Dünyayı Değiştirebilmenin Tek Yolu, Sosyalizm İçin Savaşmaktır!

Dünyayı Değiştirebilmenin Tek Yolu, Sosyalizm İçin Savaşmaktır!

Pandemi ve ekonomik krizin birleştiği tarihi bir dönemden geçiyoruz. Bu durumdan kaynaklanan acımasız toplumsal kutuplaşma, dünyanın farklı ülkelerinde kitlelerin hem bilincinde hem de eyleminde ani değişikliklere yol açıyor ve devrim ile karşı-devrim arasında daha büyük çatışmalar olasılığını ortaya çıkarıyor.

Tesadüf değil, tıpkı 2020’nin başında Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi, Kolombiya’da kitleler Duque hükümetinin vahşi saldırılarına iki aydan fazla bir süredir direnişte. Sağın büyük partilerinin büyük bir yenilgiye uğradığı Şili Kurucu Meclisi zaferi gibi sonuçlar gerçekleşti.

Kitlelerin hareket biçimindeki bu değişiklikler aynı zamanda kapitalizmin reddi ve sosyalist bayrakların yükselmesine yol açabilir. Bazı anketler, örneğin, ABD’de DSA’nın (reformist örgüt) büyüdüğünü göstermektedir. Edelman’ın 28 ülkede yaptığı ankette katılımcıların %56’sının “kapitalizmin mevcut haliyle topluma yarardan çok zarar verdiğine” inandığı sonucu çıktı.

Bunun, Doğu Avrupa’daki çöküşün ardından 1990’larda ortaya çıkan “sosyalizm öldü” propagandasının yol açtığı gerilemeden geri dönüşün başlangıcı olabileceğini belirtmek önemlidir.

Pandemiden dolayı milyonlarca insanın ölümü ve ekonomik krizin bir sonucu olarak ortaya çıkan sefaletin birleşiminin neden olduğu acımasız nesnel durumun ortaya çıkardığı bir durum bu.

Dünyanın dört bir yanındaki emekçi mahallelerinde ve dahi emperyalist metropollerde bile hızla büyüyen bir açlık var.

Bu nesnel toplumsal kutuplaşma, bizi kapitalist barbarlığa karşı tek alternatif olarak sosyalizmi daha vurgulu bir şekilde savunmaya yöneltmeli. Bu ise, şu anda bilinçteki bu değişikliklere karşılık vermemizi sağlar.

Ya Sosyalizm ya barbarlık

Sosyalizmin savunulması, Marx ve Engels tarafından Komünist Manifesto’dan beri savunulan ana stratejiye geri dönüşü ifade eder. Manifesto 173 yıl önce yazıldı, ancak bugün her zamankinden daha güncel.

Manifesto’nun bir bölümü, işçilerin artan yoksulluk eğiliminden kapitalizmin sorumlu olduğuna ayrılmıştır. Bugün de dünyada ekonomik kriz ve pandemi nedeniyle işsizlik ve yoksulluk vahşice büyüyor.

Ama başka bir gerçek daha var, çok uluslu büyük şirketlere sahip bir avuç milyarderin zenginleşmesi. Örneğin Jeff Bezos bir günde, Brezilya nüfusunun yarısının (yıllık yaklaşık 120 dolar ) acil yardım ödemesine tekabül eden, 12 milyon dolar kazanıyor.

Kapitalizm, teknolojideki ilerlemenin her adımını insanlık için bir tehdide dönüştürüyor. 5G, yapay zeka, endüstri 4.0 gibi gelişmeler, insanlık için büyük ilerlemeler olabilir, daha az çalışma süresiyle daha fazla ürün üreterek tüm çalışanlar için çalışma saatlerini azaltmayı mümkün kılabilir. Ancak, bugün bu gelişmeler (kapitalizm altında) işsizlik ve sefalette niteliksel bir artış anlamına gelecek.

Büyük şirketlerin kamulaştırılması ve ekonominin planlanması, insanlığın genelinin ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlarken, sadece küçük bir azınlık olan büyük burjuvazinin devasa karlarına mal olacaktır.

Kapitalizmin en ciddi ekonomik krizi olan 1929 bunalımı sırasında, emperyalist ülkelerin GSYİH’sı yılda %20 düşerken, SSCB’nin sanayisinin 1928 ile 1940 yılları arasında yılda %16 büyüdüğünü hatırlamak yeterlidir.

Bugün insanlığın günde 4 ila 6 saat çalışması mümkün, açlık yeryüzünden silinebilir, herkes için ücretsiz-kaliteli eğitim ve sağlığın temin edilmesinin önündeki yegâne engel, kapitalizmin ve sermayedarların çıkarının bunun tam tersinden yana olması.

Mevcut pandemi, büyük şirketlerin tarımsal alanları tahrip ederek kontrolsüz genişlemenin neden olduğu ekolojik dengesizliklerin bir ifadesidir. İnsanlığın doğa ile ilişkisinde ilerleme anlamına gelebilecek yeni temiz enerji kaynaklarının geliştirilmesi, sermayenin egemenliği tarafından engelleniyor. İnsanlık, küresel ısınma ve havanın, nehirlerin ve denizlerin kirlenmesiyle birlikte bir çevre felaketinin eşiğinde. Mevcut pandemiye benzer veya daha kötü salgınlar gelecekte olacak ve hatta yeni çevresel felaketler de uzakta değil.

Bugün, fiilen barbarlığın unsurları zaten var. Bu sadece bir olasılık değil, somut bir veri halinde gerçekliğin kendisi olmaya başladı ve bu gerçekliğin düzeyi, şiddeti daha da artacaktır.

Sosyalizm bir ütopya değil, tek gerçekçi ve akılcı stratejidir. “Sosyalizm veya barbarlık” ifadesi hiç bu kadar güncel olmamıştı.

Sosyalizm, sosyalist devrim demektir

Komünist Manifesto sadece sosyalizmi “bir alternatif” olarak savunmakla kalmaz, ayrıca devrimin temeli olabilecek sınıf olarak proletaryayı işaret eder, burjuva devletini yıkıp sosyalizme doğru ilerlemeyi mümkün kılan bilimsel bir gerçeklik anlayışını ifade eder.

Marx ve Engels, bugüne kadar çok kez doğrulandığı biçimde, burjuva devlet içinde parlamenter evrim süreciyle sosyalizme ulaşma olasılığı görmediler. Bu yüzden sosyalist bir devrimi savundular.

Proletaryanın tarihte ilk kez iktidara geldiği Paris Komünü’nden (1871) sonra, Marx ve Engels, yalnızca iktidarı almanın değil, burjuva devletini yıkmanın ve yeni bir hükümet tipi inşa etmenin de gerekli olduğunu dile getirdiler. Proleter Devlet; proleter demokrasi, proletarya diktatörlüğü.

Her burjuva devleti, burjuvazinin diktatörlüğüdür. Neden? Çünkü bir avuç milyarderin elindeki üretim araçlarının özel mülkiyetinin dokunulmaz olduğu gibi bazı kutsal emirlere dayanır. İster monarşi, ister diktatörlük veya cumhuriyet olsun, burjuva devlet büyük şirketler tarafından kontrol edilir. Bu nedenle, yaklaşık iki yüzyıldır reformist partiler “devleti içeriden değiştirmeye” çalıştıkları her seferinde başarısız oluyor. Yanlış bir varsayımdan yola çıkıyorlar, o da; “Devlet ve rejim, demokratik bir cumhuriyet altında, parlamenter yollarla, yani Kongre’de çoğunluğun seçilmesiyle değiştirilebilir.”

Ama gerçekte olan bunun tam tersi: Değişen, burjuva devletini yöneten, devlet üzerindeki burjuva diktatörlüğünü kabul eden reformist partilerin kendileriydi. Çoğunluk olarak koalisyon hükümetlerine katıldıkları zaman, hatta tek başına hükümet olduklarında bile kapitalist burjuvazinin stratejik çıkarlarına göre davrandılar.

Manifesto’nun stratejisi hem Avrupa sosyal demokratlarının hem de arada sosyalizmden bahseden, ama sosyalist devrimden ve burjuva devletin yıkılmasından asla söz etmeyen PT ve PSOL gibi seçime dayalı, reformist partilerin tüm retoriklerini reddeder.

Geçen yüzyılda Sosyal Demokrasi, işçilerin somut mücadelelerinde sosyalist stratejiyi bir kenara bırakarak, sadece tatillerde sosyalizmden bahsetmesiyle biliniyordu. Sosyalizme giden “parlamenter yol” her seferinde başarısız oldu. Sağcı bir askeri darbenin Allende’nin reformist hükümetini sona erdirdiği 1973 Şili trajedisi de buna bir örnektir.

Doğu Avrupa’da Gorbaçov bürokrasisinin başını çektiği kapitalizmin restorasyondan sonra, kapitalizm bunun uzak bir hayal olduğunu söyleyerek “sosyalizmin ölümünü” ilan etti. Strateji, parlamenter yollarla “radikal demokrasi” ve “sermayeyi insancıllaştırma reformları” haline gelerek, sosyalizm olmaktan çıktı.

Bu “hümanist reformlar”, Brezilya’daki PT hükümetlerinde veya Yunanistan’daki Syriza hükümetinde görülebileceği gibi, daha da büyük bir başarısızlığı ortaya çıkardı. Syriza, PSOL gibi anti-kapitalist bir partiydi ve tıpkı Avrupa Sosyal Demokrasisi gibi neoliberal hükümeti yönetiyordu.

Sosyalizme giden tek gerçekçi yol, Marx ve Engels’in Manifesto’da savundukları yoldur: sosyalist devrim.

Sosyalizmi savunmak, Stalinizmi reddetmek demektir

1917 Rus Devrimi, tarihte ilk kez proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ve onu korumayı başarması ile insanlık için tarihi bir örnek teşkil ediyordu. Ne yazık ki, bu örnek Stalinizm eliyle işçilerin hafızasından silindi.

Dünya burjuvazisi, sosyalizmi Stalinizm ile özdeşleştirmek için sürekli bir kampanya yürüttü. Brezilya’daki PCdoB ve PCB gibi dünyadaki diğer komünist partiler de aynı şeyden bahsediyorlar: Stalinizm, Lenin’in Bolşevik partisinin devamlılığıdır.

Bu devasa bir tarihi sahtekarlıktır. Stalinizm, Lenin ve Troçki tarafından yönetilen işçi devletini bürokratik bir diktatörlüğe dönüştüren bir karşı devrimdi.

Marx ve Engels’in bütün stratejisi, işçi sınıfının bir sınıf olarak iktidarda olduğu ve onu demokratik olarak yönettiği bir devlet stratejisiydi.

İç savaşın sınırlamalarına rağmen, Rus işçi devletinin ilk yedi yılı, proleter demokrasisinin, sömürülenlerin modern tarihindeki en zengin deneyimdi.

Burjuva demokrasisi, gerçekte, bir sermaye diktatörlüğüdür. Burjuvazi ekonomiyi kontrol ediyor, “iktidar” ve “muhalefet” partilerinin seçim kampanyalarını finanse ediyor, medyayı (TV, gazeteler, internet kanalları) kontrol ediyor. Sermaye böylece çoğu zaman kitlelerin bilincini ve seçimleri kontrol edebilir. Sonuç, seçimi kimin kazandığına bakılmaksızın, ekonomik planların benzer olmasıdır: işçilerin sömürüsüyle milyarderleri daha da zengin yapmak.

Rus Devrimi’nin ilk yedi yılında, işçiler Sovyetlerde Devlet işlerini günlük işler bazında ve demokratik yöntemlerle tartıştılar; sovyetlerde Rus ekonomisinin, barışın ve savaşın yönlerini tartıştılar ve kararlar aldılar.

Sovyetlerde partilere tam özgürlük vardı. Buna hükümetteki sol Bolşevikler ve SRS, sağ Menşevikler ve SRS’ler ve hatta beyaz generaller ve Avrupa emperyalistleriyle ittifak yaparak devrime karşı silahlı mücadeleye dönene ve bu yüzden yasadışı ilan edilene kadar burjuva partileri de dahildi.

Rus Devrimi ile burjuvazi ekonominin ve medyanın kontrolünü kaybetmiş, burjuva partilerinin arkalarında paranın gücü kalmamıştır. Tartışmada galebe gelen sermayenin değil fikirlerin gücüydü. Ekonomi, pandemi vb. ile ne yapılacağına karar vermek için büyük şirketlerden, burjuva medyasından ve sahte haberlerden gelen ve paranın etkisi olmadan bugün ulusal demokratik bir tartışmanın nasıl olacağını hayal edin.

Sovyetlerdeki temsilcilerin yetkileri her an geri alınabilirdi. Memurların maaşları, ortalama bir işçinin maaşından daha yüksek olamazdı.

Yeni devlet, her devlet gibi bir diktatörlüktü. Ama bu, burjuvazinin değil, proletaryanın, işçilerin diktatörlüğüydü. Kapitalist diktatörlüğün (azınlığın çoğunluk üzerindeki diktatörlüğünün) aksine, çoğunluğun azınlık üzerindeki diktatörlüğüydü.

İşçiler için geniş demokrasiyi ve aynı zamanda burjuvazinin ve emperyalizmin kaçınılmaz saldırılarına karşı bir devleti temsil eden Sovyetleri savunmalarını sağladı. SSCB, büyük emperyalist ülkeler de dahil olmak üzere on dört ülkeden gelen burjuvazinin orduları ve birlikleri tarafından saldırıya uğradı. Ve bu savaşı kazandı.

Bu iç savaş koşullarında bile, işçi sınıfı ve halk için tarihin gördüğü en demokratik rejimdi.

Rus Devrimi, baskıların nasıl kökten yok edilebileceğini gösterdi. Kadınlar boşanma, kürtaj ve erkeklerle eşit maaş haklarını kazandı. Kamusal lokantalar, çamaşırhaneler ve kreşler, ev içi köleliğinin temellerine saldırdı. Eşcinsellere karşı yasalar tamamen kaldırıldı ve eşcinseller arasındaki evlilik Sovyet mahkemeleri tarafından onaylandı. Çarlık Rusyası’nın milliyetler üzerindeki baskısı, yerini, özgür bir birliğe, SSCB’ye bıraktı.

Sanatsal coşku, özgürlükle doğar. Bu sebeple tesadüf değildir, bu demokrasiden çeşitli alanlarda sanat tarihine damgasını vuran eleştirel ve genellikle parlak bir sanat doğdu. Büyük şair Mayakosvki’nin sözleriyle: “Devrimci biçim olmadan devrimci sanat da olmaz.” Sinemada Eisenstein ve Dziga Vertov, Hollywood’un lineer anlatısını kırdı.

Ancak Avrupa’da (özellikle Almanya’da) ve Çin’de devrimci süreçlerin yenilgiye uğraması ve ülkenin uzayan iç savaşla tükenmesi, SSCB’nin izolasyonuna ve bir bürokrasinin büyümesinin yolunu açtı. Bu, Stalinist karşı devrimin zaferini mümkün kıldı.

İşçi demokrasisi sona erdi ve bürokrasinin siyasi diktatörlüğü uluslara dayatıldı. Sovyetler rejimin dekoratif parçalarına dönüştürüldü, işçilerin kendi partilerinde fikir tartışması yasaklandı ve muhaliflere zulmedilmeye başlandı.

Sanatsal özgürlük bastırıldı ve “sosyalist gerçekçilik” “resmi sanat”, aslında rejimin bir propaganda parçası haline geldi. İnsan ilişkilerindeki özgürlüğün yerini yine geleneksel evliliğin dayatması aldı. Kürtaj yine yasaklandı. Eşcinsellik 1934 ceza kanununda suç sayıldı ve birçok eşcinsel Sibirya’ya sürüldü.

Bu siyasi karşı devrimi dayatmak için, Stalin’in devrime önderlik eden liderliğin üçte ikisi de dahil olmak üzere 700.000 Bolşevik’i katletmesi gerekiyordu. Mayakovski 1930’da intihar etti. Troçki 1940’ta sürgünde öldürüldü.

PCdoB ve PCB gibi bazı partiler (Jones Manoel Domenico Losurdo’ya yaslanarak) baskının “devleti korumak için gerekli olduğunu” söyleyerek Stalin’i haklı çıkarmaya çalışıyor. Gerçekte, Stalinist karşı devrim SSCB’yi bürokratik bir diktatörlüğe dönüştürdü ve bu da sonunda kapitalizmin restorasyonuna yol açtı. Stalinistler bugün Çin kapitalist diktatörlüğünü “bir tür sosyalizm” olarak savunuyorlar.

Bugün sosyalizmin savunulması, bir kez daha, Marx ve Engels’in, üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayalı yeni bir işçi devleti stratejisinin yeniden kabullenilmesinden geçiyor; bu, bir işçi demokrasisi yani Stalinizmin kategorik olarak karşıtı.

Sosyalist strateji, bir geçiş programını savunmayı gerektirir

Troçki, 20. yüzyıldaki devrimci sürecin siyasi ve programatik deneyimini bir geçiş programının savunulmasıyla sistemleştirmişti. Bu programın özü, kitlelerin bilincinde ve mücadelesinde yer alan somut talepler ile minimal, demokratik ve doğrudan geçiş sloganlarını da içeren iktidar mücadelesi arasında köprü kurmalıdır.

Bu bugün mevcut bir ihtiyaçtır ve her ülkenin somut gerçekliği ve sınıf mücadelesinin her özgül durumu temelinde formüle edilmelidir.

Bu önemlidir, çünkü çoğu zaman, kitlelerin sefaletinde değişiklik beklentisi, burjuvazinin temel sektörleriyle ittifak halinde yeni bir Lula hükümeti için, “Bolsonaro’ya karşı ulusal birlik” için seçim yolunu savunan PT veya PSOL [Brezilya] gibi partilere dayanır.

Tartışma, kendilerini radikal sol olarak kabul eden grupları ve örgütleri de içeriyor. Örneğin bugün, Glauber Braga’nın Cumhurbaşkanlığı adaylığını başlatan Radikal Sol Blok ile programatik bir tartışma var. Bunda, Lula’nın adaylığını PSOL’un savunmasına karşı kendisini bir alternatif olarak sunması için olumlu bir unsur var.

Yeni Lula hükümeti, önceki PT hükümetlerinden bile daha kötü koşullarda, tamamı sermaye çıkarları çerçevesinde yeniden düzenlemeyi ilan ediyor. Ancak Glaubler Braga’nın “anti-kapitalist” olarak tanıtılan programı, demokratik ve anti-neoliberal bir programın sınırlarında durmaktadır. Ekonomiyi kontrol eden bankaların, çok uluslu şirketlerin veya sağlık sektöründeki büyük şirketlerin, yani büyük şirketlerin mülkiyetine saldırmaz. Bir kez daha, büyük şirketlerin ekonominin kontrolüne doğrudan karşı gelmeyen bir sermaye reformu programı…

Pandemi ve ekonomik kriz nedeniyle ülkede ve dünyada yaşanan acımasız toplumsal kutuplaşma, birçok ülkede köklü değişikliklere neden olmaya başlıyor. Bunun Brezilya’da hem mücadelelerde hem de seçimlerde sosyalizme geçiş programıyla yanıtlanması gerekiyor.

Sosyalist devrimin kızıl bayrakları bizim tarafımızdan büyük bir gururla yükseltilmelidir.

Eduardo Almeida, 26.06.2021

Yazar Hakkında