KRİZDEN BUHRANA TÜRK LİRASININ HAZİN HİKAYESİ

KRİZDEN BUHRANA TÜRK LİRASININ HAZİN HİKAYESİ

Geçtiğimiz hafta Merkez Bankası mevcut faiz oranlarını 100 baz puan azaltarak %16’dan %15’e düşürdü. Bu kararın ardından Türk lirası dolar karşısında sadece on gün içerisinde %35 oranında değer kaybetti. TL’nin tüm para birimleri karşısında kontrolsüz değer kaybetmesine karşın Merkez Bankası ve iktidar tercihlerinin “yüksek faiz – düşük kur” politikası yerine “düşük faiz – yüksek kur” olacağını bir kez daha deklare ettiler.

İktidarın politika değişikliği üzerine çok fazla yazıldı çizildi. Bu politika değişikliğinin bir mali çaresizlikten kaynaklandığı sıklıkla dillendirildi. Bilinçsiz ve hamasi bir yöntem izledikleri ve ekonominin tamamen kontrolden çıktığı yorumları yapıldı. Ancak, gerçekte bu politika değişikliği ne çaresizlikten ne de bilgisizlikten.

Son iki haftada yaşadıklarımızı anlamak için bazı temel tarihleri 30 yıl öncesinden başlayarak sıralamak fevkalade sağlıklı olacaktır.

Takvimler 1983 yılını gösterdiğinde Turgut Özal başbakanlığa gelmişti. İktidarının alameti farikası olan “Serbest Piyasa Modeli” ile ithal ikamecilik politikasından vazgeçildi. Organize Sanayi Siteleri kurulmaya başlandı. Devlet artık şeklen bile olsa burjuvazi önünde kural koyucu değil düzenleyici bir görev alacaktı. Ne var ki teknolojik olarak belli bir düzeyin altındaki Türkiye Sanayisinin ihracatı ne kadar artarsa ithalatı da o oranda artmaya devam etmekteydi. Bunun yanında ithal ikameciliğin terki sebebiyle iç piyasaya yabancı menşeli envai çeşit de ürün gelmişti. Tabii ki ihracatın ithalatı karşılama oranı düşüktü. İlk ciddi cari açıklar bu dönemde verilmeye başlandı.

Takvimler 1994 yılını gösterdiğinde kamu harcamalarının kamu gelirine oranı o denli yükselmişti ki, hazine bonoları ve kısa vadeli dış krediler ile döndürülen sürdürülemez sistem dayanamadı ve baraj kapakları parçalandı. Gelen kriz o kadar derindi ki Türkiye hiper-enflasyonun ne olduğunu acı bir şekilde öğrendi. Döviz borcu sebebi ile intihar eden insanlar, yayın hayatına yeni başlayan özel kanalların haberlerinde sık sık yer almaktaydı. Ne var ki bu krizin bedelini burjuvazi ödemedi. Türkiye tarihinin en vahşi kemer sıkma politikaları bu dönemde uygulandı. Kar eden kamu iktisadi teşekkülleri haraç mezat patronlara satıldı.

Tarihler 1998’i gösterdiğinde Gümrük Birliğine girildi. AB üyelerinin talep ettiği ara malların tedariği için talip olan Türkiye burjuvazisi Erbakan yönetimi altında istediğini aldı. %0 gümrük vergisi ile ihraç edilen düşük-orta teknolojili ürünler ile ekonomik büyüme hızlandı. %0 gümrük vergisi ile ithal edilen yüksek-çok yüksek teknolojili ürünler ile cari açık arttı. Büyük Asya Ekonomik Krizinin de etkisiyle, üretilen bu mamüllere talep de daraldığından nur topu gibi bir krizimiz daha olmuştu. Mesut Yılmaz döneminin anti-enflasyonist önlemleri tabiatıyla başarısız oldu ve hükümet düştü.

1999 yılına geldiğimizde ise DSP-ANAP-MHP hükümeti kuruldu. BDDK’nın kurulması ile bankacılık üzerine sıkı regülasyonlar getirildi ancak ne var ki bir tokat da doğa ana vurdu. 17 Ağustos 1999’daki Büyük Marmara Depremi ve ardından gelen Düzce Depremi, büyük can ve mal kayıplarının yanında ülkenin sanayisinin ciddi bir kısmına ev sahipliği yapan Marmara Bölgesinin şartel indirmesine sebep oldu. Cari açık hızla artmaya devam ediyordu. İlk 8 haneli banknotumuz bu dönemde darphaneden çıktı.

Koşulları oluşmuş olan kriz, Sezer’in anayasa kitapçığını Ecevit’e fırlatmasıyla tetiklenmiş oldu. Parasının değerini korumak isteyenler dövize hücum etti. Meşhur “Kara Çarşamba” sonrası döviz kısa sürede iki kat arttı. Gecelik faizlerin astronomik seviyeye çıkmasıyla döviz krizi kısmen dizginlendi ancak hazine gırtlağına kadar borçlandı. Derviş’in niyet mektubu ile IMF tekrar Türkiye’ye çağırıldı. Meclisten geçen Derviş kanunları sebebiyle birçok bakan istifa etti ve bu koşullarda erken seçime gidildi.

2002 yılında AKP tarih sahnesine çıktı. Derviş kuralları harfiyen uygulanarak özelleştirmelere süratle devam edildi. Bu dönemde ABD’nin parasal genişleme politikası sebebiyle faizi düşürmesiyle milyarlarca dolar gelişmekte olan ülkelere yağıyordu. Türkiye de bu sıcak paradan yararlanarak düşük kur- yüksek faiz politikasını sürdürmeye devam etti. İnşaat sektörünün lokomotif olduğu bir ekonomik büyüme modeli benimsenmişti. Gelen sıcak paralar hızla çılgın inşaat projelerine dönüşmekteydi. Ne var ki Lehman Brothers’ın iflasıyla başlayan mortgage krizi küresel bir nitelik kazandı. Bu tarihten itibaren Türkiye’ye gelen sıcak para azalmaya başladı. Bu durum siyasi istikrarsızlığı da beraberinde getirdi. Komşu ülkelerde başlayan vekalet savaşı sebebiyle turizmden gelen gelirler azaldı. Dolayısıyla cari açık yıldan yıla daha da arttı.

15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişiminin ardından iktidar bloku, süratli bir şekilde darbeyi yapan kliğin tüm kurumlarını ilga edip tüm sermayesini kendi kontrollerine aldı. Sermayenin bu şekilde yer değiştirmesi, yabancı patronların ürkmesine ve döviz cinsinden kaynakların ana vatanlarına dönmesine sebep oldu. Bu dönemde yaşanan daralmayı aşmak için hazine, ihtiyacı olan-olmayan tüm patronlara çok düşük faizli krediler ve sübvansiyonlar yağdırdı. İktidar TÜSİAD’ıyla MÜSİAD’ıyla tüm burjuvaziyi etrafında kenetlerken adına Kredi Garanti Fonu denilen kaynaklar üretim yerine, off-shore adalarına yelken açtı. Zaten kronik cari açık ve özel sektörün döviz borcu sıkıntısı yaşadığı Türkiye, bataklığa biraz daha battı. İktidarın Yap – İşlet – Devret modeliyle zengin ettiği inşaat patronlarına verilen kamu garantili geçiş bedelleri de zaten kıt olan kaynakların dibini sıyırdı.

Birkaç rakam ile ifade etmek gerekirse; 2003- 2020 yılları arasında dış ticaret açığı 860 milyar dolar. Dış Ticarette Teknolojik meta açığı 210 Milyar dolar. Brüt dış borç stoku 465 Milyar dolar ve bu makas her gün biraz daha açılmaktadır. Tam da şu noktada problemin kök sebebini teşhis etmemiz, yapılması gerekeni anlamak için hayati derecede önemlidir. Türkiye’nin döviz şoklarının sebebi “düşük kur – yüksek faiz politikası” değildir. Sorun aynı zamanda “yüksek kur – düşük faiz politikası” da değildir. Sorun net bir şekilde cari açık sorunudur. “Özel sektör” denilen patronlar sınıfı, gırtlağına kadar borçludur ve bu borçlar Türkiye’ye temliklidir. Muhtemel iflas dalgasında batan şirketlerin tüm borçları Türkiye tarafından ödenmek zorunda kalacaktır.

Burjuvazinin yağmaladığı kaynakların yükü işçi sınıfına ait değildir. Bedelini de işçiler ödememelidir zira bu borçlar bizim değildir. Kur krizinin üstesinden gelebilmek için uygulanacak tek bir yöntem vardır. Özel Sektör ve Kamunun tüm dış borç ödemeleri durdurulmalıdır. Adeta hazineye yapışmış sülükler gibi kanımızı emen tüm Yap-İşlet-Devret projeleri bedelsiz olarak kamulaştırılmalıdır.

Aksi taktirde bizi bekleyen, devrimci seferberlikleri sönümleyecek kısa vadeli reformist ekonomik programlar veya kaderimizin patronun iki dudağı arasında olduğu ekonomik koşullardır.

İbrahim Seymen

Yazar Hakkında