DAĞIN FARE DOĞURMASI, REJİMİN TÜKENMESİ, HUZURSUZ BURJUVALAR VE BİR UMUDUN YEŞERTİLMESİ..!

DAĞIN FARE DOĞURMASI, REJİMİN TÜKENMESİ, HUZURSUZ BURJUVALAR VE  BİR UMUDUN YEŞERTİLMESİ..!

AKP büyük kongresi ile ilgili yaygın kanı “dağın fare doğurduğu” yönünde. Oysa kongre öncesinde RTE ve rejim sözcülerince yaratılmaya çalışılan hava tam tersini amaçlıyordu. Gerçekten inandıkları için mi, yoksa taraftara gaz vermek veya göz boyamak için mi bilinmez, büyük bir atılımın eşiğinde oldukları havasını vermeye çalışıyorlardı. Hatta bir rejim sözcüsü, geçmiş 19 yıllarının bu yeni dönemin hazırlığından başka bir şey olmadığını, her şeyin “asıl şimdi” başlayacağını söylüyordu. Oysa hem kongrenin zorlamalı ve “virüslü” havası, hem de yerel kongrelerdeki zoraki coşku, iktidarın “ölmekte olan bir yıldız!” misali enerjisini hızla tükettiği gösteriyordu. İktidar, varsayılan “inandırıcılığını” ve iddia ettiği “ahlaki üstünlüğü” tamamen kaybetmiş ve giderek daha fazla skandalın öznesi haline gelmiş durumda. Son derece yetenekli olduğu “akçeli işler” dışındaki, yönetime ilişkin bütün icraatları, sadece aleni bir başarısızlık ve beceriksizliğin değil, aynı zamanda çok yönlü bir yozlaşma, çürüme ve kokuşmanın da işareti.

Bugün iktidara ve esas olarak da onun şefine “inancını” muhafaza eden kesimin çoğunluğunu oluşturan “sıradan” insanların bu inancının, bazı sokak röportajlarından da anlaşılacağı üzere, artık tamamen akıl ve mantık dışı biçimler aldığı ve giderek daha da saçma ve trajikomik gerekçelere dayandığı görülüyor. (Bu, “Ama adamlar yol yapıyor!”un ötesinde bir şey!)

“Zorunluluğunu” ve “akla uygunluğunu” kaybetmiş bir rejim!

Bu, “akıldışı” durumun çok daha ciddi ve temel bir nedeni var elbette. Destekçi kitlesinin, zihninde ve dilinde saçma-trajikomik biçimler alsa da, bu durum tarihsel, toplumsal, siyasal, ideolojik-kültürel ve ahlaki planda ortaya çıkan bir tükenişin, bir “akıldışılığın” yansıması. Evet, iktidar sözcüleri her ne kadar “Daha yeni başlıyoruz!” deseler de bu akım, giderek artan ölçülerde inandırıcılığının yanı sıra, tarihsel ve nesnel anlamda “zorunluluk” ve “akla uygunluk” gibi niteliklerini de kaybetmiştir. Kısacası “tarihin diyalektiği” bu iktidar için de hükmünü vermiş bulunuyor. Ağır 2001 krizinin yol açtığı siyasi çöküş ve boşluğun Türkiye kapitalizmi ve elbette uluslararası kapitalizmin ihtiyaçları açısından yarattığı bir “zorunluluğun” sonucu olarak iktidara gelen ve bu anlamda belirli bir uluslararası konjonktürde “rasyonel” bir işleve sahip görünen AKP iktidarı, değişen dünya koşullarında ve bugün geldiği noktada (Saray rejimi) yerli ve yabancı mali sermayenin gözünde bu niteliklerini kaybetmiş bulunuyor. Rejimin gücünü ve enerjisini kaybettiği oranda, daha dar ve radikal bir tabana odaklanması ve kendi eseri olan ve devlet ihalelerinden beslenen bir büyük sermaye kesiminin çıkarlarına bariz bir öncelik tanıması, geleneksel büyük sermaye ile olan ilişkilerini daha da bozmuştur. Büyük burjuvaziyi huzursuz eden bir diğer husus ise, iktidarın halkın en temel ve hayati ihtiyaçlarını da karşılayamaz hale gelmesidir! (büyüyen işsizlik, daha beter bir yoksullaşma vb) Bu işin büyük sermayeyi ilgilendiren yönü, emekçi sınıfların tepkilerinin denetim altında tutulup tutulamayacağıdır. Büyük sermaye, iktidardan, iktisadi krizin çözümünde, kendi çıkarlarına uygun, ancak sınıf mücadelesinin şiddetlenip kitleselleşmesini de engelleyecek bir çözüm istemektedir. Bu çözüm tek başına emekçilere yönelik şiddete dayanamaz. Bu aynı zamanda başta işsizlik olmak üzere pandeminin iyice ağırlaştırdığı sorunların maddi yükünün tamamen devletin (aslında halkın) sırtına yıkılmasını kapsayan bir çözüm olmalıdır.

Patronların “demokrasi” talebinin sebebi hikmeti, “70’ler” benzetmesi ve rejimin endişeleri!

TÜSİAD’ın son açıklamalarını öncelikle doğrudan sınıf çıkarları bağlamında ele almak gerekmektedir. Büyük patronların “demokrasi-hukuk-öngörülebilirlik- şeffaflık” vb. konulardaki talepleri, esas olarak rejimin antidemokratik politika ve uygulamalarının işleri iyice çığırından çıkarma tehlikesinin yanı sıra, kendi sermaye-yatırım güvenlikleri (müsadere korkusu dahil), devlet kaynaklarından uygun pay talepleri ve uluslararası sermayeyle ilişkilerinin sağlığıyla ilgilidir. Ancak TÜSİAD sözcülerinin son açıklamalarındaki bazı benzetmeler, sorunun bir başka ve hassas bir yönüne işaret etmektedir. “70’ler” benzetmesi büyük sermaye açısından işlerin farklı bir noktaya gelmekte olduğunu (veya geldiğini!) göstermektedir. Tuhaf olan, olur olmaz her şeyi bir “darbe” iması olarak gören iktidarın bu konuda henüz hiçbir şey söylememiş olmasıdır! Oysa kendilerinden “Ey TUSİAD…” diye başlayan ve bu patron örgütünün 12 Eylül darbesindeki rolünü hatırlatan bir çıkış beklerdik! Henüz böyle bir çıkış yok. Bu sükunetin şu sıralar yerli ve yabancı sermaye ile “kabullenilme” karşılığı uzlaşma çabalarından kaynaklandığı da söylenebilir. Ancak rejimin sorununun sadece büyük sermaye ve Batı ile ilişkilerin yoluna koyulması ve ekonomik krizi bir ölçüde atlatma amacıyla sınırlı olmadığını ve esas sorunun rejimin ve temsil ettiği vazgeçilemez çıkarlar ağının (ve bir suç zincirinin) ayakta tutulması olduğunu biliyoruz. Koşul bu olunca, sermayeye güven vermeye dönük reformların hayata geçmesi ve büyük burjuvaziyle kalıcı ve güvenli bir uzlaşma ihtimali de iyice zayıflamaktadır.

O sermaye ki, nice evladını yemiştir!

Böyle bir rejimin “ebediyen kalıcı olma” hedefi ve “sonsuzluk” iddiası da (mesela “2071!”) sermaye açısından ciddi bir sorundur. O sermaye ki, işleri sarpa sardırdıkları, yeterince başarılı olamadıkları, yönetemez hale geldikleri için nice mutemet adamını, sadık evladını “yemiştir”; üstelik de seçim kaybetmeleri halinde fazla direnmeden gideceklerini bildiği halde. Sermaye sınıfsal açıdan, sadece siyasi partilerin “hizmet aşkına” değil, aynı zamanda bu hizmetin başarı derecesine ve kendisi için maliyetine de bakar. Hem uluslararası planda, hem de içeride büyük sermayenin, ekonomik ve siyasi olarak eski “mutlu günlere” dönmenin imkânsız olduğu bilinciyle, iktidara bundan böyle ancak “kerhen” katlanabileceğini; muhalefetten bir şey çıkmaması halinde koşullara göre başka çareler arayacağını (hatta aramakta olduğunu) tahmin edebiliriz. Bu koşullarda, ABD’nin soğuk tutumunun, TÜSİAD’ın “70’ler benzetmesinin ve emekli amirallerin bildirisinin, bir arada düşünüldüğünde, iktidar için derin bir endişe nedeni olması normaldir.

