ÇIKMAZDAN ÇIKMAK

ÇIKMAZDAN ÇIKMAK

Hakkı Yükselen

Rejim, içine girdiği çıkmazdan bir çıkış yolu arıyor. Böyle bir çıkmazdan kurtulmak imkânsız olmasa da kolay değil, hatta çok zor. Rejimin sadece gündelik değil, son derece hayati sorunlarda da gösterdiği yetersizlik ciddi bir kontrol kaybına yol açıyor. Son zamanlarda sıklıkla tekrarladığımız üzere, ülkenin içinde yol aldığı çok yönlü bunalım koşullarında rejimin kaderini, birbiriyle kesişen iki zıt eğilim belirleyecek. Bunlardan biri panik ve dağılma, diğeri ise her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmayı hedefleyen çatışma ve saldırganlık eğilimi. Sonucu, değişen güç dengeleri, kritik anlarda alınacak kararlar ve bu doğrultuda yapılacak karşılıklı hamleler belirleyecek…

 Bir Çıkar ve Güç Mücadelesi Olarak Siyaset

Rejim halihazırda büyük ölçüde kendi aleyhine dönmüş uygunsuz nesnel koşulları, iktidarda olmanın sağladığı görece uygun öznel koşullarla, yani kontrol edebildiğini düşündüğü veya doğrudan elinde tuttuğu güç ve imkânlarla dengelemeye çalışıyor. Neticede bu tür süreçlerin kaderinin, “kim haklı, kim haksız” tartışmalarının, “hak-hukuk” söylemlerinin ötesinde, siyaset arenasında belirleneceğini ve siyasetin de, özellikle tarihsel anlarda çıplak bir “çıkar ve güç mücadelesi”nden başka bir şey olmadığını iktidar da biliyor. RTE’nin bir yandan her adımında “darbecilikle” suçladığı muhalefeti, elindeki güç araçlarını kullanarak alenen ezmekle tehdit ederken, öte yandan “rejim güçlerine” ve kendi kitlesine “artık kaybedecek çok şeyleri” yani vazgeçilemeyecek çıkarları olduğunu hatırlatmasının nedeni bu.

İktidarın bir süredir giderek daha sık kullanmaya başladığı yöntemler ve müdahale biçimleri, içinde yol aldığı bunalım koşullarını ve muhtemel sonuçlarını nasıl algıladığının da işareti. Yani rejim, olağan yöntemler, yumuşak güç araçları, gelecek vaatleri ve normal siyasi usullerle söz konusu çıkmazı aşamayacağının, seçimleri kazanamayacağının farkında. Ülkeyi yöneten “milliyetçi-mukaddesatçı” (yani İslamcı-faşist) ittifakın lider ve sözcülerinin, ağzından çok uzun süredir tek bir iyi lâfın çıkmaması, bunların sürekli olarak, kendi taraftarları dışındaki hemen herkese yönelik bir tehdit ve hakaret dilini kullanmaları boşa değil. Koşullar düşünüldüğünde bu ifadelerin toplumsal-politik sonuçlarının ciddiye alınması gerekiyor; çünkü bunlar süreci giderek artan oranlarda belirlemeye başlayan bir şiddet politikasının, rejim çevreleriyle bağlantılı çeteleşmelerin ve bir bütün olarak rejimin aldığı biçimin açık ifadeleri. Güçleri –cesaretleri yeter veya yetmez, o ayrı mesele, ancak bu adamlar “şaka” yapmıyor!  O nedenle burjuva muhalefetin tekrarlayıp durduklarından daha sağlam dayanaklara ihtiyacımız var.

Neye Güvenebiliriz?

Sırtımızı burjuva muhalefetin bu iktidar gittiğinde neredeyse kendiliğinden sona ereceğini söylediği bir ekonomik krize dayayamayız! Çünkü bu kriz, özellikle de dünyanın bugünkü koşullarında, sadece ekonomik olarak değil, toplumsal ve politik olarak da çok daha kötü biçimler alabileceği gibi, “bunların” gitmeleri halinde de canımızı yakmaya devam edecek. (Elbette büyük kapitalistlerden, patronlardan değil, bunalımın bedelini şu veya bu biçimde ödeyen ve ödeyecek olan işçilerden emekçilerden söz ediyoruz!)  

Ayrıca “Geliyor gelmekte olan!” söylemi de kendiliğinden bir umut kaynağı değil.  Çünkü yine bu koşullarda neyin gelmekte olduğunu veya gelecek olanın tam olarak nasıl bir şey olduğunu bilmek zor! “Kaynamayan tencerenin”, “yetmeyen ücretlerin”, “görülmemiş işsizlik, sefalet ve hayat pahalılığının” rejim üzerinde epeyce ağır bir hasar yaratsa da siyasi alanda öyle otomatik olarak hayırlı sonuçlara yol açmadığı pek çok örnekle sabit.

Yine Saray iktidarının, uluslararası destek ve dış kaynak ihtiyacı nedeniyle kıçlarından ayrılmak istemese de her daim lanetle andığı “dış güçlerin” engelleyici rollerine de güvenemeyiz! Neticede “emperyalizme bağımlılık” da öyle “otomatik” sonuçları olan bir şey değil.

Yine aynı şekilde, hemen her zaman RTE’nin ve zaman zaman da, “küçük” ama   işlevi büyük ortağının ağır hakaret ve tehditlerine maruz kalan Türkiye mali sermayesinin (TÜSİAD) memleketin gerçek egemenleri olarak yapacakları itirazlara ve çizecekleri sınırlara da güvenmemiz mümkün değil! Son tahlilde rejimin sınıfsal aidiyeti, toplumsal rolü belirleyici olsa da burjuva partilerinin ve siyasi iktidarlarının temsil ettikleri sınıfla “bire bir” ilişkiler içinde olmadıkları, gündelik olarak onlar tarafından güdülmedikleri bilinir. Büyük burjuvazi özellikle kriz dönemlerinde sermaye düzeninin sonucu belirsiz bir kargaşanın içine düşmesine neden olan başarısız temsilcilerinin gitmesini ve  yerlerine başka birilerinin gelmesini istese de iktidardaki burjuva partileri  “kaybedecekleri çok fazla şeyin” olması nedeniyle buna uzun bir süre direnç gösterebilir.

Elbette, tarihte bazı durumlarda görüldüğü üzere rejimin belirli koşullarda kendi içine çöküp dağılma ihtimali de vardır, ancak buna da güvenemeyiz; çünkü böyle bir ihtimalin gerçekliği genelde gerçekleştikten sonra ortaya çıkar!  

Burjuva Bir Geçişin Muhtemel Manzaraları!

Böyle durumlarda burjuva muhalefeti, geçmişteki bütün suçlarına rağmen, “Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman çelebi denir” misali  bir “kurtarıcı” adayı olarak ortaya çıkabilir.  Demirel’in 90’ların başında “Kurtar bizi baba!” sloganları eşliğinde, pek çok kötülüğünde sorumluluk ve pay sahibi olduğu kurulu düzeni Özal’ın elinden kurtarmak üzere geldiğini unutmayalım. Şimdi de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Ancak arada “kurtarıcılar” yönüyle bir benzerlik olsa da tarih tekerrür etmemektedir. Bir kere, artık bir rejim değişikliği söz konusudur. Geçmişin, paşaların (ve müttefikleri diğer yüksek bürokratların) denetimindeki “yarı bonapartist” rejimi, bu unsurların tasfiye edildiği, “liberal demokrat” yanılsamalar ve alkış-kıyamet eşliğinde yaşanan bir geçişin ardından “kuruculuk” iddiasındaki RTE’nin daha baştan çürümüş “yeni bonapartist” rejimine dönüşmüştür. Durumun zorluğu buradan kaynaklanmaktadır. RTE’nin bir Özal olmadığı, bütün çözülme emarelerine rağmen onunkinden çok daha dirençli, teşkilatlı ve tehlikeli bir şeyi temsil ettiği açıktır. Yani işler burjuva politikası açısından o güne nazaran çok daha zordur.  Ancak bizler, yani bu memleketin işçi ve emekçileri açısından asıl sorun, oyun burjuvazinin belirlediği kurallar içinde ve onun çeşitli fraksiyonları arasında oynandığı sürece, Saray iktidarı hangi biçimde yolcu edilirse edilsin, kazananın yine büyük sermaye olacak olmasıdır. Neticede her burjuva hükümeti şu veya bu biçimde büyük sermayeye hizmetle yükümlüdür. Bunun aktüel anlamı, içinde yol aldığımız derin bunalımın yükünün, “çözüm” ve “demokratikleşme” adı altında, muhtemelen bazı kısmi düzeltmelerle birlikte, yarın da emekçilerin sırtına bindirilecek olmasıdır. Bunlara “demokrasi” veya “gelecek güzel günler” hatırına katlanılması işin esasını değiştirmeyecektir. Üstelik Saray rejiminin “her şeye rağmen” seçimleri kaybetmesi ve bu durumu kabullenmesi halinde, bazı sembolik yargılamaların ve çok aleni bazı suçların dışında, derinlemesine bir “hesaba çekme” sürecinin yaşanma ihtimali zayıftır. Böyle bir teslimiyet durumunda büyük bir ihtimalle bazı “âkil” arabulucuların ve “devlet adamlarının” da devreye sokulması ve el altından pazarlıklar yoluyla ve elbette “devri sabık” yaratmama ve cezasızlık koşuluyla bir uzlaşmaya varılacak; iktidarın büyük bir direniş ve şiddet göstermeden seçim sonuçlarını kabullenmesi bir nimet olarak görülecek, gösterilecektir. Böylesine “ideal” bir durumda, memleket ekonomisinin bir an önce hale yola konulmasını isteyen büyük sermayenin ve “artık kavga istemeyen milletimizin” barış, huzur ve sükun (!) talepleri doğrultusunda ve elbette “demokrasinin yeniden tesisi” ve “memleketimizin âli menfaatları” adına işlerin “normale” döndürülmesini istemek burjuva politikası ve politikacıları için anlaşılır bir şeydir! Burjuva muhalefetin vaadi olarak “güçlendirilmiş parlamentarizm” bugünkü rejimin neden olduğu bütün demokratik çağrışımlarına rağmen gerçek sınıfsal anlamı nedeniyle sonuçta “geçmiş güzel günlere” kazasız belasız dönüşün örtüsü olmaktan fazla bir anlam taşımamaktadır.

Oysa Türkiye’nin bütün bu yaşananlardan sonra gerçek bir dönüşüme, benzer bir durumun bir daha kolay kolay yaşanmaması için köklü değişikliklere ihtiyacı vardır. Bugünkü toplumsal muhalefetin başını çeken burjuva siyasal güçlerin, temsil ettikleri sınıfsal çıkarlar ve iliklerine işlemiş toplumsal korku ve endişeler nedeniyle belirli bir sınırın ötesine geçmeleri, kazanılacak demokratik hak ve özgürlükleri vazgeçilemez kılmaları, en önemlisi de emekçi sınıflar açısından kalıcı hale getirmeleri ihtimali yoktur. Bütün bu hak ve özgürlükler, gerekli hallerde burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda vazgeçilebilir, eksiltilebilir “şeylerdir” ve Türkiye bunu 1950’den bu yana pek çok kez yaşamıştır.

Caydırıcı güçler, Emekçilerin Rolü, Türkiye’nin Tarihsel Çıkmazı

Bütün bu gerçekler, işçi ve emekçilerin kitlesel ve örgütlü biçimde devreye girmelerini bu ülkenin geleceği açısından tarihi bir zorunluluk haline getirmektedir.  Hem bugünün hem de yarının getirecekleri devredeki güçlerin toplumsal-siyasi ağırlıklarına, niteliklerine, örgütlülük derecelerine, önderlik kapasitelerine bağlıdır. İşçi sınıfının doğrudan ve örgütlü bir güç olarak yer almadığı bir mücadele süreci demokratik hak ve özgürlükler konusunda umulan sonucu vermeyecektir. Öncelikle rejimin yukarıda sözünü ettiğimiz saldırganlık eğiliminin tersine çevrilmesi ve seçimleri kaybetmesi halinde gösterebileceği direncin kırılması, bedelini emekçilerin ödeyeceği çok daha beter kâbusların yaşanmaması çok büyük ölçüde emekçi kitlelerin örgütlü, aktif ve caydırıcı gücüne bağlıdır. Burjuva muhalefeti bu gücü, kendi çıkarları doğrultusunda, olabildiğince kontrollü biçimde ve bazen sadece sözünü ederek rejime karşı bir tehdit olarak kullanmak isteyecektir.    Ancak politik olarak pasif bir biçimde burjuva muhalefetin peşine takılmak zorunda kalmış bir işçi sınıfının, “her şeyin yolunda gitmesi halinde” dahi elde edebileceği kazanımlar esas olarak patronlarının ve onların siyasi temsilcilerinin kendileri için uygun gördükleri kadarıyla sınırlı olacaktır.

Kaldı ki Türkiye giderek derinleşen bir ekonomik bunalımla karşı karşıyadır ve bu bunalım “demokrasinin yeniden tesisiyle” kendiliğinden sona ermeyecektir. Bu tür durumlar her biri açık ve net sınıfsal tercihlerin ürünü olan ekonomik, toplumsal ve siyasi müdahaleleri zorunlu kılar. İşçi ve emekçilerin politik olarak pasif ve örgütsüz durumda olmaları, siyasi iktidarın el değiştirmesi halinde dahi, bu müdahalenin, demokrasi vaatleriyle süslenmiş birkaç aldatıcı cümle eşliğinde doğrudan büyük sermaye yararına olmasına yol açacaktır.

Yazının başında artık bir “çıkmaza” girmiş olan Saray rejiminin saflarındaki birbirine zıt ancak iç içe var olan iki eğilimden (çözülme-saldırı) söz etmiş ve sonucun değişen güç dengeleri ve kritik anlarda alınacak kararlar, yapılacak hamleler tarafından belirleneceği belirtilmişti.  Bu nedenle rejimin ne yapıp ne yapamayacağı belirli iktisadi ve uluslararası koşulların ötesinde büyük ölçüde karşısındaki güçlerin niteliğine, tutumuna, hazırlık derecesine ve mücadele azim ve kapasitesine bağlıdır. Sallantıda olan bir iktidarların içine düştüğü çıkmazlar, gerekli maddi ve moral güçlere sahip olmamaları halinde muhalefetlerin de çıkmazı haline gelir.  Böyle durumlarda “çözüm” inisiyatifi başka güçlerin eline geçer! İktidarların, hatta ortaya çıkabilecek boşluklardan yararlanmak isteyebilecek bazı resmi veya sivil “fırsatçıların” cüret ve cesaretleri, karşılarındaki güçlerin “caydırıcılığı” ile ters orantılıdır.  Zaten gerçek rejim değişiklikleri de “seçmen davranışlarından” ziyade (Çünkü bazı koşullarda “seçmen davranışının” pek bir önemi kalmaz) toplumsal-sınıfsal ve siyasal güç ilişkilerindeki köklü değişiklikler sonucu gerçekleşir. Bugünkü en önemli sorunumuz böylesine bir toplumsal gücün aktif biçimde alanda olup olmamasıdır.

Türkiye’nin gerçek çıkmazı, güncel olanın çok ötesinde, “tarihsel-yapısal” bir niteliktedir. Bu temel gerçek bize işçi sınıfının ideolojik, politik ve örgütsel planda burjuvaziden bağımsız bir güç olarak devreye girmesinin ve köklü bir çözüme önderlik etmesinin tarihsel önemini ve zorunluluğunu gösterir. Sermaye egemenliğinin sonsuz çıkmazından çıkmanın başka bir yolu yoktur.

Yazar Hakkında