AFGANİSTAN, ABD EMPERYALİZMİ, GÖÇMENLER VE FAŞİZM TEHLİKESİ ÜZERİNE …

AFGANİSTAN, ABD EMPERYALİZMİ, GÖÇMENLER VE FAŞİZM TEHLİKESİ ÜZERİNE …

Soruna stratejik açıdan bakıldığında Afganistan’dan çekilme kararını ABD emperyalizminin ağır bir yenilgisi veya bir “Amerikan oyunu” olarak görmek mümkün değildir. ABD için ağır yenilgi, gelecekte toplumsal bir devrim karşısında uğrayacağı hezimetin dışında, bugün ancak Çin ile giriştiği mücadele kapsamında uğrayabileceği stratejik bir yenilgi olabilir. “Amerikan oyunu” iddiasına gelince; sorun bugünün uluslararası koşullarında “oyun” oynanamayacak kadar ciddidir ve “Taliban’ı da IŞİD’i de Amerika kurdurmamış mıydı?” türünden ulusalcı zırvalıklarla izah edilebilmesi mümkün değildir.

Taliban’ın başkent Kabil’i beklenmedik bir hızla ele geçirmesi, başta, son derece saçma, ancak saçmalıkları ölçüsünde “son derece dayanıklı” komplo teorileri olmak üzere bir uçtan öbür uca pek çok düşüncenin ortaya dökülmesine yol açtı. Durum bir ölçüde şekillenip gidişatın yönü belli olmaya başladığında bugün söylenenlerin bir bölümü-başka bir olayda yeniden ortaya atılmak üzere- unutulup gidecek. Bu düşüncelerin diğer bir bölümünün ise, bazı istisnalar dışında, kısmi doğruları içerseler de gerçek anlamda pratik değeri olmayan genellemeler olduğu ortaya çıkacak. Afganistan gerçekliği, ülkenin tarihsel, sosyo-ekonomik, demografik ve siyasi iç dinamikleriyle dünya ekonomisi ve siyasetinin şekillendirdiği dış dinamiklerin kesiştiği noktada kendini bir kere daha ortaya koyacak…

Afganistan’da yaşananların uluslararası boyutuna bakarak, öncelikle bunun emperyalist sistemin en büyük gücü ABD için siyasi-askeri planda son derece ciddi bir başarısızlık olduğunu söyleyebiliriz. (Bu bağlamda ciddi bir siyasi yenilgiden de söz edilebilir.) ABD’nin Afganistan’daki 20 yıllık işgali boyunca çok büyük maddi kaynaklar aktararak kurmaya ve ayakta tutmaya çalıştığı “düzen” uzun bir çürüme sürecinin ardından çok kısa bir sürede çöktü.  

Bütün gücüne ve ağırlığına rağmen emperyalist sistem içindeki hegemonik konumunun tartışmalı hale geldiği ve yükselen yeni emperyalist güç Çin ile kritik bir hegemonya mücadelesine girdiği koşullarda ABD’nin kötü giden ve pek çok yönden daha ağır sonuçlar verebilecek bir çatışmayı sürdürmesi akıl kârı değildi. Dünyanın en büyük emperyalist gücü, bu nedenle süreci sonlandırmak zorunda kaldı. Bunu yaparken de irili ufaklı müttefiklerinde bugüne ve geleceğe ilişkin ciddi güven kayıplarına yol açabilecek yöntemlere başvurmak zorunda kaldı. ABD’nin işin içinden sıyrılabilmek için Taliban ile giriştiği tek taraflı anlaşma çabaları, NATO’daki müttefiklerini bile kâale almayan tutumu ve teknik beceriksizleri hem dünyadan hem de kendi iç kamuoyundan büyük eleştiriler aldı. Temel gerekçesi, asıl gücünü gerçek rakibi Çin’e yöneltebilmek için Uzakdoğu-Pasifik bölgesine odaklanma ve bu amaçla dünyanın çeşitli bölgelerinden kuvvet çekme stratejisi olsa da ABD’nin 20 yıllık Afganistan macerasının büyük bir başarısızlıkla sonuçlandığı ortadadır.

Soruna stratejik açıdan bakıldığında Afganistan’dan çekilme kararını ABD emperyalizminin ağır bir yenilgisi veya bir “Amerikan oyunu” olarak görmek mümkün değildir. ABD için ağır yenilgi, gelecekte toplumsal bir devrim karşısında uğrayacağı hezimetin dışında, bugün ancak Çin ile giriştiği mücadele kapsamında uğrayabileceği stratejik bir yenilgi olabilir. “Amerikan oyunu” iddiasına gelince; sorun bugünün uluslararası koşullarında “oyun” oynanamayacak kadar ciddidir ve “Taliban’ı da IŞİD’i de Amerika kurdurmamış mıydı?” türünden ulusalcı zırvalıklarla izah edilebilmesi mümkün değildir.