İktidarın reform vaatlerinin kimseyi inandıramaması, hemen ertesi gün bildiğini okumaya devam etmesi tesadüf değildir. Saray rejimi, bırakın “ileri demokrasiyi” asgari demokrasi koşullarında bile ülkeyi yönetemeyecek hale gelmiş ve dönülmez yollara girmiştir. Böyle durumlarda iktidarlar eliyle girişilen “reform” çabalarının çoğu zaman yıkımı hızlandırdığına dair pek çok tarihsel örnek vardır. Gerçekte bir “reform” şansı kalmayan rejimin çeşitli nedenlerle ağırlığını taşıyamayıp kendi içine çökme ihtimali dışında, Bahçeli’nin deyişiyle “Her ne pahasına olursa olsun” ayakta kalma çabalarının Türkiye’ye pek çok yönden ağır hasar vermesi kaçınılmazdır.

AKP, işçi sınıfı için hiçbir zaman bir “zorunluluk” olmadı!

Bugün nasıl algılanıyor olursa olsun dönemin koşullarında ve elbette o günkü haliyle AKP iktidarının ekonomik ve politik olarak emperyalist sistemin büyük güçleri ve yerli mali sermaye için bir zorunluluk ve rasyonel bir alternatif olduğunu belirtmiştik. Ancak bunun bir de işçi sınıfı ve emekçileri açısından ne anlama geldiğinde de söz etmek gerekiyor. AKP iktidarı bugün olduğu gibi o gün de işçi ve emekçiler için bir “zorunluluk” veya “rasyonaliteyi” ifade etmiyordu. Aksine işçi sınıfının genişçe bir bölümünün iktidara (ve MHP’ye) verdikleri destek, son derece düşük bir örgütlenme ve bilinç düzeyinin, her türlü yardıma muhtaç bir işsizliğin, yoksulluğun siyasi önderlik yokluğunun eseridir. İktidarın neoliberal sosyal yardım sisteminin “sırrı” yoksulların bağımlılığını garanti altına alan bir “sürdülebilir sürünme” mantığına, yani yoksulluğun sürekliliğine dayanıyordu. Bu aynı zamanda işçi sınıfını, toplumsal planda sınıf bilincinden yoksun, kolayca güdülebilir “fakir fukara, garip gureba” durumuna düşürme stratejisiydi.

Kürt siyasi hareketinin rolünü saymazsak, Türkiye’de siyaset uzun bir süredir düzen güçleri ve sermaye fraksiyonları arasındaki çıkar çatışmalarıyla sınırlıdır. Bunun böylece devamı halinde çatışmaların sonucu ne olursa olsun büyük sermayenin toplumsal egemenliğine bir halel gelmeyeceği açıktır. Türkiye’nin sonsuz bir “kabusa” dönmüş bu “kötü kaderinin” değişmesi işçi sınıfının, emekçi kitlelerin “siyaset arenasına” örgütlü ve bağımsız bir güç olarak girmesine bağlıdır. İşçi sınıfı ancak bu şekilde kendi taleplerini ön plana çıkarıp patronların ve onların siyasi sözcülerinin çizdiği sınırları aşabilir. Ancak sorun sadece işçi sınıfının bugünkü bilinç düzeyiyle değil, aynı zamanda devrimcilerin, sosyalistlerin bilinç düzeyi ile de ilgilidir. Var olan “çaresizliği” burjuva demokrasisini ihya etme iddiasındaki “geniş cephelere” kıyısından dahil olarak, burjuvazinin liberal veya ulusalcı temsilcileriyle, bir takım “burjuva demokratlarla” ittifaklar kurarak veya var olan ittifaklara dahil olarak aşmak mümkün değildir. Yapılması gereken hem yeni rejime, hem de diriltilmeye çalışılan eski rejime alternatif bir geleceği hedefleyen, bir emekçi ittifakı, bir birleşik emek cephesi yaratma mücadelesine girişmektir. Nesnelliğin bu derece devrimci olduğu koşullarda buna karşılık gelen devrimci bir alternatifin yaratılması için çaba sarf etmek ve umulmadık patlamalara hazır olmak tarihi bir görevdir.

İktidarın son büyük kongresinde de tescillenen tükenmişliği, düzen içi muhalefetin korkaklığı, devletin hali ve burjuva düzeninin çürümüşlüğü sadece büyük tehlikelere değil, büyük umutlara da işaret etmektedir. Sonucu değiştirmek ve umudu yeşertmek mümkündür.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında