişkin “devrim” tanımlaması yapmak için onların içinde gizlenen adeta bazı “mistik” özelliklerin veya iyice sivriltilmiş “uç noktaların” ortaya çıkmasını bekliyorlar. En azından “hafif meşrep” görünmekten, açıkça yanılıyor olmaktan veya “emperyalizmin oyununa” gelme ihtimalinden kaçınmak için! (İçinde kendisinin yer almadığı veya “kitabına uyduramadığı” hiçbir devrimi devrimden saymayanları saymıyorum!)

Elbette bu tür, aniden ortaya çıkıveren “beklenmedik” durumlara adapte olmak kolay değil. Özellikle somut bir devrim beklentisi olmadan geçen uzun ve moral bozucu yıllar boyunca oluşan bazı “düşünsel” sorunları da unutmamak gerek. Eski ve yeni tipteki  “şablonculuklar” bir yana, ağırlaşan “marjinalleşme”nin daha da şiddetlendirdiği ciddi bir “teori-pratik” ilişkisi sorunu var. Tarihsel süreçler, uzunca bir süredir sanki “maddi dünyada” değil de sadece “zihinlerde” yaşanıyor; yani, düşünceyle maddi gerçeklik arasındaki “maddeci” sıralama, düşünce ve beklentiler lehine yer değiştirmiş durumda!

Elbette hiç kimse “devrim eksperi” değil; yani bir devrimci gelişmeyi her zaman bütün karmaşıklığı içinde “gözü kapalı” tanımak mümkün olmayabilir. O halde devrimci Marksizmin önerdiği nispeten “basit” bir yönteme başvurmakta yarar var: Gözümüzü açıp “Olguları nesnel gelişmeleri içinde, kendilerini nasıl sunuyorlarsa öyle almak.”  Bu yöntem bizi yukarıda sözünü ettiğimiz “ani” durumların yol açtığı kimi kavrayış sorunlarından uzak tutabilir. Malum (veya değil) yine Troçki’nin dediği gibi “Devrimin tarihi, her şeyden önce, kendi kaderlerinin karara bağlandığı sahaya kitlelerin aniden (abç) dalmalarının öyküsüdür.” 

Bu “beklenmedik” olaylar, elbette “masmavi gökyüzünde aniden çakan şimşekler” değildir. Olayların dinamiğini belirleyen, kitlelerin psikolojilerindeki “hızlı, yoğun ve coşkulu” dönüşümdür. Geçmişin “moleküler” birikimleri, kitlelerin, kökleri uzun yıllara dayalı korku ve tutuculuklarının kırıldığı noktada bütün şiddetiyle sonuç vermeye başlar. Bu durumun ortaya çıkması “bireylerin ve partilerin iradesinden bağımsız son derece istisnai koşullara” bağlıdır. Yine Rus Devriminin Tarihi’nden devam edelim: “Kitleler devrime dört başı mamur bir toplumsal dönüşüm planıyla değil, artık eski rejime tahammül edemeyeceklerini gösteren ham bir duyguyla girişirler. Yalnızca sınıfların önder çevreleri siyasal bir programa sahiptir, ama o da olaylar tarafından doğrulanmaya ve kitlelerce onaylanmaya muhtaçtır.”

Yani her şeyin başında “kitlelerin eski rejime artık tahammül edemeyeceklerini gösteren ham duyguları” vardır. Bu, elbette mutlak anlamda olmasa bile (Çünkü o ana kadar bazıları nispeten hazırlıklı, birçoğu küçük ve cılız da olsa örgütlü ve bilinçli unsurlar her zaman vardır.) bir nevi “kendiliğindenlik” anlamına gelir. Zaten “kendiliğindenlik” olmasa devrimci yükselişlerde her “bilinçli unsur” kendi üye ve taraftar kitlesinden ibaret kalırdı.

Kendiliğinden ayağa kalkan, herhangi bir dönüşüm plan ve programından yoksun kitlelerin ham duyguları, eylemlerini, bilinçlerini ve sloganlarını da sınırlar. Ayağa kalkan kitlelerin siyasi bilincinin en azından olayların başlangıç dönemindeki bulanıklığı, taleplerinin sınırlı yapısı ve kitle hareketinin çeşitliliği, devrimin “saflık derecesine” de yansır! Bu nedenle hiçbir devrim karşımıza en saf ve sınıfsal haliyle çıkmaz. (Bürokratik tarih kitaplarındaki anlatımları saymazsak!) Lenin de bu nedenle “Saf bir devrim aramayın, hiçbir yerde bulamazsınız!” der.