Emperyalizm ve ABD her şeyin tek belirleyicisi mi?

Afganistan sorununun neredeyse tek başına emperyalizmin ve özellikle de ABD’nin eseri olduğu inancı son derece yaygın. Emperyalizmin (yani “kapitalizmin en yüksek aşaması”nın) dünya ekonomisi ve siyaseti üzerindeki etkisi ortada. Ancak emperyalizme, özellikle de ABD’ye yönelik bu “tek taraflı” bakış açısının, öznel amacının tersine, nesnel olarak emperyalizm karşısında bir çaresizlik duygusunu da yaydığı ve emperyalizme karşı kazanılmış zaferleri gölgelediği   görülüyor. Dünyanın emperyalizmin büyük güçleri dışında kalan büyük bölümünde, her türlü “yaprak kıpırtısının” emperyalizmin ve ABD’nin eseri ve oyunu olduğu düşüncesi “fikir hayatımızın” eksenini oluşturuyor. Bu yaklaşım sağ ve sol milliyetçiliğin ötesinde bir etkiye sahip.  Örneğin kendini Marksist- sosyalist-devrimci olarak tanımlayan geniş bir kesim bu tür uluslararası sorunlara, neredeyse tek yönlü-saf bir jeopolitik bakış açısıyla ve sadece “dış dinamikler” üzerinden yaklaşıyor. Bunların gözünde iç dinamiklerin, ülkelerin tarihsel geçmişlerinin, toplumsal ve siyasi hikâyelerinin, sınıfsal-etnik çelişkilerinin, bunların neden olduğu iç mücadelelerin adeta hiçbir önemi yok. Bu tür hatırlatmalara genelde “Elbette, ama…” diye başlayan, ancak emperyalizmin rolü üzerine bildiklerini okuyan cevaplar veriyorlar. Bu “üçüncü dünyacılık” ve “azgelişmişlikçilik” gibi “neo-Marksist” (“Sahte Marksizm”) teorilerin devrimci Marksist kesimler de dahil geniş bir alandaki düşünsel ve politik etkileri çok büyük. Kendilerini “Marksist” olarak tanımlayanlar da dahil pek çokları kapitalizm, üretim ilişkileri, üretim tarzı, sınıflar, artık değer sömürüsü, bütün ülkelerin bağımlı olduğu bir dünya ekonomisi vb. kavramlar üzerine tek bir laf etmeden “emperyalizm” analizi yapma yeteneğine sahip! Stalinciliğin ideolojik-politik etkilerinin yanı sıra, solda enternasyonalizmin yerini bir milliyetçilik türü olarak “yurtseverliğin” almasının, “sosyal şovenizmin” neredeyse “ana akım” haline gelmesinin başlıca nedenlerinden biri bu. Bu bağlamda ayrıca, hegemonya mücadelesine girmiş yeni bir emperyalist gücün güdümündeki, iyice zıvanadan çıkmış bir kesimin “anti-emperyalist” ve “bağımsızlıkçı” olduğu gerekçesiyle Taliban gibi bir gücü desteklemesinde başka ve muhtemelen daha “diplomatik” birtakım nedenlerin dışında, sınıf mücadelesini son derece tali ve tabi bir etken olarak gören (hatta hiç görmeyen) ve iç dinamikleri yok sayan bu akımların belirleyici rolü var.

İyi niyetli de olsa Afganistan’ın veya başka dönemlerde başka ülkelerin, geçmişlerine ve bugünlerine ilişkin tarihsel etmenleri ve bu ülkelerin, zaman zaman uluslararası-bölgesel dinamikleri etkileyen ve her daim onlarla sıkı bir etkileşim içindeki iç dinamiklerini, toplumsal-sınıfsal yapılanmalarını, bunların çıkarlarını ve çatışmalarını, dış müttefik arayışlarını hesaba katmaya değer bulmayan, alelacele ve ezbere değerlendirmelerden uzak durmak gerekiyor. Bu konuda mekanik değil, ABD iç siyasetini, o siyasetin çelişkilerini de hesaba katan diyalektik bir bakış açısı geliştirmek zorundayız.  Sözü edilen iç dinamiklerin güçlü etkilerinin, ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, bazı dönemlerde emperyalizmin ekonomik, siyasi ve askeri yönelişlerini etkilediği, onu pek çok alanda stratejik ve taktik değişikliklere zorladığı, bazı durumlarda geri adımlar atmak zorunda bıraktığı bilinir. Kısacası iç ve dış dinamikler arasında değişen ağırlıklarda, dinamik ve diyalektik bir ilişki vardır.

Genelde geçerli olan bu tek yönlü emperyalizm ve ilişki anlayışı dünya sorunlarının anlaşılamamasının da başlıca nedenlerinden biridir. Örneğin Afganistan’ın bugünkü duruma gelmesinde, uluslararası durumun, dünya-ekonomik ve siyasi koşulların ötesinde var olan birtakım iç-tarihsel dinamiklerin ve çelişkilerin bir bölümünün ABD’nin kurulmasından yüzlerce yıl öncesine dayandığı bir gerçektir. Bu koşullar tarihin farklı dönemlerinde dünya koşullarıyla tepkimeye girerek hükümlerini icra etmişlerdir; aynı şekilde uluslararası koşulların da iç koşullarla tepkimeye girmesi gibi…

Var olan belli başlı selefi İslamcı örgütlerin ABD tarafından kurulduğuna ve onun tarafından yönetildiğine ilişkin aynı tek yönlü anlayış bu örgütlerin hangi nedenlerle Amerikan ve Batılı düşmanı haline geldiğini, birbirleriyle neden çatıştıklarını anlamayı da imkânsız hale getirmektedir. Aynı bakış açısı, bu örgütlerin hangi iç dinamiklerle ve nedenlerle güçlendiklerini anlamaktan uzak olduğu gibi, “kullanma” ilişkisinin dönem dönem farklı ağırlıklarda olsa da karşılıklı niteliğinin kavranmasını da engellemektedir.

O sırada Türkiye’de…

Afganistan meselesi Türkiye kamuoyunun ilgi alanına sayıları giderek artan Afgan göçmenler, Kabil Havaalanı ve ABD ile ilişkiler mevzuları üzerinden girdi. İşin esası, emperyalist sistemin Batılı “ağababalarıyla ilişkilerin yeniden rayına oturtulması, birtakım açık-gizli anlaşmalar yoluyla dışarıdan para temini ve rejimin iyice şirazesinden çıkmış dış politikasının sonu belirsiz bir başka manevrası idi. Afgan göçmenler sorunu, özellikle “ulusalcı komplo teorileri”nde aldığı biçimi saymazsak, anlaşılmaz bir sorun değil. Giderek yaşanmaz hale gelen azgelişmiş ülkelerden Batı’ya yönelen büyük kitlesel göçler epeyce bir süredir bütün dünyanın sorunu.  Bazı ülkeler bu göçü olabildiğince engelleyebilmek için sınırlarını duvarlarla çevirmeye başladılar.

Afganistanlıların İran’ı geçerek Türkiye’ye gelmeleri yeni bir durum değil. Son beş-altı yıldır oralardan Türkiye’ye gelen, halen burada BM koruması altında yaşayanlarla birlikte 300 bin kişinin olduğu söyleniyor. Yıllar boyunca 400 binin üzerinde düzensiz göçmenin yakalanmış olduğu bilgisi de var. Sorun elbette Türkiye ile sınırlı değil. 1979’dan bu yana işgaller ve iç savaşlar nedeniyle milyonlarca Afganistanlı Pakistan ve İran’a sığınmış. Bugün İran’da 3 milyon, Pakistan’da ise çok daha fazla sığınmacının olduğu söyleniyor. Yani dünyanın ve bölgenin koşulları düşünüldüğünde sorun bir çeşit “normale” dönüşmüş durumda.  Türkiye’de sığınmacılar meselesinin-bir takım komplo teorileri eşliğinde- yeniden bu derece tartışılır bir hal alması bir yönüyle Afganistan’da hızlanan gelişmeler ve bunun bazı sonuçları olsa da, esas sorun bu durumun Saray rejiminin her türlü istismarına açık olması ve bilinen koşullarda yol açabileceği muhtemel sonuçlar. Bu son göç dalgası, 2011’den bu yana Türkiye’ye göç eden dört-beş milyon Suriyeli sığınmacının neden olduğu endişeleri ve bunun yol açtığı gerilimleri daha da derinleştiriyor. Rejim krizinin altında yatan ekonomik ve toplumsal kriz koşullarında, her türlü provokasyona açık bir yabancı düşmanlığı toplumun bütün kesimlerinde yayılıyor. Öfke, yangına adeta körükle giden burjuva muhalefetinin de etkisiyle asıl sorumlulara değil, sorunun en savunmasız mağdurlarına, yani hayatta kalma mücadelesi veren sığınmacılara yöneliyor. Bu kesim bir yandan Türkiyeli kapitalistlerin ağır sömürüsü altında ezilirken, öbür yandan kendi Türkiyeli sınıf kardeşleri de dahil, yerli halkın baskı, hakaret ve zaman zaman da saldırılarına maruz kalıyor.

Ekonomik ve siyasi olarak çok ağır koşullarda ülkelerini terk edip buraya gelmiş olan kahir ekseriyeti yoksul emekçilerden oluşan bu insanların durumu, faşistlerden, ulusalcılardan ve sosyal şovenlerden farklı olarak devrimci sosyalistlerin onlarla dayanışma halinde olmasını zorunlu kılıyor. Bu zaten ilkesel bir gereklilik. Ancak işlerin soyut ilkeler, kuru formüller, faydasız genellemeler ve naiflikler üzerinden yürümediği de çok açık.   Bu, giderek ağırlaşan ve çeşitli vadelerde içinden çıkılamaz sonuçlar verebilecek sorunun bugünkü ve gelecekte ortaya çıkabilecek bütün sonuçlarıyla birlikte ele alınması gerekmektedir. Yabancı göçmenler sorununun dünyanın pek çok ülkesinde başta faşist hareketler olmak üzere her türlü gericiliğin toplumsal ve siyasal planda güç kazanmasında oynadığı rol hesaba katıldığında bu soruna “ilkesel” ve “ahlaki” yaklaşımın ötesinde devrimci-politik bir yaklaşım gösterilmesi şarttır. Yani soruna “soyut bir enternasyonalizm” ile yaklaşmanın, var olan koşullarda yerli ve göçmen proletaryalar arasında oluşmaya başlamış olan düşmanlaşmaya tek başına çare olmadığı açıkça görülmektedir.

Burnundan soluyan orta sınıflar ve faşizm tehlikesi ve mücadele…

Tabii, sorun ağır işsizlik ve ekonomik kriz koşullarında sadece yerli ve göçmen işçiler arasındaki gerilimle sınırlı değil. Küçük burjuvazi ve genel olarak orta sınıflar arasında göçmenlere yönelik nefret ve yabancı düşmanlığı çok yaygın durumda. Bu kesimlerin günlük konuşmalarının önemli bir bölümünü ülkedeki yabancılar oluşturuyor. Krizin yaşam standartlarında yarattığı tahribat, toplumsal itibar kaybı, hatta kapitalizm ve emperyalizm karşıtlığının, devrimci proleter bir önderliğin yokluğunda, bu ara sınıfların, işçilerin en geri kesimlerini de etkileyerek faşizme yönelmesinin başlıca nedenlerinden biri olduğu bilinir. Böyle süreçlerin tipik olgularından biri kendini aşağılanmış hisseden toplum kesimlerinin her zaman bütün kötülüklerin kaynağı olarak gördüğü ve kendinden daha aşağı olduğuna inandığı bazı düşmanların yaratılmasıdır. Türkiye’de bu kesimlerin tarihsel “nefret nesnesi” normalde(!) Kürt halkı olsa da var olan koşullarda öfkeleri, ülkede Türklere harcanması gereken kaynaklarla “bir eli yağda bir eli balda” bir hayat sürdüklerine inandıkları sığınmacılara yönelmektedir. Bu eğilimlerin sağlı-sollu destekçilerinin (her cins faşist, dinci, ulusalcı milliyetçilik eğilimi) kalabalıklığı ve geçişliliği düşünüldüğünde tehlikenin boyutlarını tahmin edilebilir.

Bütün bunlardan dolayı devrimci sosyalistler, enternasyonalist ve sınıf dayanışmacı ilkesel tutumlarının ötesinde, göçmenler sorununun yol açtığı ve yol açabileceği tehlikeli ekonomik, siyasi, toplumsal, etnik ve demografik sorunlar konusunda doğru, somut, öngörülü, sınıfın birliğini esas alan politik- programatik bir tutum geliştirme göreviyle karşı karşıyadır.  Toplumsal ve siyasi bir güce sahip, kitlelerin tepkilerini doğrudan kapitalizme yöneltebilecek devrimci sosyalist bir alternatifin yokluğu, içinde yol aldığımız nesnel koşullarda en büyük eksikliklerden biridir.  Göçmen sorununun faşizm tehlikesine dönüşmesi sadece (çoğu Batı’ya geçmek üzere) bu ülkeye sığınmak zorunda kalmış yoksul emekçiler için değil, esas olarak Türkiyeli emekçiler açısından çok büyük bir tehlikedir.

Yazar Hakkında