YENİDEN İÇİNE DÜŞÜLEN “KÜRT AÇMAZI” VE SURİYE’YE UZATILAN “DOST ELİ!”

YENİDEN İÇİNE DÜŞÜLEN “KÜRT AÇMAZI” VE SURİYE’YE UZATILAN “DOST ELİ!”

Hakkı Yükselen

İktidarın Suriye politikasında bir değişimin işaretleri var gibi görünse de bu konuda “temkinli” olmak gerekiyor. Dış politikanın stratejik anlamda çöktüğü, “Yeni Osmanlıcılık”, “Stratejik Derinlik”, “Mavi Vatan” vb.  “emperyalist tınılı” ideolojik-doktriner söylemlerin çoktandır alay konusu haline geldiği malum. Neticede ortaya çıkan durum, rejimin, onca üst perdeden iddiasına rağmen sonunda o hiç beğenmediği “eski Türkiye”nin “Kürt açmazına” düştüğünü gösteriyor. Saray rejiminin dile getirdiği Suriye devletiyle uzlaşma  -anlaşma önerisinin öncelikli amacının, Rojava’da çeşitli bölge halklarının da katılımıyla kurulan  “demokratik özerk” yönetimin “terör devleti” gerekçesiyle tasfiyesi olduğu biliniyor. Rejimin özerk yönetime son vermek ve oradaki Kürt nüfusu göçe zorlayarak bölgenin demografik yapısını değiştirmek amacıyla düzenlemek istediği kapsamlı askeri harekâta ilişkin gerekli veya  yeterli izinleri alamaması, üstelik Putin’in “Bu  konuyu Esat’la konuşun” demesi, pek istenmese de  en azından şimdilik Suriye ile bir çeşit “yakınlaşmayı” gündeme getiriyor.  Tabii, bu  “yakınlaşmanın” temel şartı, her zaman olduğu gibi, Kürt sorununun el birliğiyle ve olabilecek en sert biçimlerde ve mümkünse ebediyen halledilmesi. Kısacası Suriye’ye uzatılan “dost elinin” amacı, her zaman olduğu üzere, son tahlilde “Kürdün anasını görmesine” meydan vermemek!

“Keşke Zamanında…”

İktidarın bu tutumu son on bir yıllık Suriye politikası düşünüldüğünde bir çelişki gibi görünebilir. Ancak bu bir ilk değil, 2016’da da benzer bir amaçla ve elbette girilen bazı çıkmazların da etkisiyle iktidar bu yönde birtakım eğilimler göstermişti. Bunlar o zaman da bir dönüm noktasına gelindiğinin işaretleri olarak algılanmıştı. O dönemde Başbakan Yardımcısı olan Numan Kurtulmuş, Türkiye’nin başına gelen pek çok şeyin Suriye politikasının sonucu olduğunu belirterek “Başkaları da öyle, ama biz de geçerli bir politika ortaya koyamadık… Keşke zamanında geçerli bir barış perspektifi geliştirebilseydik… Yakında inşallah dışarıdan zorlamayla değil, Suriye halkının kabul edebileceği bir çözüm bulunacaktır…” demekteydi! Aynı günlerde Başbakan Binali Yıldırım da,  “Esad ile geçiş için oturulur, konuşulur, yani suhulet içinde geçiş sağlanabilir…” diye bir açıklama yapmıştı. Ve elbette bütün bu açıklamaların Cumhurbaşkanı RTE’nin bilgisi ve onayı dışında yapılamayacağı konusunda herkes hemfikirdi!

Dış politikada bir yöneliş değişikliğine işaret eden bu “özeleştirel” sözlerin iktidar için herhangi bir kalıcılığı olmadığı kısa sürede anlaşıldı. NATO’yu müdahil kılmak amacıyla bir Rus uçağını dahi düşüren iktidar, bu beklentisinin gerçekleşmemesi üzerine önce böyle bir barışçıl söyleme yönelir gibi olmuşsa da kısa süre sonra askeri temellere dayalı yayılmacı politikasını yeniden uygulamaya koydu.  İktidar, yeni bir rejimi de şekillendirmeye başladığı süreçte, bu hedefine uygun olarak,  uluslararası planda büyük güçler arasındaki çelişki ve boşluklardan istifade ederek uygulayacağı ve kendisine görece daha geniş bir bağımsızlık alanı yaratacağını düşündüğü bir çeşit “denge” politikasına yöneldi.

Bu İşler Kolay mı?

Yazının başında yer alan “temkinli olalım”  uyarısının nedeni altı yıl kadar önce de benzer bir söylemin kullanılmış olması. Üstelik Saray rejimi bugün, içinde bulunduğu son derece olumsuz koşullara rağmen, bölgesel planda kolayca vazgeçemeyeceği “kazanımlara” sahip. Gerçekte rejimin iç politikasının “mütemmim cüzü” olan bu “kazanımlar” esas olarak Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığıyla sıkı sıkıya bağlantılı. Ayrıca bunlar,  içeride ve dışarıda kendi siyasi, ekonomik, toplumsal dinamiklerini de yaratmış durumda. Buradan çıkarak Suriye ile anlaşmanın uzun vadede imkânsız olmasa da kısa vadede o kadar kolay olmayacağı görülür.

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, rejimin Suriye’deki müttefiklerinin “satış korkusuyla” yaptığı “bayrak yakmalı” eylemlerin ardından, kalıcı bir barış için Suriye’de muhalefetle rejimi “anlaştırmak”gerektiğini, kasıtlarının öncelikle bir “uzlaşma” olduğunu açıkladı.Elbette konu bu kadar “basit” değil. Bir kere asıl sorun Saray rejiminin doğrudan çıkarlarıyla ilgili. Çünkü bu rejimin bölgesel hedefinin, destek verdiği veya doğrudan örgütlediği İslamcı –muhalifler üzerinden Suriye’nin siyasi geleceğini belirlemek ve mümkünse bu ülkede “hâkimiyet” kurmak olduğu açıkça ortada. Suriye rejiminin bunu kabullenmesi elbette mümkün değil. Daha da ötesi bu nüfuz ve hâkimiyet çabasının, Türkiye’nin Suriye topraklarının bir bölümü üzerindeki askeri varlığı temelinde sürdürülmesi; Saray rejiminin Suriye’nin kuzeyinde “kurumsal” olarak kalıcılaşma çabaları bir ilhak ihtimalini de içermekte ve bu durum Suriye rejimi açısından doğal olarak büyük bir tehdit olarak algılanmaktadır.  Ayrıca Saray rejiminin Suriye’nin kuzeyindeki Kürt nüfusu içerilere doğru göçe zorlayıp yerlerine Türkiye’deki Suriyeli mültecileri iskân etme ve böylece bölgenin demografisini değiştirerek bir kuşak boyunca fiili egemenlik kurması ihtimali de Suriye devleti açısından çok ciddi bir tehlike anlamına gelmektedir.

Kısacası Suriye devleti için kendi “egemenlik hakları” açısından, söz konusu koşullarda kalıcı bir anlaşmanın önünde hayati engeller vardır. Türkiye açısından ise kalıcı bir anlaşma (Kürtlerin birlikte ezilmesi hususunun dışında) dış politikasının tamamen iflası ve yeni rejimin bölgesel hayal ve heveslerinin kesin bir yenilgi ve hüsranla neticelenmesi anlamına gelecektir. Bu karşılıklı durum, kısa ve orta vadede “kalıcı bir çözümü” (Ki, bizim buralarda böyle bir çözümün imkânı tartışılır!) mümkün kılmamaktadır. Zaten Türkiye ile Suriye arasındaki görece kalıcı bir anlaşma hali, önemli ölçüde bölge dengelerine ve uluslararası planda büyük güçler arasındaki uzlaşmalara bağlı olacaktır.

O Sırada İçeride!

Dış politikanın iç politikanın bir devamı olduğu düşünüldüğünde, Suriye politikasında yüz seksen derecelik bir dönüşün rejimin iç politikasını da olumsuz yönde etkileyeceği açıktır. Çünkü varlığını eylem ve söylem düzeyinde “fütühat” (fetihler, zaferler, galibiyetler…) üzerine inşa etmeye çalışan bir rejimin “barışseverliğinin”, üstelik de böylesine çok yönlü bir kriz döneminde politik olarak bir kazanç sağlamayacağı bellidir! Bu koşullarda rejim, başarıyı, (yukarıdaki satırlarda vurguladığımız üzere)  giderek içine sıkışmaya başladığı “Kürt açmazından” kurtulma çabasında aramaya başlamıştır. Rejimin henüz diğer “kazanımlarından” (İdlib, Afrin…) vazgeçeceğine dair herhangi bir işaret olmasa da, Suriye ile asıl pazarlığın Kürt hareketinin ezilmesi (her iki burjuva devletinin de ortak “milli çıkarı” gereği!) üzerinden yürütülmek isteneceği açıktır. Bu Türkiye’deki rejim açısından aciliyeti olan bir konudur. Rojava’ya, özellikle de Kobane’ye, herhangi bir uzlaşma veya tek taraflı bir karar sonucu yapılacak askeri bir harekâtın ve “Kürt halkına karşı kazanılacak büyük bir zaferin” iktidar açısından son derece uygun bir seçim ortamı yaratacağını, bu defaki muhtemel “Kobane Olaylarının” seçim döneminde bir olağanüstü halin ilanı için en uygun fırsata dönüştürülmek isteneceğini söyleyebiliriz.

Böyle bir uzlaşma çabasının Suriye nezdindeki karşılığı ne olur, bunu elbette tam olarak bilemeyiz. Ancak Suriye rejiminin, ABD varlığı nedeniyle daha da kritik bir önem kazanmış olsa da,  Kürt sorunu karşısında çok daha esnek ve rahat bir konumda olduğu bellidir. Her şeyden önce Suriye rejimi, Kürt ulusal hareketini,  son 11 yıl boyunca en zor durumlarında bile kendisiyle bir çatışmaya girmediği için “terörist” olarak görmüyor. Yine Suriye rejiminin PKK ile geçmişteki çok yakın ilişkileri ve ortak çıkarları düşünüldüğünde bu hareketi ve Rojava’daki özerk oluşumu Türkiye’yi hizaya getirmekte, cezalandırmakta, en azından Saray rejiminin yüreğini ağzına getirmekte değerlendirebileceği, onunla Rusya’nın da teşvikleriyle siyasi bir uzlaşmaya varabileceği söylenebilir.  Türkiye’nin Kürt sorunu konusundaki sıkışıklığının artması oranında Suriye’nin Rusya ve İran’ın da koruması altında bu durumun keyfini olabildiğince çıkartacağı kesindir! Amerika’nın bölgedeki varlık gerekçesini de zayıflatacak böyle bir uzlaşma, Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığını da uluslararası planda başlıca sorun haline getirebilir. Böyle bir durumda Saray rejimi bölgedeki sınır ötesi askeri varlığını, eğer gözünü tamamen karartıp kendi başına bir takım işlere girişmeyecekse, ancak ABD emperyalizmi ve  NATO güçleriyle yakın işbirliği halinde, Suriye rejimine, Rusya ve İran’a yönelik  bir takım ortak plan ve hedefler doğrultusunda sürdürebilir. Bütün bir bölge için tarihsel öneme sahip olsa da Kürt ulusal sorunu bugünkü koşullarında Türkiye için olağanüstü bir önem kazanıp “yine” bir “açmaza” dönüşmüştür. Saray rejiminin “çıkış” yolunu bir kez daha Kürt sorunu üzerinden arama ve bunu da en tehlikeli yöntemlere başvurarak yapma ihtimali büyüktür. Bu nedenle dikkatlerimizi bu seçim sürecinde bir “olağanüstü hal” arayışındaki Saray rejiminin Kürt politikası üzerinde toplamamızda fayda vardır. Doğu Perinçek ve Ethem Sancak’ın diğer sorunları mümkünse dondurup Suriye rejimini Kürtlere karşı kışkırtmak ve seçimler öncesinde bir ortak askeri harekât imkânı yaratmak amacıyla Saray tarafından Suriye’ye gönderilmeleri bu bakımdan önemlidir.

Yazar Hakkında