Bu kendiliğindenlik, önderlik sorununun önemini azaltmak bir yana sorunu daha da yakıcı bir hale getirir. Ancak önderlikler tarihsel rollerini kitleler içindeki siyasi süreçler yoluyla ortaya koyabilirler. Yani önderliklerin yokluğunda kitlelerin enerjileri “pistonlu bir silindir içinde sıkışmayan buhar misali” uçup gider, ancak “hareket silindir ya da pistondan değil, buhardan ileri gelir.”

Elbette hiçbir devrimin başarı garantisi yoktur. Yine Rus Devriminin Tarihi’nde belirtildiği gibi“Bir devrimin asli siyasi süreci, kesinlikle sınıfın toplumsal krizin ortaya koyduğu sorunların bilincine varması ve kitlelerin aktif olarak ardışık yaklaşıklıklar yöntemi uyarınca yön bulmalarından oluşur. (…) Bu ileriye doğru atılış nesnel engellere toslayıp kırılmadığı müddetçe kitlelerin sola doğru sürekli biçimde daha güçlü olarak itilmelerini yansıtır. Bu kırılma gerçekleştiğinde gericilik başlar. Devrimci sınıfın bazı çevrelerinde hayal kırıklığı, kayıtsızların sayısındaki artış, ardından karşı devrimci güçlerin pekişmesi.”

O Halde Ne Oldu?

Bütün bunlardan yola çıkarak, neredeyse bütün Arap dünyasında isyan dalgasını başlatan Tunus ve Mısır “olaylarının” ne olup ne olmadığını, birtakım “ekspertiz” raporlarıyla değil, olayların Tunus ve Mısır emekçilerinin ve sosyalistlerinin (ve elbette hepimizin) önüne koyduğu sorunları ve görevleri tanımlayarak kavrayabiliriz. Tunus ve Mısır’da bundan önce de çok sayıda kitle gösterisi yaşandı (açlık ve yoksulluğa karşı, ekmek fiyatlarının artışının protesto edildiği “ekmek ayaklanmaları” , Mısır’daki 2006 ve 2008 elMahalla grevleri ve yüzlercesi.) Ancak bunlar zaman zaman kitlesel boyutlar kazanmalarına rağmen gerçek anlamıyla genelleşen, “iktidar ve rejim” sorununu gündeme getiren hareketlere dönüşemedi. Hızla parlayıp sönen bu patlamaların ardından her defasında “geçmişe” dönüldü.

Bugün ise, geçmişe dönüşü engelleyebilecek pek çok gelişme yaşanıyor. Her şeyden önce ortada gerçekten kitlelerin eseri olan ve meşruiyeti “geçici iktidarlar” tarafından kerhen de olsa kabul edilen bir “devrim” var. Korku duvarı aşılmış durumda; bu, devrimci kitle eylemlerinin kolaylıkla bir suç fiilinedönüştürülmesini, gayrı meşru ilan edilmesini engelleyen büyük bir avantaj. Üstelik bütün ülkeyi saran, başarılı bir kitlesel eylem deneyimi, bundan kaynaklanan yüksek bir moral ve toplumsal potansiyel söz konusu. Yani bugün, “sınıfın, toplumsal krizin ortaya koyduğu sorunların bilincine varması” ihtimali düne oranla çok daha yüksek. En önemlisi de Mısır ve Tunus’ta yaşananlar, bu ülkelerde geçmiş yıllarda meydana gelen kitlesel protestolardan farklı olarak, bir devrimin tipik sorunu olan “önderlik” ve “iktidar” sorununu da gündeme getirmiş durumda. Zaten gelişmelere devrimci bir karakter kazandıran nitelik de budur.

Bugünkü kitlesel ayaklanmaları, “kişilere” yönelik oldukları gerekçesiyle küçüksemek de mümkün, ancak adı geçen örneklerde (Olayların yayıldığı bütün diğer Arap diktatörlüklerinde de olduğu gibi.) kitlelerin hedefi haline gelen kişilerin, varlıklarıyla bütün bir sistemi temsil ettiklerini, soygun ve sömürü piramidinin en tepesinde yer aldıklarını ve rejimin olduğu gibi devamının esas olarak bu kişilerin gücü sayesinde mümkün olabildiğini unutmamak gerekiyor. Yani kitle eylemleri “kişileri” hedef aldığı durumlarda bile, ülkelerin özgül şartları düşünüldüğünde, doğrudan rejime yöneliktir.

Tunus ve Mısır’daki kitle hareketleri, (Bunlara diğer bazı Arap ülkelerinde halen yaşanmakta olanları da dahil edebiliriz.) önceki “patlamalardan” farklı bir “kitle psikolojisinin” sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Halk kitleleri, bu defa sadece sınırlı taleplerle ortaya çıkan bir protesto gösterisinin ötesine geçerek daha köklü, kapsamlı ve kalıcı, dolayısıyla siyasi talepler doğrultusunda inatçı bir mücadeleye girişmiştir. Mesela Mısır’da, başkaldırının simgesine dönüşen Tahrir Meydanı’nın yüzlerce ölü vermek pahasına, bütün rejim yanlısı saldırılara karşı kararlılıkla savunulması bunun kanıtıdır. Ayrıca hem Tunus ve hem de Mısır’da halkın açık bir biçimde eski düzeni temsil eden kişilerden oluşturulmak istenen yönetimlere tepki göstermesi, yukarıda sözünü ettiğimiz psikolojiye işarettir. 

Uluslararası Etki

Bir devrim sürecinin belirleyici özelliklerinden biri de uluslararası planda yarattığı etkidir. Bu uluslararası etkinin iki boyutu vardır. Birincisi yaşananların başka ülke halkları arasında da baskı rejimlerinin yıkılabileceği umudunu yeşertmesi ve korku duvarlarının aşılmasını sağlamasıdır. Tarih boyunca bütün devrimler benzeri bir etkiyi yapmıştır. Ortadoğu’da tarihsel, sosyal, ekonomik vs. farklarına rağmen birçok ülkede kitlelerin, bazısı kendine özgü, bazısı da benzer nedenlerle başkaldırı yoluna girmeleri bu etkinin kanıtıdır. Tunus ve Mısır emekçileri, mücadeleleriyle Arap (Irak Kürdistanı’ndaki olayları da ekleyelim.) dünyasındaki rejime yönelik kitle eylemlerini tetiklemişlerdir. Bu etkinin, içinde yol alınan kapitalist dünya krizi şartlarında “Araplıkla” ve açık bir diktatörlükle ilgisi olmayan (Sınıf diktatörlüğü meselesi bir yana!) ülkelere de yayılabileceği ihtimalini akıldan çıkarmayalım.

Uluslararası etkinin ikinci boyutu ise, meselenin bir anda uluslararası çapta bir önem kazanması, özellikle de emperyalist ülkeleri bir dizi girişime zorlamasıdır. Emperyalizm, hiç de hesapta olmayan gelişmeler karşısında şaşkınlığını atlatır atlatmaz, Tunus ve Mısır’da diplomatik manevralar ve hükümet değişiklikleri yoluyla devrim sürecini “kuşatma” ve “soğutma” faaliyetlerine ve Bahreyn’e yönelik Suudi askeri müdahalesini organize edip bütün gücüyle omuz vermeye girişmiş, Libya’ya “insani-ahlaki” bahanelerle saldırmıştır. Emperyalist müdahalenin temelinde ne ulusalcılarımızın iddia ettiği üzere “BOP” veya “GOP”, ne de liberallerimizin iddia ettiği gibi “insani ve demokratik” amaçlar vardır. Amaç, kitlelerin, mücadeleleriyle “yeni bir düzenin başlangıç ortamını yaratmalarını”; başlangıç halindeki bölge devriminin daha ileri aşamalara ulaşmasını engellemektir. Yani sorun, emperyalizm açısından sadece bir “petrol” sorunu değildir…

İyi de Neden Durdu?

Tabii, bu arada “Peki, eğer bütün bunlar bir devrimse neden devam etmiyor?” sorusu sorulabilir. Eğer gizliden gizliye, “Ben devrim değil dedim, inşallah her şey sönümlenip gider de ben haklı çıkarım!” veya açıkça “Ben zaten daha baştan her şeyin emperyalizmin oyunu olduğunu söylemiştim!” diyenlerden değilsek ve gerçekten bir Ortadoğu devrimi ilgimizi çekiyorsa, gelişmeleri dakik bir biçimde izlemek zorundayız. Çünkü bir önceki dönemde bölge hakkında neredeyse hiçbir şey bilmemek, bölgeyi petrol, Filistin ve İsrail’den ibaret sanmak ve elbette çok önemli olmakla birlikte “emperyalizmin oyunları” dışında olup bitenlerle hiç ilgilenmemek gibi bir “sabıkamız” vardır! Bu nedenle daha bir alçakgönüllü olmakta, bu defa Arap ve diğer Ortadoğu emekçilerinin sorunlarına ve o alanda meydana gelen devrimci süreçlere karşı daha ilgili davranmakta yarar var. Öncelikle Mısır ve Tunus’ta (mutlaka) bir şeyler olmaktadır; biz irili ufaklı gelişmeleri, sürecin bu aşamasındaki dinamikleri bilmiyor ve duymuyor olsak da böyledir.

Hercai gönüllü medyamızın, daha başka durumlara ilgisi, bazen kasıtlı bir suskunluğa bürünmesi bizleri yanıltmamalıdır. (Mısır’da daha önce meydana gelen el Mahalla grevlerini “büyük medyamızdan” duyan kaç kişi var?) Toplumsal gelişmelerin yönünü ve karakterini belirleyen unsur, (çağımızda bile!) medyanın ona yönelik ilgisi değil, kitlelerin karşılarına çıkan sorunların bilincine varması ve buna karşılık gelen örgütlenme ve eylem düzeyleridir. Zaten bir devrimin “aşamaları” da kendilerine denk düşen “hükümet” biçimleriyle değil, bu bilinç, örgütlenme ve eylem düzeyiyle tayin edilir. Ve hiçbir devrim düz bir çizgi izlemez.

Devrim Devrimdir; Yenilse Bile!

Yukarıda da belirttiğimiz üzere, elbette her devrimin başarıya ulaşacağına ilişkin kesin bir tarihsel kural yoktur. Tarih yarım kalmış, ulaşması gereken sonuçlara ulaşamamış devrimlerin yanı sıra yenilgiye uğramış devrimlerle de doludur. (1848 Devrimleri, Paris Komünü, 1905 Rus Devrimi, Birinci Çin Devrimi, Alman Devrimi, Macar Devrimi, İspanya Devrimi vb.)  Ancak bu durum, ortada bir devrim olmadığı değil, sadece bu devrimlerin yenilgiye uğradığı anlamına gelir. Gerçekten neler olduğunu anlamanın en doğru yolu, olayların gelişiminin, çözümlenmek üzere önümüze getirdiği sorunları, karşımıza çıkardığı görevleri ve kitlelerin ruh hallerini irdelemektir. Tarihsel sürecin belirli bir evresinde gelişmelerin bir “devrime” dönüşüp dönüşmediğini veya karşımızda duranın bir “devrim” olup olmadığını ancak bu şekilde saptayabiliriz.

Tunus ve Mısır devrimleri, bırakın “emeğin toplumsal kurtuluşunun” yolunu açmayı, demokratik hedeflerle sınırlı bir politik devrim olarak dahi hüsranla sonuçlanabilir. İki ülkenin işçi sınıflarının (Tunus’ta görece öncü bir rol oynamakla birlikte) henüz iktidara talip bağımsız bir güç olarak ortaya çıkmamış olmaları ve sağlam bir devrimci öncünün yokluğu “hüsran” ihtimalini akla getirmektedir. Ancak bu iki örnekte de eski düzene artık katlanamaz hale gelen kitleler, “dört başı mamur bir toplumsal dönüşüm planıyla” hareket etmeseler de, “kendi kaderlerinin belirlendiği, karara bağlandığı sahaya aniden dalmışlar” ve “kendilerini siyaset arenasından ayıran duvarları yıkarak tarihsel olaylara doğrudan müdahale” etmişlerdir. Bu durum bütün devrimlerin “başlangıç ortamının” tipik bir özelliğidir. Elbette başlangıç halindeki bir devrimin mutlak bir biçimde daha ileri safhalara ilerleme “garantisi” yoktur. Troçki, Rus Devriminin Tarihi’nde bu duruma işaret ederken “Birkaç güne yayılarak süren bir devrimci ayaklanma kademeli, ama sürekli başarılar kaydederse ancak zafere ulaşabilir. Başarıların devamında kopukluk tehlikelidir; yerinde saymak kaybetmek demektir. Başarılar kendi başlarına yeterli değildir; kitlenin de uygun bir süre içinde bunun bilincine varması, sindirmesi ve değerlendirmesi gereklidir. Bir el uzatarak yakalayacakken de zaferi elden kaçırabilirsiniz. Bu tarihte çok sık görülmüştür” demektedir.

Sonuçta bütün devrimler yenilebilir ve karşıtına dönüşebilir, ancak bu onların birer “devrim” olmadığı anlamına gelmez. Bu tarihsel gerçeğin görmezden gelinmesi, “daha önceki çağın” olduğu gibi çağımızın krizinin de temel sorunu olan “önderlik krizinin” görmezden gelinmesi anlamına gelir. En azından son yirmi yılın olayları, asıl sorunun artık “kitlelerin ilgisizliği ve ataleti” değil, “önderliklerin krizi”  olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.

Sınıf  Nerede?

Devrimlerin karakteristik özellikleri, başlangıç, yükseliş ve yenilgileri üzerine ettiğimiz bunca lafın, boşlukta yüzen doktriner bir hayalperestliğin, Arap dünyasında hayali bir “proletarya devrimi” beklentisinin ürünü olduğu da söylenebilir. Ayrıca adı geçen ülkelerdeki devrimci başkaldırının sınıfsal karakteri ve işçi sınıfının rolü üzerine de tartışmak mümkündür. “Devrimci gerçekçilik” adına, üstelik olup bitenin “kitaba uymadığı”, (Tarihimiz böyle kitaplarla doludur!) Bolşevik bir partinin yokluğu veya henüz bir şeylerin değişmediği gerekçesiyle bir “devrimden” söz edilemeyeceğini söyleyenler olduğu gibi, devrimin bilgisayar başındaki işsiz ve eğitimli orta sınıfların eseri olduğu söylemi de hatırı sayılır oranda yaygın. Ayrıca, gerçekte devrim meselesiyle hiç de ilgilenmedikleri halde gazetelerdeki köşelerinde Mısır ve Tunus’ta yaşananların “klasik Marksist devrim teorisi”ne uygun düşmediğini söyleyenler bile var!

Oysa meselenin geçmişiyle ilgilenen herkesin anlayabileceği üzere Tunus ve Mısır halklarının “devrim” olarak tanımladığı sürecin basbayağı proleter bir temeli ve arka planı var. Mısır’da bugün yaşananların temelinde, yukarıda sözünü ettiğimiz el Mahalla grevleri (Aralık 2006 ve 6 Nisan 2008) , yani binlerce tekstil işçisinin ölüler ve yaralılar vererek günlerce polisle çatıştıkları işçi eylemleri yatıyor. Bu, bizim uydurduğumuz bir şey değil; ortada gerçekten de dolaysız bir etki var. Ayaklanma, 25 Ocak 2011’de, 6 Nisan 2008’deki büyük grevle dayanışma amacıyla internet yoluyla örgütlenen gençlerin (70 bin katılımcı) oluşturduğu 6 Nisan Hareketi’nin “öfke günü” çağrısıyla başlıyor. (Eylem internet başında değil, bir polis devletinin muhalifler için tehlikelerle dolu sokaklarında devam ediyor.) Üstelik işçiler yıllar süren mücadeleleri içinde oluşturdukları çok sayıda ağ vasıtasıyla kolaylıkla mobilize olup diğer emekçilerle birlikte  “ekmek-özgürlük-adalet” talebiyle eylemlere katılıyorlar; aşağıda birkaç örneğini verdiğimiz daha “somut” taleplerle birlikte. İlerleyen günlerde ülkenin birçok yerinde çok sayıda grev yaşanıyor. (Petrol işçileri, doktorlar, hemşireler, yine el Mahalla işçileri vb.) Bu grev dalgası Mübarek’in alaşağı edilmesini hızlandırıyor. Bağımsız bir sendikalar konfederasyonu örgütleme çabaları var. İşçiler, siyasi anlamda yeterince örgütlü olmamaları nedeniyle, henüz “kitlelerin” bir parçası durumunda. Bu nedenle devrimin geleceği sınıfınörgütlenme, bağımsızlık ve önderlik düzeyine bağlı.

Tunus’ta ise işçi sınıfının daha örgütlü bir güç olması (500 bin üyeli Tunus Genel İşçi Konfederasyonu- UGTT) sürecin gelişiminde daha merkezi bir rol oynamasına yol açıyor. Genel grev çağrısıyla olayların rejimi tehdit edecek boyutlara sıçramasını sağlayan sendikanın kendiliğinden gelişen kitle hareketinin örgütlenmesinde ve yönlendirilmesinde önemli bir rol oynadığı biliniyor. Hareketin hızla kitlesel karakter kazanması nedeniyle ordu halka ateş açmayı reddetmek durumunda kalıyor. Sendika, yeni bir genel grevle hükümeti düşürüyor. Ayrıca konfederasyonun sol kanadının da çabasıyla sendika içindeki Bin Ali rejimine bağlı bürokratlar saf dışı bırakılıyor; sendikayla bağlantılı bakanların geçici hükümettençekilmesi sağlanıyor. Tunus’tan, yer yer “özsavunma komiteleri” ve “işçilerin üretim sürecine katılmalarını garanti altına alan özyönetim organları” oluştuğuna dair haberler geliyor…

Devrimci dalganın bu “emekçi” karakteri ve içerdiği toplumsal potansiyel, iki ülkede de yıllar boyunca herhangi bir rejim değişikliği halinde iktidarı alacaklarına dair korkular yayılan neoliberal İslamcıların da hızlarını önemli ölçüde kesiyor; şimdi onlar da diğer neoliberal-laik suç ortakları gibi sakin, sessiz, uyumlu ve “sorumlu” bir “geçişin” peşinde!

Bütün bunlar kitlelerin rejimi yıkmaya yönelik devrimci eyleminin sınıf karakteri hakkında düşünmemizi sağlayabilir; kitleler her ne kadar “dört başı mamur bir dönüşüm planına” sahip olmasalar ve her ne kadar “ham duygularla” hareket ediyor olsalar da; bütün devrimlerin başlangıç dönemlerinde olduğu gibi…

Liberalizmin “Renkli” Hayal Dünyası ve Kapkara gerçekler!

Yazının başlarında Arap dünyasında yaşananların yol açtığı “şaşkınlığın” hemen her türlü ideolojik-politik eğilimi kesen ortak nedeninden de söz ederken bunun kimileri için (devrimci) bir  “umutsuzluktan”, kimileri için de artık gerçekleştiğine inanılan (liberal) bir “umuttan” kaynaklandığını belirtmiştim. Evet, ağır bir devrim alerjisinden muzdarip liberallerimiz mevzua “demokrasi” damarından girmekte gecikmediler. Elbette “devrimin” olabildiğince “renkli” olması ve bir an önce “mutlu sona” erişip “tadında kalması” dileğiyle!  

Burjuvazinin ve liberalizmin devrimci dönemi sona ereli çok oldu. Onlara göre, insan evladının bir “gençlik hatası”, tarihsel anlamda bir “çocukluk hastalığı” olarak devrimler artık bir daha hiç gelmemek üzere çekip gitmişlerdir. “Tarihin sonu” da zaten böyle bir şeydir. Kapitalizmin nihai zaferi her türlü romantik ve devrimci hayali geçersiz kılmış, “devrimler çağını” sona erdirmiş, bunun sonucu olarak insan evladı serbest piyasa kapitalizminin bireysel ve “can sıkıcı”dünyasına mahkûm olmuştur! Devrimci ütopyalar yerlerini liberal demokrasinin sonsuz rutinine bırakmıştır. Ve eğer artık bir “devrim” olacaksa bu “devletçi” geçmişin kaçınılmaz sonunun, yani liberalizmin kaçınılmaz zaferinin önündeki son pürüzlerin ortadan kaldırılmasına yönelik ve adeta reklam kampanyası tadındaki ‘renkli’ bir devrim olabilir!”

Bu durumda başta Mısır ve Tunus olmak üzere çeşitli Arap ülkelerinde kitlelerin, azgelişmiş ülke liberallerinin hasretini çektikleri türden bir serbest piyasa demokrasisini hedefliyor olmaları muhtemeldir! Malûm, başta gelen liberal hurafelerden biri de serbest piyasa-demokrasi özdeşliğidir. Ancak bu noktada küçük bir sorundan söz edebiliriz. Mesela Mısır ve Tunus’ta kitleler, serbest piyasa yolunda atılan “ileri” adımların ağırlaştırdığı işsizlik, yoksulluk ve sefalete artık dayanamaz hale geldikleri için bu baskı rejimlerine karşı ayağa kalkmışlardır. Aydınlatıcı olması açısından bazı bilgileri aktaralım: Fulya Atacan Radikal İki’deki yazısında “ Enver Sedat döneminde Mısır’ın dünya kapitalist sistemine entegre olması yönünde izlenen ‘açık kapı politikası’ daha çok spekülatif nitelikli, ticaret temelinde bir ekonomik liberalleşme politikasıydı. 1990’da yaşanan mali kriz sonrasında Mübarek yönetiminin Dünya Bankası destekli IMF ile imzaladığı yapısal uyum programı ise reel ücretlerin hızla düşmesine, kamu sektöründe çalışanların sayısının azalmasına ve aynı hızda olmasa bile özelleştirmelerin yapılmasına yol açtı”dedikten sonra  “2003’ten bu yana asgari ücretin belirlenemediği, özel sektörde çalışanların sadece yüzde onunun kayıt altında olduğu, dolayısıyla en temel sosyal güvenlik sisteminden yoksun kaldığı” bir yapıdan söz ediyor. Bu arada Mısır nüfusunun yüzde yirmisinin günde bir dolardan az bir gelirle yaşamak zorunda olduğunu da belirterek. Böylece 2000’lerin başından itibaren giderek artan grevlerin nedenini de anlamış oluyoruz. Bu nedenle, hiçbir liberal ağızdan bu ülkelerdeki diktatörlüklerin sosyoekonomik altyapısına dair herhangi bir söz duymamız mümkün değil. Eğer varsa, birkaç siyasi “mırın kırın”ın dışında bugüne kadarki liberal “suskunluğun” asıl nedeni bu ülkelerde serbest piyasa düzeninin epeyce bir ilerleme kaydetmiş olmasıdır. 

DB ve IMF Destekli Polis Liberalizmi!

Biz uydurmuyoruz, ortada koskoca bir IMF raporu var. Raporda, 2004’ten sonra hızlanan kapsamlı reformlar sayesinde Mısır’ın anlamlı bir ilerleme kaydettiği; bütçe açığını ve kamu borcunu azaltmak isteyen hükümetin, özel sektörün büyümeyi sürüklemesi için kamu borcunu milli gelirin yüzde üçüne indirmek niyetinde olduğu; bu amacın gerçekleşmesi için enerji sübvansiyonlarında ve emekli aylıklarında reformların belirleyici olacağı belirtilmektedir.

Bu kadar da değil, Ülke zenginliğinin yüzde doksanından fazlasının on ailenin elinde toplandığı Mısır, Dünya Bankası’nın “dünyanın en aktif  reformcuları” sıralamasında dört yıl üst üste ilk onda yer almıştır. DB’nin övdüğü reformlar arasında ortalama gümrük tarifelerinin dünyadaki en düşük oranlardan birine (%6.9), kurumlar ve gelir vergilerinin %32 ve %40’tan %20’ye indirilmesi de yer alıyor. Bu arada her zaman, her yerde olduğu üzere “devletin ağırlığı”ndan da şikâyet ediliyor ve elbette bütçede kemer sıkmanın yararlı olacağı belirtiliyor. Tabii ki, Mübarek ailesinin her türlü iktisadi faaliyetten aldığı komisyonlardan pek söz etmeden. Çünkü Mısır’daki serbest piyasacı reform dalgasının mimarı, kendisi de bir yatırım bankacısı olan oğul Cemal Mübarek! “Mahdum Hazretleri”, rol modelinin neoliberalizmin ünlü “kadın evliyası” M. Thatcher olduğunu özellikle belirterek şunları söylüyor: “Halkın hoşuna gitmese de, bazı reformları hazırlayıp uygulayabilecek cesaretli liderlere gerek var. Devletin ekonomideki rolünün azaltılmasını ve özel sektöre daha fazla özgürlük verilmesini hedefliyoruz. Çabalarımız artık meyve veriyor.”

Hem uluslararası kapitalist kurumların, hem de “Mahdum”Cemal beyin övgüyle söz ettiği reformlar sonucu Mısırlı emekçiler ya işsiz kalmışlar ya da bir iş bulabilmişlerse giderek daha kötü koşullarda çalışmak zorunda kalmışlar ve daha da yoksullaşmışlar. Tunus’ta da durum aynıdır. İşçiler, bu nedenle korku duvarını aşıp büyük bir öfkeyle ayağa kalktıklarında, genel bir demokrasi ve özgürlük talebinin yanı sıra ücretler, çalışma saatleri ve diğer çalışma koşulları ve elbette işsizlik konusunda talepler ileri sürüyorlar.Anladığımız kadarıyla Mısırlı işçilerin derdi, henüz tamamlanmamış serbest piyasa reformlarının bir an önce tamamlanması veya buna “denk düşen” türden bir demokrasi değil! İşçi sınıfının asıl sorunu, zaten bu “reformlardan” ve (başka şeylerin yanı sıra) bu reformlara boyun eğmeleri için kendilerini bir cendere içinde tutmaya çalışan polis devletinden kaynaklanıyor. Bu nedenle “Mahdum Bey”in “Halkın hoşuna gitmese de…” diye ifade ettiği serbest piyasa reformları için gerek duyulduğunu söylediği “cesaretli liderler,” bu cesareti ancak işçi sınıfının örgütsüzlüğünden veülkenin her yanını sarmış polis örgütünden alabilirler! Kısacası mesela Mısır ve Tunus koşullarında bir serbest piyasa düzeni, ancak şu veya bu biçimdeki bir “polis devleti”nde(Bizdeki nispeten modern ve “demokratik”  örneğinde de görüldüğü gibi!) mümkün olabilir. Bu ülkelerdeki işçilerin ve elbette bütün emekçilerin talep ettikleri demokrasi, en sınırlı bir bilinç düzeyinde dahi, sosyal ve ekonomik taleplerine denk düşen bir demokrasi olmak zorundadır. Bu talepler de ortadadır: 48 saatlik iş haftasının 42 saate indirilmesi; aylık ücretlerin 120 dolardan 200 dolara çıkartılması (en düşük maaş 30 dolar) ve ücret eşitsizliğine son verilmesi; işsizlik sorunun çözülmesi vb. Yani “reformların” kapsamının genişlemesiyle daha da beter hale gelecek olan yaşam ve çalışma koşullarının düzeltilmesi! Kısacası her biri liberal ekonominin “rekabet gücünü” ve işverenlerin “yatırım isteğini” azaltacak bir yığın talep!

Gazetelerde yer alan “Patronlar yurtdışına kaçıyor” veya“İşçiler patron dövüyor!” haberlerinden veya (gazetelerde pek yer almayan) çok sayıdaki grev haberinden de anlaşılacağı üzere Tunus ve Mısır emekçilerinin ruh halleri ve bu ülkelerdeki gerçek durum liberallerin “demokratik pişkinlikleriyle” tam anlamıyla çakışmıyor. Liberallerin aradığı  “uyum” ancak devrimci dalganın kırılıp sona ermesi ve yerini gericiliğin almasıyla mümkün olacaktır.

Son Olarak…

Arap halklarının yarattığı devrimci dalga, “devrim” sorununu yeniden ve bütün haşmetiyle gündeme getirmiştir. Bu nedenle,en azından son yirmi yıldır dünya ve bölge sorunlarına bakışta egemen hale gelmiş olan “uluslararası ilişkiler uzmanı” veya “düşünce kuruluşu” bilmem nesi mantığının devrimci bir tarzda aşılması zorunludur. Tarihi kitleler yapar. Esas olan sınıfsal-toplumsal dinamiklerdir. “Dış güçlerin” etkisi ancak dönemin uluslararası şartlarıyla, ülkelerin tarihsel, toplumsal, ekonomik ve politik şartlarının bütünlüğü içinde anlaşılabilir. Olayların “moleküler süreçleri”, yani uzun yıllar boyunca meydana gelen “binlerce küçük hadise, sinir bozucu küçük olay” ve birikim, dış güçlerden çok daha önce, adım adım etkisini gösterir. Zaten tarihi, bir komplo teorisi ve kışkırtıcıların eseri olmaktan çıkartan da bu süreçlerin anlaşılmasıdır.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında