Putin’in Lenin Düşmanlığı ve Çarlık Emperyalizminin Rus Oligarklar ve Bürokratlar Eliyle İhyası

Putin’in Lenin Düşmanlığı ve Çarlık Emperyalizminin Rus Oligarklar ve Bürokratlar Eliyle İhyası

Putin’in Leninizm eleştirisi eşliğinde Ukrayna konusunda yaptığı “tarihsel” açıklama, bu otokratın Bolşevizm nefretini ve Çarlık Rusya’sını ihya etme hedefini bir kez daha ortaya koydu. Konuşmanın en can alıcı noktasını, Lenin ve Bolşeviklerin, olmayan bir Ukrayna’yı ve Ukrayna ulusunu yarattıkları suçlaması ve Ukraynalıların hiçbir zaman ayrı bir ulus olmadıkları iddiası oluşturuyordu. Putin aslında, başta Lenin olmak üzere, Ekim Devrimi’nin önderlerinin her zaman şiddetle karşı çıktıkları “Büyük Rus” şovenizminin o ezici, aşağılayıcı dilini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor.

Ukrayna’nın işgali ve bu bağlamda Putin’in, ülkesinin devrimci geçmişine ilişkin suçlayıcı ifadeleri, ihya etmeye çalıştığı en eski Rusya’nın, yani Çarlık Rusya’sının dış politikaya ve milliyetler sorununa ilişkin “tarihsel-geleneksel” tutumuna ilişkin birkaç sözü gerekli kılıyor.

“Sıkıcı” olmak pahasına sözü devrimci sosyalizmin ustalarına bırakalım.

Marx ve Çarlık Rusya’sı

Çarlık Rusya’sının dış politikası neydi? Marx, “New York Tribune” gazetesinde yayımlanan Doğu Sorunu (Şark Meselesi) üzerine makalelerinden birinde (“Rusya ve Batılı Devletler” 5 Temmuz 1853)  bu konuda şunları söyler:

Şimdi Şark meselesini özetleyelim. Koskoca imparatorluğun topu topu bir tek ihracat limanına sahip olmasından, bu limanın da üstelik yılın bir kısmında kullanılamaz, öteki kısmında da İngilizlere açık bir deniz üzerinde bulunmasından üzüntü ve öfke duyan Çar, seleflerinin Akdeniz’de bir kapı edinme politikasını sürdürmektedir. Bu amaçla Osmanlı imparatorluğunun en uzak parçalarını birbiri ardına koparıp almakta ve Türkiye’nin kalbi olan İstanbul’un artık çarpmayacak bir hale gelmesini gözlemektedir. Türk hükümetinin güçlenir gibi oluşuyla veya bundan daha kötüsü Slavlar tarafından girişilen bir kurtuluş hareketinin belirtileriyle niyetlerinin tehlikeye düştüğünü sezer sezmez, periyodik istilalarından (abç) bir yenisine daha başvurmaktadır. Batılı büyük devletlerin alçaklığını ve korkaklığını bilip buna güvendiğinden, o an elde etmek istediğini almakla yetinince fedakârlık taslayıp cömert görünmek için de daima aşırı taleplerde bulunmaktadır. Öte yandan birbirine güveni kalmayan, kararsız ve korkak Batılı büyük devletler, önce saldırganlığından ürktükleri Çara karşı Sultanı direnmeye teşvik etmekte, ancak sonra dünya çapında bir devrime yol açabilir korkusuyla genel bir savaş çıkartmaktan sakındıkları için, aynı Sultanı boyun eğmeye zorlamaktadır…”  (Karl Marx. Türkiye Üzerine (Şark Meselesi) Gerçek Yayınevi. 1966. S: 86-87)

Marx’ın günümüzden 170 yıl önce yazdıkları, artık var olmayan Osmanlı’yı ve Osmanlı sultanlarını saymazsak, bugüne ilişkin pek çok şey anlatıyor. Kısacası Çarlık Rusya’sının Putin eliyle ihyasından söz etmemiz boşuna değil! Elbette o zamandan bu yana köprülerin altından çok sular aktı. Emperyalizm çağında koşullarda önemli değişiklikler oldu.  Kapitalizmin dünya çapındaki bunalımı, ekonomik ve siyasi olarak uluslararası ilişkilerde ve güç dengelerinde ciddi değişimlere, farklı mevzilenmelere yol açtı. Yepyeni durumlar, sürdürülmeye, yok edilmeye veya kurulmaya çalışılan farklı statükolar, hegemonya kavgaları ortaya çıktı. Ancak tam da bu yeni durumlar nedeniyle taraflar “geçmişin ruhlarını” yardıma çağırıyorlar!  Tarih elbette tekerrür etmez, ancak sık sık benzer durumlar yaratır. Bu nedenle “tarihteki” benzer söylemlere ve yöntemlere başvurulur. Bu durum günümüzde Ukrayna meselesinde bir kez daha bütün açıklığıyla gün yüzüne çıkıyor.

Marx, Çarlık Rusya’sının düşmanıydı ve onu Avrupa gericiliğinin kalelerinden biri, özgürleşmenin, gelişmenin ve devrimin en büyük engeli olarak görüyordu. Lenin de bu otokratik rejimin düşmanıydı ve bütün ömrünü onu bir devrimle ortadan kaldırmaya adamış, bunu bir proletarya devrimiyle başarmıştı. Ulusal sorunun çözümü, yani Rus Çarlığının ağır baskısı altında ezilen halkların özgürleşmesi hedefi Lenin’in devrimci Marksist düşüncesinin ve eyleminin doğal bir sonucuydu. “Büyük Rus” şovenisti Putin’in Ekim Devrimi’nden, Lenin’den ve onun temsil ettiği her şeyden nefret etmesinin nedeni budur.

Lenin ve Çarlık Emperyalizmi

Çarlık Rusyası’nı emperyalist bir devlet olarak gören Lenin, “halkların hapishanesi” olarak tanımlanan bu ülkenin dış politikası ve “ulusal sorunu” hakkında şunları söylüyordu:

“Rusya’da, yeni tipte bir kapitalist emperyalizm (abç) İran, Mançurya ve Moğolistan’a karşı güdülen çarlık politikasında kendini açıkça ortaya koymuştur; ama Rus emperyalizminde (abç) egemen unsur, militarizm ve feodalizmdir. Dünyada hiçbir ülkede nüfusun büyük çoğunluğu Rusya’da olduğu gibi baskı altında değildir; “Büyük” Ruslar nüfusun ancak yüzde 43’ünü, yani yarısından azını oluştururlar; geri kalanlar, yabancı sayıldıkları için haklarından yoksun bırakılmışlardır. Rusya’da yerleşmiş 170 milyondan 100 milyonu ezilmiş ve haklarından yoksun bırakılmıştır. Çarlık Galiçya’yı ele geçirmek, Ukraynalıları (abç)ezmek, Ermenistan’ı, İstanbul’u vb. almak için savaşmaktadır. Çarlık, savaşa, dikkatleri ülke içinde büyüyen hoşnutsuzluktan başka yönlere çekmek, gelişen devrimci hareketleri ezmek için bir araç gözüyle bakmaktadır…” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş. Sol Yayınlar. 1975. S: 19)

Bolşeviklerin, emperyalist savaşa ve her türlü yayılmacı-ilhakçı politikaya şiddetle karşı çıkmalarının ve iktidara gelir gelmez Çarlık boyunduruğu altındaki Polonya, Finlandiya ve Baltık ülkelerinin bağımsızlığını tanımalarının nedeni enternasyonalist bakış açıları ve bir dünya devrimi hedefleriydi.

Troçki ve Çarlığın “Çift Taraflı” Emperyalizmi

Troçki de Çarlık Rusya’sının emperyalist sistem içindeki yeri ve rolü ile ilgili detaylı bir tanımlama yapar. Troçki’ye göre kanlı mücadelenin hedefi dünya egemenliğiydi ama bu Rusya’nın imkânlarını aşıyordu. “Rusya’nın savaştaki amaçları (Türkiye’de Boğazlar, Galiçya, Ermenistan) diye takdim edilen şeyler bu çerçevede göreli, tali önemdeydi ve ancak, dolaylı olarak, savaşan asıl tarafların çıkarlarıyla bir ölçüde uyuştuğu ölçüde çözüm bulabilirdi.

Aynı zamanda büyük güç olma hasebiyle Rusya, nasıl ki bir önceki dönem boyunca içeride fabrikalar, imalathaneler, demiryolları kurmaktan, seri atış yapabilen tüfekler, uçaklar edinmekten kaçınamamışsa kapitalist ülkelerin dalaşına katılmaktan da imtina edemezdi…” (L. Troçki. Rus Devriminin Tarihi Yazın Yayıncılık. 1998. S: 26)

Troçki, Çarlık emperyalizminin niteliğini ve gücünün sınırlarını bu şekilde ortaya koyuyordu. Ona göre Rusya’nın bu savaştaki konumu ve katılımı emperyalist Fransa ile yarı sömürge Çin arasında bir yer tutuyordu. “Rusya, ileri ülkelerin müttefiki olmanın, faizini ödeyerek sermaye ithal etmenin bedelini, yani müttefiklerinin ayrıcalıklı bir sömürgesi olma hakkının bedelini böyle ödüyordu; ama aynı zamanda Türkiye, İran, Galiçya ve genel olarak kendinden zayıf, daha geri ülkeleri ezme ve soyma hakkını da kazanıyordu. Rus burjuvazisinin bu çift taraflı emperyalizminin (abç) gerçek niteliği dünya ölçeğindeki daha büyük güçlerin hizmetindeki bir acente gibi çalışmaktı… Yabancı finans kapitalin yarı yarıya kompradoru olan Rus burjuvazisinin, tıpkı işvereninin işlerine gözünü diken yüzdeci bir acentenin yaptığı gibi, dünya emperyalist çıkarlarında gözü vardı.”  (Age. S: 26-27)

Troçki’ye göre Rusya, emperyalist “sistemin bir halkasından başka bir şey değildi”, ki, Lenin’de Çarlık Rusya’sını “emperyalizmin zayıf halkası” olarak tanımlamaktaydı…

Rusya Egemenleri Neyin Peşinde

Rusya’nın Batı ile ilişkilerinin günümüzde uğradığı zorunlu değişikliklere rağmen devlet politikasının,  Çarlık döneminin hortlatılan bütün simge ve “değerleriyle” birlikte, 18. ve 19. yüzyıllardaki ve 20. yüzyılın başındaki temel mantığından farklılık göstermediğini, çeşitli gerekçelerle benzer yöntemleri uyguladığını söyleyebiliriz.  Yeryüzünde olup biten her şeyin “jeopolitik”e, yani bir anlamda “coğrafyanın kader olduğu” inancına bağlanması bir yana Rusya’nın asıl derdinin, kendilerinden “oligarklar” olarak söz edilen egemen sınıfının, yani çok az sayıdaki ayrıcalıklı, aşırı zengin soyguncu-vurguncu kapitalistin ve onları temsil eden, her biri boğazlarına kadar yolsuzluğa batmış bürokratların çıkarları, ikballeri ve yürürlükteki gerici rejimin sürdürülmesi olduğu bilinmelidir. Bizde de küçük çaplı, yetersiz ve epeyce başarısız bir örneğini yaşadığımız gibi, Rusya’ya hükmedenlerin gerçek amacı, “emperyalizmle mücadele” değil, bir dünya bunalımı ve hegemonya sorununun yaşandığı günümüzde, kendi kapitalist çıkarları doğrultusunda, egemen sınıflarına ve Rus devletine dünya ekonomik ve siyasi hiyerarşisi içinde daha üstte bir konum kazandırmaktır. Halkların hiçbir tepkisini umursamadan, çeşitli gerekçelerle yürütülen bu yayılmacı-emperyalist politikanın maddi arka planı budur.

Artık Bir “Acente” Değil

Elbette Rusya, emperyalist politikaları bağlamında, artık “dünya ölçeğindeki büyük güçlerin hizmetindeki, onlardan bir şeyler “tırtıklamaya” çalışan bir “acente” değildir.  O, dünya ekonomisi ve emperyalist sistem içinde eski Çarlık Rusya’sından çok daha büyük bir gücü temsil etmektedir. Üstelik Lenin’in, Rus emperyalizminin egemen unsuru olduğunu söylediği “militarizm” konusunda da (Bunu aynı zamanda askeri güç politikası olarak okuyabiliriz) Çarlık’tan çok daha büyük imkânlara sahiptir. Bu militarizm, günümüzde ileri teknoloji ürünü savaş araçlarına ve nükleer silahlara dayanıyor. SSCB sonrası dönemde yeniden devlet arması haline getirilen Çarlık Kartalı ve göndere çekilen Çarlık bayrağının gölgesinde yeniden ve elbette kendi çapında,  ekonomik altyapısı sınırlı bir emperyalizmin güç kazanmaya çalıştığını söyleyebiliriz.

Meseleyi bu şekilde ele aldığımızda emperyalizmin halen egemen konumdaki Batılı kanadının zaaflarının, bazı geri adımlarının, hatta yenilgilerinin Rusya’yı emperyalist eğilimleri açısından “sakinleştirmek” veya “dünya barışının temsilcisi” haline getirmek şöyle dursun, daha da “coşturacağını” söyleyebiliriz. Yani eğer sözü edilen güçte bir emperyalizm olmasaydı bile kapitalist Rusya onu kendi adına var etmeye çalışırdı! Marx, Lenin ve Troçki’nin uzun yıllar önce ifade ettikleri gerçeklik, özü itibariyle budur.

Ekonomik Zayıflığın Çok Güçlü Bir Militarizm Yoluyla Telafisi…

Rusya, dünya egemenliği için gereken yeterli derecede gelişmiş üretici güçlere ve ekonomik verimliliğe sahip olmadığı için,  güçlü bir emperyaliste dönüşme hedefini, ağırlıklı olarak askeri-militarist yöntemlerle ortaya koymaktadır. (Lenin’in yukarıdaki tanımlamasını hatırlayalım) Görece geri ekonomik yapısı,  dünya ekonomisi içinde büyüklük bakımından Brezilyanın üstündeki ve Güney Kore’nin altındaki yeri ve bağımlı konumu Rusya’yı devlet ve egemen sınıfları açısından bir “mazlum ve mağdur” durumuna düşürmüyor. Kapitalist Rusya,  görece “zayıf halkasını” oluşturduğu emperyalist sistem içindeki yerini başta enerji olmak üzere çok zengin yeraltı kaynakları ve ileri teknolojilere dayalı askeri gücüne borçludur.  Rus tekelci kapitalizminin sahip olduğu bu imkânlar,  Rusya’nın, sınırlı üretici güçlerine oranla, uluslararası politikada çok daha büyük bir etki kazanmasını sağlamaktadır. Bu güçler Rusya’ya emperyalist sistem içinde bir hegemonya imkânı sağlamasa da,  onu bir  “alt emperyaliste” de dönüştürmemektir. Yani Rusya, kendi heves ve amaçları da olan, ancak esas rolü güçlü emperyalist mihraklar hesabına iş görmek olan bir “taşeron” değildir. Uluslararası kapitalist sistemin bunalımının yol açtığı boşluklar, kararsız dengeler, ABD hegemonyasının gerilemesi, Çin’in bir emperyalist güç olarak yükselişi ve yakın bölgelerde uzayıp giden çatışmalar, Rusya’ya, adımları doğrudan kendi çıkarları tarafından belirlenen müdahaleci-emperyalist bir çizgiyi izleme fırsatı vermektedir. Rusya’nın dış politikası, kimilerinin zannettiği üzere nesnel veya öznel olarak “emperyalizm karşıtlığına” dayanmıyor, aksine emperyalizmin devamlılığına,  bir sistem olarak yeniden üretimine katkı yapıyor. Bu politikanın ideolojik boyutunu geleneksel Batı karşıtlığı, Slavcılık, Avrasyacılık vb. olgular teşkil etmektedir. Rusya’daki yeni Bonapartist-otokratik rejim, en az Ukrayna’da suçladığı şoven milliyetçi, neo-faşist örgütler kadar gerici Rus milliyetçisi grupların desteğini almakta, Avrupa’daki neo-faşist örgütlere el altından destek vermektedir. Bu nedenle Rusya’nın kendisinin en az Ukrayna kadar, “demilitarize” ve “denazifike” (Nazisizleştirme) olmaya ihtiyacı vardır! Bütün bunlardan dolayı, (Eğer öyle bir şey varsa!) Rusya’nın  “emperyalizm karşıtlığı”, Batı’nın emperyalist güçlerinin, kendi emperyalizmine engel oluşturduğu ölçüdedir.

ABD, NATO ve Avrupa’nın Yeniden Toparlanması Hedefi

Son yıllarda yaşananlar, artık sona erdiği iddia edilen emperyalist ülkeler arasındaki çatışmalara varabilecek derin çelişkilerin günümüzün kendine özgü koşullarında yeniden ve açık bir biçimde ortaya çıkması anlamına geliyor. İnişli çıkışlı bir seyir izleyen dünya bunalımı, tıpkı kapitalizmin geçmiş bunalımları gibi büyük çaplı bir savaş tehlikesini doğuruyor. İşlerin Ukrayna’da olduğu gibi bir sıcak savaş noktasına varması, bu çatışmanın, emperyalist sistem içinde hegemonik bir güç olmaya yönelen Çin’e karşı yürütülen uzun vadeli kuşatma politikasının bir ön tezahürüdür. ABD ve Birleşik Krallık’ın kışkırtıcı Ukrayna politikası, bu stratejinin bir boyutu olarak, Avrupa’nın ABD önderliğinde ve NATO aracılığıyla “Soğuk Savaş” dönemine benzer bir biçimde yeniden toparlanmasını ve denetim altına alınmasını hedeflemektedir.

Batı emperyalizminin niteliğini, dünya çapındaki karşıdevrimci amaçlarını, NATO’nun neden kurulduğunu, onun vasıtasıyla neler yapıldığını ve daha neler yapılmak istendiğini, Batı’nın işin bu noktalara varmasındaki belirleyici rolünü, Rusya’nın nasıl kışkırtıldığını; bu işte Ukrayna’nın nasıl kullanılmak istendiğini, bu ülkenin, oligarklarının ve gerici siyasetçilerinin canı gönülden iş birliğiyle bu noktalara nasıl sürüklediğini elbette biliyoruz. Ancak bütün bunların Rusya’nın yayılmacı-militarist-emperyalist politikalarını temize çıkaramayacağını;  Batılılarla, aynı sistem içinde daha üst bir konum kazanma uğruna kapışmasının onu emperyalizme karşı direnişin kalesi haline getirmeyeceğini de biliyoruz.

Ukrayna’ya Saldırı NATO’yu Zayıflatır mı?

Rusya’nın tarihsel ve ideolojik olarak bir Ukrayna ulusunun varlığını reddeden Büyük Rus şovenizmine dayalı işgalci-emperyalist politikası, kendi iç yapısına bakmadan öne sürdüğü, Ukrayna’nın “militarizmden ve Nazizm’den arındırılması” vb. “soylu” iddialarına rağmen Batı emperyalizminin askeri ve politik güçlenmesinden başka bir sonuç vermeyecektir. Alman emperyalizminin askeri açıdan da güçlenmeye karar vermesi, askeri bütçesini önemli ölçüde artırması buna işaret etmektedir. Rusya’nın Ukrayna işgali, aynı şekilde, NATO’yu zayıflatmak, caydırmak bir yana, muhtemel bir savaş ve işgal korkusuna kapılmış Avrupa halklarının bu emperyalist ve savaşçı ittifakı bir “koruyucu” olarak görmesine yol açacaktır. Bu koşullarda NATO karşıtı propaganda iyice zora girecek, en azından etkisini ciddi biçimde kaybedecektir. Son günlerde yayılan ve çeşitli çevrelerde hâkim olmaya başlayan söylem bu doğrultudadır.

Emperyalizme ve onun saldırı aracı olarak NATO’ya karşı durulması, öncelikle bu sistem içindeki halkların, ülkelerin emekçi sınıflarının bilinçli, örgütlü mücadelesi ve dayanışmasıyla mümkündür. Tarihin belki çok istisnai anları ve yarattığı çok farklı koşullar dışında, bu tür gerekçelerle yapılacak işgaller, halkların antiemperyalist bilincini ciddi bir biçimde gerileteceği gibi ve kendi sömürücü sınıflarıyla da kaynaşmasına, onların bütün suçlarını unutmasına, gerici burjuva değerlere ve ulusal simgelere, milliyetçiliğin en gerici biçimlerine (mesela faşizm, dincilik vb.) daha da sarılmasına yol açacaktır. Bu durum aynı zamanda işgalci ülkeyle işgale uğrayan ülke işçi sınıfları arasında da “ulusal” gerekçelerle derin bir düşmanlık yaratacaktır.

Bunlardan yola çıkarak, “Kapitalist olsa da emperyalist olmadığı” söylenen Rusya’nın (veya bir başka benzerinin) karşı duruşunun emperyalizme ve NATO’nun askeri ilerlemesine karşı, kendi iç rejiminden bağımsız olarak, bir engel oluşturduğu mealindeki tezlerin de sağlam bir temele oturmadığını söyleyebiliriz. Tekrar edelim, halklara acı çektiren, onlar arasında derin düşmanlıklar yaratan, şoven milliyetçiliğe ve başka uluslar üzerinde hak iddialarına dayanan sözde emperyalizm karşıtlığı, emperyalist sistemin yeniden üretilmesinden başka bir sonuç vermez.

İşgal Ancak Gericiliğe Hizmet Eder

Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırısının kimi iddiaların aksine hiç de “antiemperyalist” sonuçlar vermeyeceğini ve bu savaşın Batı emperyalizmi yararına sağlayacağı muhtemel kazançları kısaca da olsa işaret ettik. Ukrayna burjuvazisinin “Batı yanlısı” politikalarına ancak Ukraynalı emekçiler engel olabilir. Bu sorunun gerçek çözümü, ülkeye silah zoruyla hâkim olacak “Rusya yanlısı” bir iktidar olamaz. Böyle bir durum, Ukrayna halkı arasında, Rusya korkusunun yol açtığı “Batıcılığı” daha da kışkırtacaktır. Rusya’nın saldırısı, halklar arasında tamiri çok zor bir düşmanlığa yol açacağı gibi, Ukrayna’daki gericilere, o çok sözü edilen Neonazi siyasal- askeri yapılara da güç katacaktır. İşgal, gerileyen hegemonyasını yeniden kazanma çabasındaki ABD emperyalizminin, Avrupa, hatta başka bölgeler üzerindeki etkisini, çok daha tehlikeli biçimlerde artıracaktır. Rusya, Ukrayna’ya saldırarak emperyalizme yapılabilecek en büyük hizmetlerden birini yapmıştır!

Taraf olmak ve “Yancılığın” Reddi

Bütün bunlar düşünüldüğünde emperyalist sistemin büyük güçleri arasındaki sürtüşme ve çatışmalarda sosyalistlerin doğru bir tavır takınmasının önemi bir kez daha ortaya çıkar. Sorunun cevabı çok önemli de olsa,  konuyu “ABD ve müttefikleriyle Çin ve Rusya arasında bir savaş çıkarsa devrimcilerin tavrı ne olmalıdır” noktasına indirgeyip “kısa kesmek” doğru olmaz. Sorun bu kadar basit değildir. Bunun başlıca nedenlerinden biri asıl tarafların karşı karşıya geldiği böyle büyük ve dünyanın kaderini belirleyecek bir savaşta, bir noktadan sonra nükleer silahların kullanılacak olmasıdır. Bunun anlamı ve sonucu bellidir. İkincisi, ilk önce kimin kime saldıracağı meselesidir. Örneğin Uzakdoğu’da sadece Japonya’nın ABD’nin emperyalist bir müttefiki olarak Çin’e saldırarak bir savaşı başlatması dışında, Çin’in, muhtemelen “emperyalizmle savaş” gerekçesiyle, ancak belirli bölgesel taleplerle Japonya’ya, Tayvan veya Vietnam gibi düşmanlarına saldırması gibi daha güçlü bir ihtimal de vardır. Bir emperyalist saldırı karşısında bağımlı, zayıf bir ülkenin yanında yer alıp ona destek veririz. (egemen sınıflarına değil, saldırgana karşı,  emekçilerin ulusal ve toplumsal özgürlükleri için.) İki emperyalist güç arasındaki savaşta, bu güçlerden birinin diğerini işgal etmesi halinde (eğer hâlâ bir nükleer savaş patlak vermemişse!) o ülke halkının işgale karşı direnişini de destekleriz. (2. Dünya Savaşı’nda Alman işgali altındaki Fransa halkının direnişinin desteklenmesi vb.) Ancak iki emperyalist güç arasındaki çekişmelerde taraf olmak veya görece zayıf emperyalistin desteklenmesi gibi bir ilkemiz olamaz. Bu bir “Pasifizm”, “tarafsızlık” veya “ilgisizlik” değil, uluslararası planda bağımsız ve devrimci bir sınıf alternatifi yaratma sorunudur. “Yancılık” bizim işimiz değildir.

Kuşkusuz her sorun, kendi somut koşulları içinde ele alınmalı, kuru formül ve “ilkesel” genellemelerle anlaşılamaz, içinden çıkılamaz bir hale getirilmemelidir. Tavrımız her zaman devrimci ve politik bir nitelikte olmalıdır. Siyasette nüanslar önemlidir. Bu da her somut durumda bir takım “ince ayarları”, dikkatle seçilmiş taktikleri, gerçekçi değerlendirmeleri gerektirir. Emperyalist güçler arasındaki savaşların yaratacağı boşluk veya çatlaklardan devrimci imkânlar yaratmak, bu savaşları birer iç savaşa dönüştürmek için mücadele devrimci bir görevdir. Devletler arasındaki her türlü savaşta, başta savaşan ülkelerin işçi sınıfları olmak üzere bütün ülkelerin emekçilerinin enternasyonalist birlik ve dayanışması için her türlü aracı kullanarak mücadele ederiz.

En başa dönecek olursak; Marx, Lenin ve Troçki’nin Çarlık Rusya’sına ilişkin tanımlamalarını, bu “Çarlığın” Rus otokrasisi ve oligarkları eliyle, yepyeni koşullarda, bütün eski “değerleriyle” birlikte ihya edilmeye çalışıldığı bir dönemde bir kere daha hatırlamalıyız. Rusya’nın ne olup ne olmadığını ekonomik indirgemeciliğe dayalı bir  “mevzuat” ve soyut formüllerle kavramak mümkün değildir. Ustaların uzun yıllar önce yaptığı ve geçerliliğini bugün de büyük ölçüde muhafaza eden değerlendirmeler bu nedenle çok önemlidir.   Tekrar edelim, “yancılık” bizim işimiz olamaz. Gerçek bir güç ve bu nedenle taraf olamadığımız durumlarda “taraftar” olmak zorunda değiliz. Bizim tarafımız bellidir. Bu gibi durumlarda, taraflardan birinin yanında olmadığımızda, öbür tarafın aletine dönüşeceğimiz düşüncesinde de değiliz. Aralarında güç farkları olsa da emperyalistler arasında seçim veya tercih yaparak devrimci ve antiemperyalist mücadele yürütmek mümkün değildir.  

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında