SORUN SADECE BU REJİM Mİ?

SORUN SADECE BU REJİM Mİ?

Ekim Devrimi’nin önderlerinden Troçki, “Rus Devriminin Tarihi” adlı eserinde şöyle der: “Bir devrimin asli öncülleri var olan toplumsal rejimin ulusun gelişmesinin temel sorunlarını çözmekten aciz oluşunda yatar. Bununla birlikte devrim ancak toplum bileşiminde tarihin koyduğu sorunları çözmek üzere ulusun başına geçebilecek yeni bir sınıfın bulunması durumunda mümkün olur. Devrimin hazırlanması süreci, ekonominin ve sınıfların çelişkilerinden kaynaklanan nesnel görevlerin kanlı canlı insan kitlelerinin bilincinde kendine bir yer açmasından, bu bilincin veçhelerini değiştirmesinden ve yeni siyasi güç dengeleri yaratmasından oluşur.”

Bu alıntının, içinde “devrim” sözcüğü geçmesi nedeniyle, halihazırdaki durumumuz açısından bir çeşit “münasebetsizlik” olduğu da söylenebilir! Ancak bence öyle değil. Şimdilik “yaklaşmakta olan bir devrimden” söz edemiyor olsak da Troçki’nin bu saptamalarının evrensel nitelikleriyle sadece tarihsel değil, güncel bir değer taşıdığını da düşünüyorum. Epeyce bir zamandır emek güçlerinin içinde yol almakta olduğu berbat koşullar (yani aslında nesnel temelleri de olan öznel koşullarımız) bizi yanıltmasın; bu durum, devrimci teorinin geçersizliğini değil, doğruluğunun olumsuz yönden de olsa kanıtlandığını gösteriyor.

Gerekliliğini, Zorunluluğunu Ve Meşruiyetini Kaybetmiş Bir Düzen                                           

Güncel duruma ilişkin olarak Troçki’nin yaklaşımını esas alarak şunları söyleyebiliriz: Türkiye’nin rejimi hem politik hem de toplumsal açıdan ulusun gelişmesinin temel sorunlarını çözmekten acizdir.  Burada sadece şu anda yürürlükte olan politik rejimden (Saray rejimi) değil, aynı zamanda bir sınıf egemenliğinin, devletin sınıf karakterinin ifadesi olarak toplumsal rejimden de söz ediyorum. Muhalefetin kahir ekseriyeti, var olan koşulların dehşetiyle sadece “Saray rejiminin kötülüklerine” odaklanmış olsa da Türkiye’nin temel sorunu, egemen burjuva düzeninin tarihsel planda hem politik hem de toplumsal gerekliliğini, zorunluluğunu ve bu bağlamda meşruiyetini kaybetmiş olmasıdır. Kısacası, var olan rejim (düzen) politik ve toplumsal yönleriyle “ulusun” gelişmesinin önüne devasa ve mutlaka aşılması gereken bir engel olarak dikilmektedir (Hatta pandemi vs. sorunlar karşısındaki tutumu düşünüldüğünde ölümcül bir tehlike!). Dolayısıyla sorun, sadece güncel olarak neo-bonapartist Saray rejiminin (veya burjuvazinin farklı baskı rejimlerinin) yıkılması değil, tarihsel olarak burjuva egemenliğinin de sona erdirilmesi zorunluluğudur.

Banksy

Çürümenin Uzun Geçmişi Veya Hasretle Anılacak Bir Geçmiş Var Mı?

Bu düzen çürümüştür; ancak bu çürüme AKP iktidarı ve yeni rejim döneminde giderek tam bir “kokuşmaya” (tefessüh) dönüşmüş olsa da yeni bir şey değildir. Daha uzak geçmişi bir yana, sadece 80’li ve 90’lı yıllarda yaşananlar bile bugün gelinen noktayı açıkça anlamamıza yeter.  2002 sonrası AKP iktidarı ve devamında kurulan Saray rejimi “en parlak başarılarını” 80’li ve 90’lı yılların ekonomik, politik ve toplumsal süreçlerine, çürüme ve rezaletlerine borçludur. Bu yıllar aynı zamanda işçi sınıfı mücadelelerinin ve sosyalist hareketin ciddi bir gerileme sürecine girdiği ve toplumsal-politik etkisini büyük ölçüde kaybettiği yıllardır. Buna paralel olarak aynı dönemde, devlet desteğiyle yayılan dinci ve faşist gericilik, şoven milliyetçilik güç kazanmış, adım adım “merkez siyaset” haline gelmiştir. Özellikle 90’larda yaşananlar; bankaların hortumlanması, Kürt halkına yönelik şiddetin gölgesinde devreye giren devlet-mafya iş birliği (ortak suç organizasyonları), devlet içi hesaplaşmalar, siyasi cinayetler, yargısız infazlar, kaçırılıp kaybedilen insanlar, birbirini takip eden ekonomik krizler ve yıkıcı 2001 krizini emek düşmanı “Derviş Reformları” sayesinde çözen geleneksel merkez partilerinin çöküşü… Bunlar AKP’yi iktidara getiren ve ona yaptığı her işi “reform” olarak pazarlama imkânı sağlayan bir geçmişin belli başlı kilometre taşlarıydı.

Bugün göklere çıkarılan “parlamenter rejim” zaman zaman doğrudan ordu müdahaleleriyle “ayar verilen”, asker-sivil yüksek bürokrasinin nezaret ettiği “yarı –bonapartist” bir kontrol rejiminden başka bir şey değildi. Kısacası, mizah dergilerinde ülkenin sivil yöneticilerinin karikatürleri çıkabiliyor olsa da ortada öyle dört başı mamur, kimsenin günü geldiğinde bedel ödemekten, “cehennem meleklerine” hesap vermekten korkmadan siyaset yapabildiği bir demokrasi falan yoktu. Zaten o “demokrasinin” tutar tarafı olsaydı bugünkü duruma bu kadar kolay gelinmezdi. Dolayısıyla bu ülkenin öyle hasretle anılabilecek bir mazisi hiçbir zaman olmadı.

O nedenle, “mutlu ve özgür bir gelecek” adına bizi sürekli geçmişteki bir “altın çağa” götürmeye çalışan burjuva muhalefete güvenmemiz, onun peşine takılmamız için hiçbir neden yok. Sadece asker-sivil farklı siyasal biçimleriyle değil, toplumsal anlamıyla da burjuva rejimi, değdiği her şeyi “enfekte” eden mikroplarla dolu bir bataklıktan başka bir şey değil. Bu toplumsal temelin yarın yine aşağı yukarı aynı sonuçları, hatta daha da beterlerini doğuracağını öngörebiliriz.

Bu bakımdan bugün “Yeni Türkiye’de” yaşadıklarımız, devlet ve toplum düzenindeki bir “bozulmadan” ziyade bu ülkenin çeşitli biçimlerde örtülmeye çalışılan kadim siyasi ve toplumsal gerçeklerinin, her türlü denetimden muaf otokratik bir rejim altında tamamen doygunluk veya bir sıçrama noktasına ulaşarak aleniyet kazanmasından başka bir şey değil.

Tarihin Önümüze Koyduğu Görevleri Kim Çözecek?

Tekrar başa dönecek olursak hem uluslararası hem de ulusal düzlemde, bir dünya sistemi olarak kapitalizmin ekonomik, sosyal, siyasal, ekolojik ve kültürel plandaki kriziyle şekillenen nesnel koşulların sağladığı devrimci imkân ve avantajlarla, öznel koşullarımızın halihazırdaki “zavallılığı” arasında çok büyük bir çelişki olduğunu söyleyebiliriz. Troçki’nin bir devrim için varlığını şart koştuğu, (asli öncül olarak gördüğü) “tarihin önümüze koyduğu sorunları çözmek üzere ulusun başına geçebilecek bir sınıf” kuşkusuz vardır ve bu işçi sınıfıdır. Kimileri çeşitli nedenlerle ve en önemlisi devrimci olmayan saiklerle varlığından kuşku duysalar da bu böyledir. Ancak sınıfın nesnel varlığı tek başına devrimci bir sürecin, toplumsal önderlik, politik önderlik vb sorunlarını çözmeye yetmemektedir. Troçki’nin de vurguladığı üzere, “Devrimin hazırlanması süreci, ekonominin ve sınıfların çelişkilerinden kaynaklanan nesnel görevlerin kanlı canlı insan kitlelerinin bilincinde kendine bir yer açmasından, bu bilincin veçhelerini değiştirmesinden ve yeni siyasi güç dengeleri yaratmasından oluşur.” Nesnel koşullar insan iradesiyle değiştirilemeyen koşullardır; ancak en önemli öznel koşul olarak insan bilincinin değiştirilmesi yine insan eylemiyle mümkündür.  Yükselen bir sınıf mücadelesi, sınıfın mücadele içinde örgütlenmesi ve devrimci bir politik önderliğin, yani devrimci partinin inşası ile “at başı” yürüyecek olan bu süreç belirli bir düzeye ulaşmadan gidişatı değiştirmek, emeğin toplumsal kurtuluşunu sağlayacak yolu açmak mümkün olamayacaktır.

Devrimci Marksist düşünceye göre, kendine has yasaları olan bilinç, maddi gelişmeleri geriden takip eder. Yani bilinç hiçbir biçimde maddi gelişmelerin, mesela bozulan bir ekonomik durumun doğrudan yansıması, otomatik sonucu değildir. Hiçbir “aydınlanma” veya dönüşüm pasif bir beklentinin sonucunda ortaya çıkmaz. Devreye siyaset, örgütlenme, devrimci fikirler, programlar, irili ufaklı çok sayıda günlük mücadele vb. unsurlar girmeden “ekonomik ve sınıfsal çelişkilerden kaynaklanan nesnel görevlerin emekçi kitlelerin bilincinde kendine yer açması, ona yeni bir yön vermesi ve yeni bir güç dengesinin ortaya çıkması” mümkün değildir.

İşçi sınıfının, tarihin bir toplumun önüne koyduğu sorunları çözmek üzere ulusun başına geçebilmesi, sınıf bilincinin önündeki engellerin devrimci bir tarzda aşılmasına bağlıdır. Ama bundan önce işçi sınıfı hareketindeki anlamlı bir yükselişin sosyalist harekete gelişme, yükselme imkânı sağlayabileceğini söyleyebiliriz. Ancak bunun reformist değil de devrimci bir gelişme olabilmesi, gerçek bir kopuşun yolunu açabilmesi sosyalist hareketin saflarında, onun zihin ve eylem dünyasında yaşanacak devrimci bir dönüşüme bağlıdır.  Bu dönüşüm ne kadar erken yaşanırsa sınıf mücadelesi açısından o kadar faydalı olacaktır.

Burjuvazinin egemen bir güç olarak insanlığın gelişmesini sağlayabilmesi, bu gelişmenin önündeki engelleri ortadan kaldırması bir yana, varlığıyla insanlık için ölümcül bir tehlikeye dönüştüğü çok açıktır.  Gerçek bir demokrasinin inşasını ancak işçi sınıfı sağlayabilir. Burjuva muhalefetin “demokrasi” ve “özgürlükler” üzerine anlattığı hikâyeleri bir yana bırakırsak, özgürlüğün ancak işçi sınıfı eliyle gerçekleşebileceğini de görürüz. Zaten çoğunluğu oluşturan emekçilerin özgür ve insanca bir hayat yaşama talebinin kendilerini sömüren bir sınıf ve onu temsil eden politikacılar eliyle gerçekleşmesi mümkün değildir.

Bu nedenle işçi sınıfı sadece siyasi düzeni değil, toplumsal düzeni de değiştirmek zorundadır.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında