REJİM, MUHTEMEL SEÇİMLER VE PROVOKASYON ÇABALARI

REJİM, MUHTEMEL SEÇİMLER VE PROVOKASYON ÇABALARI

Son yazılarda birbirlerinin zıddıymış gibi görünen birkaç ihtimalden söz ettim. Sergilenen bu ihtimal çeşitliliğinin amacı, sonucu bir biçimde “tutturmak” değil. Sorun, güç dengelerindeki gözle görülür bir değişiklik temelinde, iki farklı dinamiğin iç içe yaşanmasından kaynaklanıyor. Evet, Saray iktidarının “sarsılmaz” (zannedilen) gücü ve özgüveni ciddi biçimde gerilerken, rejim saflarında da çözülme dinamiğiyle “her ne pahasına olursa olsun” iktidarda kalmayı amaçlayan çatışma dinamiği bir arada ilerliyor.   

Düz bir bakışla birbirine zıt gibi görünen ancak yaşadığımız süreç itibariyle “diyalektik” bir bütünlük oluşturan bu iki dinamiğin ve açığa çıkardığı eğilimlerin sonucunu tayin edecek kesişme noktası (eğer araya başka bir etmen girmezse) önümüzdeki (muhtemel) seçim süreci olacak. Gelecek seçimler, sadece sonuçları itibariyle değil, daha da önemlisi yapılma koşulları ve süreç boyunca yaşanacaklar itibariyle ülkenin geleceği açısından büyük önem taşıyor.  

Rejimin Meşruiyet Kaynağı Olarak “Serbest” Seçimler

Günümüzde uluslararası alanda hızla yayılan yeni bonapartist rejimlerin (Putinizm, Erdoğanizm, Orbanizm…) başlıca meşruiyet kaynağı “serbest” seçimlerdir. Bu rejimlerin “millet iradesini temsil” iddiası buna dayanır. Bu nedenle yeni bonapartizmin hâkim olduğu ülkelerde, tek partili rejimlerden farklı olarak birden çok partili ve serbest seçimler yapılmaya devam etmektedir.  Bu tür baskıcı ve sınırlamacı rejimlere, yüzeysel ve liberal bir bakış açısıyla “illiberal demokrasi” adının verilmesinin başlıca nedenlerinden biri de (içleri boşalmış diğer bazı “demokratik” kurumlarla birlikte) bu serbestliğin sağladığı görüntüdür. Ancak bu çok partililiğin ve serbestliğin elbette belirli bir zaman dilimindeki güç dengeleriyle yakın ilişkisi var. Çünkü her rejim, bir takım toplumsal-sınıfsal-siyasi güç ilişkileri üzerinde var olur. Bu denge değişmeye başladığında rejimlerin varlıkları da tartışmalı hale gelir. Böyle durumlarda rejimler varlıklarını sürdürebilmek için genelde daha baskıcı bir karaktere büründükleri gibi, farklı meşruiyet kaynakları da aramaya başlarlar (“vatanın ve milletin bekası”, “millet dışı hainlerin varlığı” vb.). Bu aynı zamanda onların birer “iç savaş rejimine” dönüşme eğilimlerini de hızlandırır. Sonuç olarak yeni bonapartist bir rejimde, serbest seçim kuralı kaçınılmaz olarak sınırlı ve göreceli niteliktedir.

Bütün bunlardan yola çıkarak, tepemizdeki rejimin de siyasi-toplumsal güç dengelerindeki değişimi ve buna paralel güç kaybı oranında önümüzdeki seçim sürecini öncekilerden çok daha aktif bir biçimde “kurcalayacağını”, tehlikeli birtakım hesapları doğrultusunda manipüle etmeye çalışacağını öngörebiliriz. Geçmiş tecrübeler ve eldeki veriler göz önüne alındığında bu “operasyonun” daha da ağırlaşan bir baskı ortamında ve “olağanüstü hal” koşullarında, sadece birtakım yasa değişiklikleri ve kararnameler yoluyla değil, bunlara eşlik eden yasadışı yöntemlerle ve gerekli görülen her durumda açık zor kullanılarak yürütüleceğini söyleyebiliriz. Bu konudaki en açık ve tehlikeli örnek 2015’teki 7 Haziran-1 Kasım kanlı seçim sürecidir. Rejimin ayakta kalabilmek için daha sonra kurduğu ittifaklar ve edindiği müttefikler de düşünüldüğünde bu seçim sürecinin 2015’ten çok daha sert geçme ihtimali büyüktür. Bu nedenle önümüzdeki seçimlerin -yapılmaması halinde bile- hem rejimin hem muhalefetin kaderi ve elbette Türkiye’nin geleceği açısından kritik bir öneme sahip olduğu unutulmamalıdır. Rejim, bir varlık-yokluk sorunuyla karşı karşıya kaldığı oranda, karşısında yer alan güçleri ve kesimleri de bir varlık-yokluk sorunuyla karşı karşıya bırakacaktır. Seçim dendiğinde aklımıza derhal kanlı bir provokasyon ihtimalinin gelmesinin nedeni budur.

Provokasyon Arayışları

Türkiye’de provokasyon ihtimali soyut bir genellemenin ürünü değildir. Görünen odur ki “birileri” yine etnik ve/veya mezhebi temelde kanlı bir provokasyon peşindedir. Son dönemde yaşananlar, Sedat Peker’in eski “derin devlet” mensubiyetini de vurgulayarak, çok iyi tanıdığı şoven milliyetçi kesime yönelik uyarılarının ve itidal çağrılarının gerçek birtakım bilgilere dayandığını göstermektedir. Üstelik bu bilgilerin pek çoğunun sağlam kanıtlarla desteklenmesi, kaynaklarının devlet içinde olduğunu göstermektedir.

Büyük orman yangınları sırasında Kürtleri hedef alan hesaplı provokasyon çabası, büyük oranda başarısız olunca provokatörler şanslarını bu defa Suriyeli ve Afganistanlı sığınmacılar üzerinde denemeye karar vermişlerdir (Kürtlere elbette dönülecektir!). Bu konudaki çabalar milliyetçi burjuva muhalefetinin de katkılarıyla tam gaz devam etmektedir. İşin tepesindekilerin kimler olduğunu şu an için tam olarak bilemesek de bunların “RTE sonrasına” hazırlanan birtakım güçler olduğuna eminiz. Bu elbette rejimin en tepe noktalarındakileri temize çıkarmaz. Aksine bu tür hazırlık ve girişimlerin kapısını açan ortamın yaratıcısı, söylem, eylem ve örgütlenmeleriyle onlardır. Üstelik orman yangınları sırasında Kürt halkına yönelik suçlamaların ve üretilen yalan haberlerin rejimin “masumiyetini” kanıtlamak amacıyla iktidara çok yakın çevrelerce yayılmaya çalışıldığı görülmüştür. Ancak bugüne kadar belirli sınırlar içinde tutulabilmiş olsa da kibarca “kutuplaştırma” diye adlandırılan yöntemin, yeni koşullarda bu tip provokasyonların da etkisiyle kontrol dışına çıkma ihtimali büyüktür. Ayrıca rejimi ayakta tutmak amacıyla oluşturulan resmi ve sivil aparatların, paramiliter oluşumların varlığı, tehlikeyi misliyle artırmaktadır. Bu provokatif ortamın çeşitli biçimlerde iktidara oynayan İslamcı ve faşist güç odaklarına, devlet içi güçlere, hatta yarın öbür gün “kardeş kavgasını önleme” bahanesiyle ortaya çıkabilecek bir takım “kurtarıcılara” da uygun imkânlar sağladığı açıktır.

İktidarın ayakta kalabilmek için neleri göze alabileceğini, nelere cüret ve cesaret edebileceğini, bu konuda bir sınır koyup koymadığını, hatta bir kontrol gücünün olup olmadığını tam olarak bilmemiz mümkün değil elbette. Ancak hedeflenen provokasyonun tutması halinde, hele ki ağırlaşmış bir kriz ortamında, işlerin tamamen çığırından çıkacağı açıktır.

Seçimler: Bir Oylamanın Ötesinde Bütün Güçler İçin Gerçek Bir Sınav…

Tekrar seçimler mevzuuna dönecek olursak; var olan koşullarda seçimler, bir oylamanın çok ötesinde bütün güçler açısından gerçek bir sınav olacaktır. Türkiye’nin geleceğine giden yolda ortaya çıkan işaretlere bakıldığında, muhalefet, belirli sınırlar içinde de olsa -zaten bilinen bazı sınırları aşma ihtimali yoktur- gerçekten dik ve sağlam durmayı başaramaması halinde “oylamayı” kazansa bile “seçimi” kaybedecektir. Bu konudaki örnekler unutulmamalıdır. “Dışarıdaki sopalı, hatta silahlı adamların” varlığına rağmen elde kaldığı kadarıyla da olsa demokratik hak ve özgürlüklere, sandıklara kitlesel biçimde sahip çıkılması, üstelik de bu mücadelenin seçim ve sayım günlerinden çok önce başlatılması gerekmektedir.

Önümüzdeki seçimler, yapılabilmeleri halinde, rejim ve RTE için kendi normalleri içinde bir anlamda son direnç noktasıdır. Sonrası, yaşanacaklara bağlı olarak, iktidar mensupları dahil herkes için pek çok anlamda farklı bir dönem olacaktır. Rejim açısından “çöküş-çatışma diyalektiğinin” seyri de bu alanda belirlenecektir. Rejimin her yola başvurarak kazanması halinde, artık bir dahaki seçimleri değil, çok daha farklı şeyleri konuşmak zorunda kalacağımız bellidir. Seçimlerin böylesine kritik bir anlam kazanması ve bir dönem için en kritik mücadele alanı haline gelmesi, seçimlerle ilgili alışılmış bakış açılarında ciddi bir değişikliği gerektirmektedir.  Sorun, seçim taktikleri, aday listeleri, ittifaklar, oy ve anketler meselesinin çok ama çok ötesindedir. Böylesine bir süreçte, gerektiğinde parlamentoyu terk ederek sineyi millete dönme, seçim boykotu vb. mücadele taktikleri de hesaba katılmalıdır. Ancak rejimin değiştiğini iddia etse de, daha önce pek çok kez belirttiğimiz nedenlerle normal hayatını sürdüren ve ümidini esas olarak iktidarın yıpranmasına bağlamış olan burjuva muhalefetin bu tür “radikal” çıkışlar yapmasını beklemiyoruz. Beklemiyor olmamız elbette farklı bir bakış açısını ve eylem programını savunmanın önemini ortadan kaldırmıyor. Tabii ki her şeyi bu muhalefetten bekleyemeyiz! Görevimiz,  burjuva muhalefetin aklına getirmek istemediği gerçekleri emekçi halkın bilincine işlemek ve bu muhalefetin sınırlarını aşmaktır. Emekçileri birbirine kırdırmayı hedefleyen kanlı provokasyonları ancak emekçilerin örgütlü ve birleşik gücü durdurabilir. Patronların Türkiye’yi içine soktuğu kâbusa, son verebilecek başka bir güç yoktur.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında