seçimlere doğru: BAKAN BEY’İN “ÇARPICI” AÇIKLAMALARI, TÜRKİYE MODELİ, KRİZ VE DEMOKRASİ…

seçimlere doğru: BAKAN BEY’İN “ÇARPICI” AÇIKLAMALARI, TÜRKİYE MODELİ, KRİZ VE DEMOKRASİ…

Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, malum operasyonun ardından “çarpıcı”  açıklamalar yaptı: “Küçük yatırımcıya yazık oluyor. 15 liradan, 16 liradan, 17 liradan dolar alanlar var. Kim bunlar? Büyük finansörler değil. Niye? Biliyor çünkü. Aklı başındaki bir finansör Türkiye’de bu işlerin bir şekilde döneceğini bilir. Ama çarpılan kim oldu? Küçük yatırımcılar.”

Gerçekten de “çarpıcı” bir açıklama: “Rejimin belirlenmiş bir ekonomi modeli var mı, yok mu, yoksa panikle oradan oraya mı savruluyor?” diye tartışaduralım, Bakan, ekonomik-mali-parasal sorunlara hangi yöntemle ve hangi toplumsal bakış açısıyla yaklaştıklarını açıkça ortaya koymuş oldu. Böylece “Faiz neden, enflasyon sonuç!” vecizesi eşliğinde yapılan faiz indirimlerinin amacının, bizzat “iç güçler” eliyle tertiplenen bir kur oyunu, borsacı deyimiyle “keriz silkeleme” olduğu da anlaşıldı. Tabii, ortada “çarpılan” birileri varsa, mutlaka “çarpan” birileri de vardır. Bakan’ın açıkça belirttiği üzere çarpılan çoğunluk “küçük yatırımcılar”, çarpanlar da “aklı başında” yani (uyanık, durumdan haberdar) “büyük finansörler” ve elbette onlarla yakın temas halindeki rejim çevreleri…

Evet, ortada üzerinde gerçekten detaylı biçimde düşünülmüş, planlanmış, sonuçları hesaplanmış bir ekonomik modelin olup olmadığı tartışılabilir, ama rejimin sözünü ettiği “Türkiye Modeli”nin gerçek niteliğinin, yani içinde yol aldığımız ekonomik krizin çözümüne ilişkin temel ilkesinin, sınıfsal tutumunun ne olduğu ve de ne olacağı bir kere daha kesinlikle anlaşıldı. Yanlış anlaşılmasın, burada sözünü ettiğimiz şey 20 Aralık günü patlatılan türden bir “çarpma” veya “silkeleme” operasyonuyla sınırlı değil; “Turpun büyüğü henüz heybede”! Rejimin varlığını sürdürebilmeyi başarması halinde (veya sürdürebilmesi için) asıl yapması gereken iş, kapitalist krizi büyük sermaye yararına çözmek ve o zamana kadar da her adımı bu sınıfsal amaca uygun biçimde atmak. Bu elbette hedeflenen çözümün, popülist bir söylem eşliğinde de olsa ekonomik, sosyal, siyasal, bütün yönleriyle işçi sınıfının ve emekçilerin zararına bir çözüm olacağı anlamına geliyor; yani burada emeğin hem ekonomik, hem de siyasi-polisiye, hatta gerektiğinde askeri araçlarla “disiplin altına alınmasından” söz ediyoruz. Bu da işçi sınıfının göstereceği direnç oranında tek taraflı veya karşılıklı, ancak sert bir sınıf savaşı anlamına geliyor. Bu arada tek taraflıdan kastımızın, “itlerin salındığı, taşların bağlandığı”, burjuvazinin teslim olmuş bir işçi sınıfını istediği gibi hırpaladığı bir durum olduğunu da belirtelim.

Demokrasi Gelirse Ekonomi Düzelir Mi?

Söz konusu, kapitalizmin dünya çapındaki bunalımı ve bunun Türkiye’de aldığı berbat biçimler olunca işin sadece “tek adam rejimi” ile sınırlı olmadığı ve de “demokrasi” sorununun şu veya bu derecede halledilmesiyle tatlıya bağlanamayacağı anlaşılır. Saray rejiminin “organize işleri”, sistematik kötülükleri, ekonomik-mali-parasal “hinlikleri”, dış politika numaraları ve seçimleri kaybetmesi halinde kendiliğinden gidip gitmeyeceği vb. konular bir yana, ülkeyi, iktidarda kim olursa olsun, uzun süre ciddi biçimde meşgul edecek, çözümü zor bir durum söz konusu. Bu durumda, iktidarın kaçınılmaz biçimde yıkılacağı ve kendilerinin de mutlaka iktidar olacağı iddiasındaki burjuva muhalefetin, krizin çözümüne ilişkin tatmin edici sözler söylemesi, çözümler önermesi gerekiyor. Burada kastımız, bu muhalefetin diline pelesenk ettiği “demokrasi” üzerine harcıâlem laflar değil, bu çok boyutlu krizin çözümüne ilişkin açık ve net bir program

Ekonomiyle demokrasi arasındaki diyalektik hiçbir zaman “demokrasi gelirse ekonomi düzelir” (veya tersi) biçimindeki boş bir lafa indirgenemez. Aksine, özellikle böylesine kriz dönemlerinde sermaye lehindeki ekonomik çözümler, emek güçlerinin ağır bir baskı altına alındığı diktatörlük rejimleriyle gelmiş, yabancı sermayenin güveni bu yolla sağlanmıştır. Nitekim önümüzdeki dönemde, Türkiye’de Saray rejimi, şu veya bu ölçüde tasfiye edilse bile böyle bir tehlike söz konusudur. Ayrıca dünyanın durumu da, kapitalizmin bütün büyük bunalımlarında olduğu gibi insanlığın demokrasi, barış, hak ve özgürlükler yolunda emin adımlarla ilerlemediğini,  geleceği şekillendirecek hesaplaşmaların henüz yapılmadığını, bu anlamda daha yolun başında olduğunu gösteriyor. Muhalefetten, demokrasi ve ekonomik faydalarına ilişkin sözlerin ötesinde, “yapısal çözümlerini” (TÜSİAD’ın o meşhur “yapısal reformlar” talebinin verdiği ilhamla!), özellikle de o “yapının” sosyo-ekonomik, sınıfsal planda nasıl bir şey olacağına, kamu kaynaklarının dağılımına ilişkin temel tercihlerini içeren gerçek bir program sunmasını beklememizin nedeni bu.  Çözümün toplumsal boyutunun uzlaşmaz sınıf çelişkileri temelinde gündeme geldiği tarihsel durumlarda her şey zorunlu olarak açıklık kazanır. Muhalefetin sınıfsal karakteri, sadece krizin ekonomik çözümünü değil, toplumsal, siyasal çözümünü ve kaçınılmaz olarak memleketin “demokrasi” sorununun kaderini de belirleyecektir. Biz, burjuva muhalefetin bilinen tarihsel rolü, muhalefet etme biçimi, ekonomik, politik, toplumsal anlayışı ve temel sınıfsal tercihleriyle, iktidara gelmesi halinde, kısıtlı bir “balayı” döneminin ardından ülkeyi neredeyse “başladığı yere” getirebileceğini düşünüyoruz. Böyle bir dönemin muhtemelen en “demokratik” yanı, iktidara gelen burjuva politikacıların ekonomide büyük sermaye yanlısı “yapısal reformları” yaparken işçi sınıfına, geçmişteki kötü günleri hatırlatarak “demokratik sabır” tavsiye etmeleri olacaktır. Burası neticede Özal döneminin ardından Süleyman Demirel gibi politikacıların  “kurtarıcı” olarak geri döndüğü, RTE’nin gibilerinin de ortalıkta uzun süre “demokratik reformcu” olarak dolaştığı bir ülke! Dön dolaş aynı yere (tabii, her defasında daha kötü bir tekrarla) gelmemizin nedeni de bu. Elbette farklı koşullarda bambaşka bir noktaya gelmek, farklı bir demokrasiyi, mesela bir işçi demokrasisini inşa etmek de mümkün.

Yeniden Çarpılmamak İçin…

Sonuçta gidişatı ve varılacak yeri, yeniden ve yeniden çarpılıp çarpılmayacağımızı belirleyecek olan en temel etken toplumsal sınıflar arasındaki mücadelenin seyri ve güç ilişkileridir. Büyük kapitalist bunalımlar her zaman radikal çözümleri gerektirir ve bu çözümlerin sınıfsal niteliği çoğu durumda toplumun bütün kesimlerinin aynı anda “idare edilmesini” imkânsız kılar. Kesin bir tercih gerekir. Kimin hangi tarafta yer alacağının açık biçimde anlaşılması, kimin hangi programı savunduğu bu nedenle çok önemlidir. Burjuva muhalefete (gerçekte her türlü muhalefete) yönelik programatik açıklık talebimizin nedeni budur.

Komünist Manifesto’nun ünlü sözünü hatırlatarak bitirelim: “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır!” Yeniden ve bu defa büyük sermayenin başka temsilcileri tarafından “çarpılmak” istemiyorsak bunun böyle olması gerekir. Sömürücüler ve onlarla uzlaşanlar eliyle kurtarılmayı beklemek akıl kârı değildir.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında