Vaat Edilen ve Beklenen Demokrasi Üzerine Birkaç Söz

Vaat Edilen ve Beklenen Demokrasi Üzerine Birkaç Söz

Memleketin geldiği durum nedeniyle “demokrasi” denince akan sular duruyor! Öyle bir otokratikleşme – antidemokratikleşme yaşanıyor ki, durumdan şikâyetçi pek çok insan, epeyce endişeli bir biçimde de olsa, demokrasi üzerine söylenenlere inanmaya hazır; en azından inanmak istiyor! Elbette rejimin yıkılması umudunu önümüzdeki seçimlere bağlamış ve de demokrasi mevzuunda başı çeken, hatta “yürekleri ferahlatan” burjuva muhalefete dönüp “Bu iş nasıl olacak, nasıl yapacaksınız, bir anlatın, biraz detay verin, hani şöyle bir program falan!” diyenler de var ama genelde “Bunlar gidecek, her şey düzelecek, demokrasi de gelecek!” havası hâkim.

Demokrasi fikrinin siyasi olarak her şeyin önüne geçtiği bu durum demokrasinin ne olup ne olmadığı konusuna kısaca da olsa bir göz atmayı gerektiriyor. Tabii demokrasi deyince akla neredeyse sadece burjuva demokrasisi veya liberal demokrasinin bazı sol görünümlü biçimleri ve de onlardan kaynaklı hak ve özgürlükler geliyor. Sanki tarihsel bir sıra varmış veya demokrasinin başka bir türü, biçimi yokmuş gibi! Yani burjuva demokrasisi hele ki onun parlamenter biçimi (Tabii “güçlendirilmiş” haliyle!) ortak kabul gören bir eksene, neredeyse bir tapınma nesnesine dönüşmüş durumda!

Demokrasi, Devlet, Sınıflar…

Her şeyden önce demokrasinin öyle boşlukta var olan ilahi bir şey olmadığını söyleyelim. Demokrasi her zaman belirli sınıf ilişkileri üzerinde var olan bir olgu. Aynı, toplumsal ilişkilerin siyasi ifadesi ve bu ilişkilerin yeniden üretilmesinin siyasi garantisi olan devlet gibi. Diğer sınıflı toplumlarda olduğu gibi burjuva toplumunda da devlet, toplumdan ayrılan, onun tepesine çıkan, ve toplumun kendisine ait olan (toplumsal) faaliyetleri (savunma, yargı, yönetim vb.) tekeline alan, onları siyasi faaliyetler haline getiren bir güç.  Marx, devletin varlığının “insanın kendi güçlerini ‘toplumsal güçler’ olarak elinde tutup bunları kendisinin düzenlemesi yerine, bu güçlerin ‘siyasal güçler’ biçimi altında insana yabancılaşarak kendinden ayrılmasının” bir ifadesi olduğunu söyler. Yani ortada derin bir ayrılma, tarihsel bir “ayrılık” durumu vardır.

Üstelik Marksizme göre bu ayrılık, burjuva toplumunun temsili devletinde en yüksek biçimini almıştır. Devletin insanların gözünde kutsal ve tarafsız bir güç haline gelmesine yol açan yabancılaşmanın nedeni budur. Bu nedenle, iktisadi alanda ezilip sömürülenler, siyasi alanda kendilerini gerçekten eşit zannedip devletin tek tek bütün bireyleri ve bu arada kendilerini de temsil ettiğini düşünürler. Burjuva demokrasisi de esas olarak bu yanılsama üzerinde var olur.

Marksistler, “Kapitalist toplumda ekonomik ilişkilerle siyasal ilişkilerin birbirinden tamamen farklı alanlarda yer aldığını; bu nedenle burjuva devletin toplum ile devlet arasındaki temel ayrılığın doruğu olduğunu ve bu toplumda ekonomi ile politikanın birbirinden ayrılmış kapitalist egemenlik biçimlerini ifade ettiğini” söylerler.

Sermayenin Demokrasisi Nasıl Bir Şey!?

Sermayenin demokrasisi en iyi halinde, herkesin “tek tek” ve “eşit bireyler”halinde yer aldığı, ancak patronların, iktisadi güçleri nedeniyle herkesten daha “eşit” olduğu ve herkesin gerçek hayatta (mesela sivil toplumda!) maddi imkânları ölçüsünde konuştuğu, etkili olduğu, hatta siyaset yaptığı bir demokrasidir! Yani temelde sermaye tarafından denetlenen, esas olarak sermayeye çalışan bir demokrasi.

Kapitalist toplumda siyasi alanla ekonomik alan birbirinden bilinçli bir biçimde ayrılır. Sermaye sürekli olarak politikanın ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini anlatır (“Merkez bankalarının bağımsızlığı” mevzuu esas olarak bundan kaynaklanır!). Çünkü kapitalist toplumda asıl sömürü ekonomik sömürüdür. Ekonomik alan burjuvazinin kendisinden başka kimseyi bulaştırmadığı “özel av sahası”dır. Birtakım bireysel haklarımızla, siyasi alanda eşit gibi görünsek de, bu eşitlik ekonomik alanda asla söz konusu değildir. Bazı durumlarda siyasi alanın (demokrasinin) emekçi sınıflar lehine genişleme göstermesi ekonomik alanı (yani patronların özel av sahasını) daraltacağı için böylesine durumlar sermaye tarafından çeşitli biçimlerde engellenmeye çalışılır.

Pazar Günü Demokrasisi!

Burjuva demokrasisi konusunda vurgulanması gereken bir nokta da, en gelişmiş halinde bile siyasi eşitliğin, ekonomik eşitlik anlamına gelmediğidir. Çünkü ekonomik eşitlik, ya hepimizin patron olmasını gerektirir ki bu mümkün değildir; ya da üretim araçlarının toplumsallaştırılması temelinde, hepimizin eşit emekçiler olmamızı gerektirir ki bu da kapitalist toplumda mümkün değildir. Bu nedenle burjuva demokrasisinin “eşitlik” anlayışı, ucu iktisadi alana dokunan sosyal haklar üzerine değil, ona dokunmayan bireysel haklar üzerine kurulmaya çalışılır. 

Böylece, siyasi alanda üstü biraz daha örtülebilen eşitsizlik, ekonomik alanda bir ücretli kölelik sistemi olarak işler. Ekonomik eşitsizliğe dayalı siyasi eşitlik konusunda şöyle bir örnek verilebilir:                                                                          

Seçim zamanı gelmiştir. Bir işçi vatandaş bir pazar günü, sandık başına gidip oyunu kullanır. Aynı gün patronu da sandık başına gidip oyunu kullanmıştır. İkisinin de birer oy hakkı vardır. Yani sandık başında, siyasi olarak, yani birer “vatandaş” olarak tamamen eşit konumdadırlar. Ancak pazartesi günü işe gidildiğinde bu eşitlikten eser kalmaz.  Bütün kararları ve emirleri patron verir.

İşçinin kaderi patronunun iki dudağı arasındadır… Yani demokrasi pazar gününde kalmıştır. İşte buna serbest piyasa veya serbest “pazar” demokrasisi diyoruz.

Sınırlı Bir Demokrasi…

Tabii bu bireysel haklar meselesini de fazla abartmayalım.  Bu haklar da düzeni tehdit edip “milli güvenliği” tehlikeye düşürmeleri durumunda sınırlandırılabilirler. Çünkü bütün denetimlere ve sınırlamalara karşın siyaset, emekçilerin ve yoksulların düzene, ekonomik alana müdahale etmelerinin başlıca aracıdır. Zaten patronlar da siyasetin ekonomiden ayrı tutulması, ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini bu nedenle söylerler. Tabii bu tek taraflı bir sınırlamadır. Ekonominin siyasete müdahale etmesinde bir sakınca yoktur. Zaten burjuvazinin ekonomik gücü sayesinde siyasete yani aslında “devlete” kolayca müdahale etmesini, onun politikalarını şekillendirmesini sağlayan binlerce ilişki ve kanal vardır.

Bütün bunlara bakarak, son günlerde TÜSİAD’ın çağrısını yaptığı ve burjuva muhalefetin bugünkü antidemokratik rejime alternatif olarak vaat ettiği demokrasinin gerçekte toplumunun çok büyük bir bölümünü oluşturan emekçileri, en iyi koşullarda dar bir alana sıkıştıran, bin bir yolla onların bağımsız eylemini sınırlamaya çalışan, sınırlı bir demokrasi olduğunu söyleyebiliriz. Burjuva muhalefetin asıl toplumsal soruna yani bunalımın çözümünün sınıfsal boyutuna, bu konudaki kendi temel tercihlerine, kaynakların dağılımına, sınıfın örgütlenmesinin önündeki engellerin kaldırılmasına, derin eşitsizliğe vb. ilişkin konularda anlaşılır laflar etmemesinin temel nedeni budur.  

Demokrasi sorunu aslında bir devlet sorunudur.  Demokrasinin sınıfsal niteliğini belirleyen de devletin sınıf karakteridir. Burjuva devletinin, yani bütün “sınıflar üstü” görüntüsüne rağmen asıl tarihsel görevi burjuvazinin toplumsal egemenliğini korumak olan devlet tipinin, siyasi biçimlerinden biri de “parlamenter demokrasi”dir. Asıl görevi burjuvazinin çeşitli fraksiyonları arasındaki ilişkilerin en uygun biçimde düzenlenmesi olan parlamenter demokrasi, elbette faşizm, Bonapartizm, askeri diktatörlük vb. açık baskı rejimlerine tercih edilmelidir. Ancak burjuva siyasal rejimleri arasındaki geçişlilik, yani bu rejimlerin çelişkilerin şiddetlendiği derin kriz dönemlerinin hemen her defasında işçi sınıfı açısından daha kötüsüne dönüşme eğilimi; “normal şartlarda bile”, burjuva demokrasisinin Bonapartizm yönündeki eğilimleri gözden ırak tutulmamalıdır. Emekçilerin kendi örgütledikleri araçlarla “kendi demokrasi mücadelelerini” verememeleri ve kazanımlarını kendi güçleri ve bağımsız sınıf örgütlenmeleri eliyle savunamadıkları durumlarda demokrasi adına ne varsa çok kısa sürede elden gideceği unutulmamalıdır. Mülkiyeti, maddi çıkarları ve toplumsal egemenliği söz konusu olduğunda sermayenin ilk vazgeçeceği şey demokrasidir. Hem dünyanın, hem de ülkemizin tarihi bunun örnekleriyle doludur. O nedenle patronların ve onların siyasi temsilcilerinin “demokrasi” vaatlerine karşı temkinli ve onların kuracağı “demokrasiye” karşı hazırlıklı olunmalıdır!

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında