“FAKİR FUKARA GARİP GUREBA…!”

“FAKİR FUKARA GARİP GUREBA…!”

Hakkı Yükselen

RTE, beş yıl önceki bir konuşmasında “Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” demişti. Bu açıklamasıyla RTE, sadece “yüksek kültür” alanındaki “sıkıntılarından” (yani başarısızlıklarından) değil, esas olarak sosyal bir sorundan; günlük hayat, duygu, davranış ve yaşam biçimleri, yani geniş anlamıyla kültürel alandaki bir “sıkıntıdan” söz ediyordu.

Evet, toplumun “modern-laik” kesimlerini umutsuzluğa düşüren, onlara yenilmişlik duygusu yaşatan pek çok gelişmeye rağmen, rejim açısından çözülememiş ve de çözülemeyecek olan toplumsal-kültürel bir sorun var: Kapitalist üretim biçiminin şekillendirdiği, farklı hayat tarzlarını da kapsayan seküler gündelik hayat kültürü, belirli toplumsal faaliyetleri, davranışları,  tüketim, keyif, mutluluk, eğlence biçimlerini “küfür” olarak gören bir çekirdek kesim dışında, İslamcı-milliyetçi iktidara destek veren geniş kesimleri uzunca bir süredir etkisi altına almış durumda. Bu kesime tanınan ayrıcalıkların sağladığı görece maddi zenginleşme, iktidarın temsil ettiği ideolojik akımın beklentilerinin tersi yönde bir gelişmeye yol açtı. RTE’nin “milleti”, kişisel planda bazı farklılıklarına ve iktidarın sistematik olarak körüklediği kimlik temelli ayrışmalara rağmen gündelik hayatın pek çok alanında “karşı tarafa” iyice benzemeye, “popüler kültüre” hızla uyum sağlamaya başladı. Bu durum o cenahtaki acı yakınmaların ve eleştirilerin de başlıca nedeni. Toplumun bir bölümünün, doğrudan maddi menfaatlere, cemaat bağlarına veya RTE’ye olan akıldışı inancına dayalı sadakati, bu “acıyı” dindirmeye yetmiyor.

Ancak…

Yine de iktidar sahiplerinin haklarını yemeyelim. Yukarıda sözü edilen bağımlılığın ötesinde “başarılı” oldukları toplumsal ve kültürel bir alan var. İktidar, özellikle de yeni rejim, bu alanda kendi ideolojik dilini siyasi karşıtlarına da benimsetmeyi başardı. Sağın ve her türden burjuva gericiliğinin geleneksel olarak yaygın biçimde kullandığı bu dil, kendini “solcu-sosyal demokrat” olarak tanımlayan CHP’nin de dili haline geldi. Bunun CHP açısından, başta sağcı-dindar seçmenin kazanılması olmak üzere, bazı toplumsal-politik-pratik gerekçeleri var. CHP’nin kendince “halka ulaşma” (eskiden inilirdi!) isteğinin bir çeşit “popülizmi” gerekli kıldığı söylenebilir. Ancak CHP’nin siyaset diline bakıldığında, partinin kendine ilişkin iddialarının aksine, bunun sol değil, sağ bir popülizm olduğu görülüyor.

Örneğin demokratik bir rejim inşası konusunda iddialı bu partinin (ve diğer burjuva ortaklarının) söyleminde “ekonomik ve demokratik hak” kavramı yerini, özellikle emekçi kesimlere yönelik olarak “kul hakkı”na bırakmış durumda.

Bu, günlük hayatta çok yaygın olarak kullanılsa da esası itibariyle insanı “kul” olarak gören dini bir kavram ve “demokrasi” fikriyle, laik-cumhuriyetçi muhalefetin sıklıkla vurguladığı “yurttaşlık”, “hak ve özgürlük” gibi dünyevi kavramlarla hiçbir alakası yok. Ancak sorun bunlarla sınırlı değil. Dünya ve memleket sorunlarına, bu arada demokrasi konusuna “sınıflar ve sınıf mücadeleleri” açısından bakan bizler için dil ve kavramlar dünyasındaki bu dönüşümlerin çok önemli bir başka yönü de var. Örneğin “kul hakkı” kavramı, burjuva toplumlarındaki (yani gerçek dünyadaki) temel “hak yeme” biçimi olan “emek sömürüsü” gerçeğinin üstünün örtülmesini sağlıyor. Bu tür bir yaklaşım iş yerinin “ekmek kapısı”, patronun “baba”, ücretin “ekmek parası” ve sosyal- ekonomik hakların da “kul hakkı” olarak görülmesine yol açıyor. Bu bakış aynı zamanda kendini “kul” olarak gören işçinin, patronunu, konumu itibariyle “tanrısallaştırmasına” da neden oluyor. İşin “ilahi” yönü bir yana, bu aynı zamanda dünyevi güçler karşısındaki çaresizlik ve boyun eğme duygusunun da nedeni. Bu durumda kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileri de tanımı itibariyle “değişmez-değiştirilemez” olan “ilahi düzenin” bir parçası haline geliyor.   Bunun sonucunda sorun, işçi sınıfının bilincinde siyasetten uzak bir “ekmek kavgasına” dönüşüyor. Üstelik devlet, çok uzun yıllardır hemen her türden hak arama eyleminin ve muhalif politik faaliyetin, toplum ve emekçiler tarafından birer “terör faaliyeti” olarak algılanması için yaygın ve sistematik bir çaba harcıyor. Eylemdeki işçilerin, kendilerinin “sadece ekmeklerinin peşinde olduklarını”, siyasetle zinhar bir ilgilerinin olmadığını, hemen her defasında yemin billah ederek söylemelerinin nedeni bu. Böylece nesnel anlamdaki kaçınılmaz sınıf mücadelelerinin, bilinç, örgütlenme ve siyaset anlamında öznel sonuçlarına ulaşması son derece güçleşiyor. Emekçilerin sadece siyasal bilinçlerinin değil, gündelik sınıf bilinçlerinin de geriliği büyük ölçüde böylesine bir toplumsal kültürün egemenliğinden kaynaklanıyor.

Neoliberal Sosyal Politikalar, Sermaye İktidarının “Hayır Hasenat” İşleri

Bu toplumsal kültürün en berbat sonucu, işçi sınıfı ve emekçilerin toplumun, siyasetin ve en acıklısı da bizzat kendilerinin gözünde “fakir fukara, garip gurebaya” dönüşmüş olması. Bunun elbette maddi temelleri var. Bu tanımın yaygın biçimde benimsetilmesi, öncelikle toplumun çok büyük bir bölümünü oluşturan ve topluca harekete geçtiği her durumda düzen için tehlike yaratan bir sınıfın zapturapt altında tutulması açısından büyük fayda sağlıyor. İktidarda ya da muhalefette olsun, burjuva partilerinin işçi ve emekçilerden bu şekilde söz etmesi zaten sınıf bilinçlerinin ve görevlerinin bir gereği. Tabii bu aynı zamanda işçi sınıfı hareketinin uzun yıllar boyunca dibe vurmuş olmasının da bir sonucu; hakları ve özgürlükleri konusunda tuttuğunu koparan bir işçi sınıfının ve güçlü politik önderliklerin olmadığı dönemlerde başka türlüsü mümkün değil.

Ancak bu durumun bir ekonomik temeli var. Burjuvazinin işçi sınıfına benimsetmeye çalıştığı “sadaka kültürü” asıl olarak neoliberal dönemin “sosyal politikalarının” bir sonucu. Bu dönemde “sosyal devlet-sosyal hak” politikalarının yerini “sosyal transferler-yardımlar” adı altında devlet ve sivil toplum düzeyinde neoliberal bir “hayırseverlik” almıştır. İşçi sınıfına ve emekçilere yönelik neoliberal saldırının yarattığı yoksullaşmayı idare edilebilir bir düzeyde tutmak, işgücünün hayatta kalmasını sağlamak ve bu yoksullaşmanın yol açacağı toplumsal-sınıfsal çatışmaları yumuşatmak amacıyla uygulanan sosyal yardımlar sadece Türkiye’ye has değil. Genelde sınıf bilincini köreltmeyi hedefleyen, yoksulluğu bireysel kader olarak tanımlayan, neoliberal yoksulluk yönetimi mantığına dayalı bu “sosyal yardım” politikaları, Türkiye’de temelleri Özal dönemindeki “Fakfukfon” uygulamasına dayansa da, özellikle AKP döneminde yardım oranlarının artırılması, organizasyonun merkezileştirilmesi, daha seçici hale getirilmesi, fiilen parti denetimine alınması, dini vakıfların devreye sokulmasıyla tamamen iktidar merkezli, onun politik ve toplumsal hedefleri ve örgütlenmesine uygun, dini referanslı bir hale getirilmiştir.

Bu neoliberal-dinsel toplumsal politikanın hedefi, sınıf gerçeğinin görünmez kılınarak yerine “fakir fukara-garip gureba” türü “serbest piyasacı-dinsel” tanımlamaların; yok edilen yasal-kurumsal sosyal hakların yerini aynı zamanda bir toplumsal denetim aracı olarak “hayır-hasenat-fitre-zekât-sadaka” sisteminin almasıdır. Genelde “hayırsever devlet-hayırsever zenginlerler” ile yoksullar arasında “kulluğa” ve itaate dayalı ilişkilerin kurulmasına yol açan bu sosyal yardım örgütlenmesi aracılığıyla yasal ve sosyal hak temelli bir sistemden “hayır” ve “yardım” temelli bir sisteme geçilmesi hedeflenmiştir. Bu, neoliberal birikim mantığının yoksullaştırdığı emekçileri atomize ederek yoksulluklarının nedeni olan serbest piyasacı düzenin denetiminde tutmanın da bir yoludur. Bu nedenle sözü edilen sistemin siyasi amacı yoksulluğu yok etmek değil, belirli ölçüler içinde sürdürerek yoksulların sürekli bir biçimde siyasi otoriteye bağımlı kılınmasıdır. Yani bu, yoksulluğu “sürdürülebilir sürünme” sınırları içinde özellikle sürdüren bir sistemdir. Sistemin yasal sosyal hak kayıpları, ücret aşınmaları, işsizlik ve yoksullaşma nedeniyle ortaya çıkacak toplumsal-sınıfsal çatışmaları da yumuşatma amacının yanı sıra, bir başka “yararı” da var: Bu yolla, sosyal politikaların mali yükünü toplumun diğer kesimlerine yıkarak (özellikle giderek artan dolaylı vergiler yoluyla) kapitalistler üzerindeki ekonomik ve sosyal yükleri azaltmak, emekçileri düşük ücretlerle çalıştırmak mümkün olmaktadır.

Sahte Cemaat Dayanışması mı, Örgütlü Sınıf Mücadelesi mi?

AKP ve RTE iktidarının “görülmemiş” başarısının nedenlerinden biri de işte bu sistem. Emperyalizmle uyumlu ve tamamen neoliberal karaktere sahip bir siyasi İslam çeşidinin, buna uygun olarak dindar-liberal-muhafazakâr bir toplum projesi dahilinde toplumsal hakları yok ederken (liberal yönü); kendi liberal politikaları ile derinleştirdiği yoksulluğa çare olarak “hayır, hasenat ve sadakayı” getirmesi (İslami yönü) öne çıkıyor. Bu yolla, artık “işçi sınıfı ve emekçilerin” yerine konulan amorf bir “fakir fukara-garip gureba” kitlesi, kalıcı hiçbir hakka sahip olmadan, İslami usuller dahilinde örgütlenen yardım ağları yoluyla, iktidar partisini “sonsuza kadar” destekleyebilecekleri bir konumda tutulmak istenmektedir.

Bu neoliberal-İslamcı denetim modelinin kapsamı işsiz güçsüz, bir lokma ekmeğe muhtaç yoksullarla sınırlı değil. Anadolu taşrasındaki işçi sınıfının kahir ekseriyeti ve metropollerdekilerin de önemli bir bölümü, “informel ilişki ağları” vasıtasıyla sendikasız-örgütsüz ve her türlü sosyal haktan mahrum bir biçimde AKP-cemaatler koalisyonunun denetimi altına alındı. Bu, zenginle yoksulu en hiyerarşik biçimiyle bir arada tutan, sömüren-sömürülen ilişkisini örtmeye yarayan bir cemaat ilişkisi; gerçek toplumsal dayanışmayla hiçbir ilgisi olmayan bir “cemaat dayanışması”. Amacı, ancak eşitlik temelinde var olabilecek bir “sınıf dayanışması” bilincini imkânsız hale getirmek.

Açıkçası ortada burjuva muhalefetin, sürekli eleştirip devirmeye çalıştığı siyasi iktidarla “ağızbirliği” ettiği çok temel ve sınıfsal bir konu var. Burjuva muhalefetin bu temel sorun bağlamında geleceğe ilişkin başlıca vaadi, sosyal yardımların hiçbir kesintiye uğramadan sürdürülecek olması! Yani temel toplumsal-sınıfsal ilişkiler alanında esasa ilişkin bir değişiklikten söz edilmiyor. Görünen o ki, muhtemel bir yeni iktidar döneminde de işçi sınıfı, belirli konularda biraz daha “hoş tutulsa” bile fakir fukara, garip gurebalıktan kurtulamayacak.  Bu aynı zamanda, içinde yol aldığımız derin ve çok yönlü krizin var olan koşullarda bir iktidar değişimi halinde bile, her zaman olduğu üzere büyük sermaye yararına çözülmek isteneceğinin de işareti. Şimdilik de olsa gerçek bu.

Bu gerçeği değiştirmenin tek yolu, sözünü ettiğimiz sahte “cemaat dayanışmasını” kırabilecek bir sınıf mücadelesi ve kendi dayanışma-yönetim organlarını yaratabilecek kitle seferberlikleridir. İşçi ve emekçiler, “garip gureba, fakir fukara” olmaktan başka türlü kurtulamayacak; hak ettikleri öz saygıyı ve toplumsal önderliği ancak bu yolla kazanabileceklerdir.

Yazar Hakkında