“KAHRAMANLAR”

“KAHRAMANLAR”

Aleksandra Kollantay

İngilizce’den Türkçe’ye çeviri: Müge Ertürk

Savaş henüz bitmemişti, aslında bitecek gibi de görünmüyordu, ancak yaralıların sayısı da giderek artıyordu: kolsuz, bacaksız kalanlar, körler, sağırlar, sakatlar… Genç, güçlü ve sağlıklı olanlar dünyanın en kanlı mezbahasına doğru yola çıkmışlar. Yola çıkmadan önce belki onları uzun bir hayat bekliyordu. Fakat, sadece birkaç ay, hafta belki de günler sonra revirlere yarı ölü veyahut sakat halde geri getirildiler…

Bu Avrupa savaşını başlatanlar, bir halkı diğerine karşı, bir ülkeden işçiyi diğer ülkenin işçisine karşı savaşmaya gönderenler, gönderdiklerine “Kahramanlar” derler. En azından şimdi bir ödül kazandılar! Madalyalarını takıp ortalıkta dolaşabilecekler! İnsanlar onlara saygı duyacak!

Ancak, gerçek hayatta işler farklıdır. “Kahraman” köyüne ya da kasabasına döndüğünde gözlerine inanamaz çünkü memleketinde “saygı” ve neşe yerine onu yeni acılar ve hayal kırıklıkları beklemektedir. Köyü yoksulluk ve açlığa mahkum edilmiş haldedir. Erkekler savaşa sürüklenmiş, hayvanlara el konulmuştur… Vergilerin ödenmesi gerekir fakat bu işi yapacak kimse kalmamıştır. Kadınlar hayatlarından bezmiş durumdadır. Bitkin ve aç haldedirler; ağlamaktan bitkin düşmüşlerdir. Sakat kahramanların, kimisi bir madalya, kimisi iki madalyayla köyün içinde dolaşırlar. Ve kahraman, “saygı” yerine kendi ailesinin ona başkalarının ekmeğini yiyen bir parazit olarak baktığını fark eder. Nihayetinde ekmek karneye bağlanmış durumdadır!

Kasabaya dönen “kahraman”ın durumu da daha iyi değildir. “Saygı” ile karşılanır, annesi hem üzüntüden hem de sevinçten ağlar, sevgili oğlu hâlâ hayattadır, yaşlı annesi oğlunu dünya gözüyle bir kez daha görebilmiştir. Karısı gülümser… Bir iki gün onun etrafında dolanıp dururlar. Peki daha sonra…

Ne zamandan beri çalışan insanlar bir sakata bakmak için boş zamana ve rahatlığa sahip oldular? Her birinin kendi işleri, kendi endişeleri var. Üstelik zor zamanlardan geçiliyor. Bir gün geçmiyor ki hayat daha da pahalanmasın. Savaş!… Çocuklar hasta; savaşa her zaman salgın hastalıklar ve enfeksiyon eşlik eder. Kahramanın karısı aynı anda binlerce şey yapmaya çalışıyor. Kendisi ve “ailenin reisi” için çalışmak zorunda.

Ya çarın emekli maaşı?

O ne kadar? Geride kalan tek bacağın bot parasını zar zor öder.

Memurlar, yaralı generaller, elbette, emekli maaşlarını “rütbelerine göre” alacaklar, ama rütbesiz erleri, eski işçileri, köylüleri veya zanaatkârları kim umursar ki? Onların kaderi kimin umurunda? Devlette iktidar, halkın değil, toprak sahiplerinin ve sanayicilerin, lordların ve efendilerin elindedir. Devlet maliyesi, savaşta yüzbinlercesi ve milyonlarcası ölen “kahraman askerler” tarafından değil, aynı lordlar tarafından, yani çarın hizmetkârları olan toprak sahipleri, sanayiciler ve devlet görevlileri tarafından kontrol ediliyor.

Başta, hafıza hâlâ tazeyken ve top sesleri hâlâ cephede yankılanırken “kahraman-askerler” hatırlanacak. Çeşitli dernekler, hayır kurumları ve Kızılhaç, cimri sadakalarla imdatlarına yetişecek… Önce bir yıl geçecek, sonra bir yıl daha… Barış gelip insanlar bir kez daha eski günlük rutinlerine döndüğünde, “kahramanlarımız” ne olacak?

Yaralı albaylar ve generaller arabalarında dolaşacaklar; onlar savaşta kendi başlarının çaresine baktılar, paralarını biriktirdiler, ceplerini asker tayınlarıyla doldurdular… Peki ya madalyaların sakat bıraktığı “kahraman askerler”? Onların kaderleri ne olacak?

Gerçekten kilisenin verandasındaki dilencilere katılmak zorunda mı kalacaklar?…

Göğsünde on madalya da takılı olsa, bu durum vatanının kahramanı ve kurtarıcısı için güzel bir son değil…Çarlık hükümeti onu umursamayacak, onu düşünmeyecektir… Toprak sahiplerinin, efendilerin ve sanayicilerin kalbi yaralılar için atmayacaktır… Onlar için fark eden hiçbir şey yok. Acı çeken, memlekette kaderine sövüp sayarak dolaşan kişi onun kardeşi değil… Bunu yapan bir “beyefendi” değil, “alt tabakalardan” biridir. Ve “alt tabakalar” – işçiler, köylüler, zanaatkârlar – tam da “lordlarına ve efendilerine” hizmet etmek, onlar için kanlarını dökmek ve bir çitin altında açlıktan ölerek ödüllendirilmek için doğdular…

Halkın kendisi “kahramanlar” adına sesini yükseltmezken, halkın kendisi iktidarı kendi ellerine almazken, halkın kendisi devlet maliyesini kontrol etmezken, sakat-kahramanlar kendi kaderlerini yoluna koyamayacaklardır.

NE İÇİN SAVAŞIYORLARDI?

Herhangi bir askere sorun, ister Rus ister Alman olsun, ne için savaşıyorlardı? Komşu ülkelerindeki kardeşlerinin, işçi ve köylülerinin kanını ne için döktüler? İnsanları ne için sakatladılar? Size söylemeyecekler, cevap vermeyecekler çünkü kendileri de gerçekten bilmiyorlar.

Belki Sırplar adına savaşıyorlardı, belki de Rusya’ya saldıran Almanlardı. Toprak kavgası olduğu söylendi. İlk başta Rus köylü-askerleri, “Toprakları Almanların elinden alacağız” diye düşündüler.

Ancak savaşın toprakla ilgili olmadığını çok geçmeden anladılar!… O zaman neyle ilgiliydi? Bilen, anlayan çok az insan var. İnsanları neden bıçakladıklarını, süngülediklerini ve sakat bıraktıklarını gerçekten anlamadan “karanlıkta” savaşmaya devam edenler sadece Ruslar değil. Alman, İngiliz ve Fransız askerleri de savaşın gerçek nedeni hakkında çok az fikre sahipler. Herhangi birine sorun- her biri size farklı bir sebep gösterecektir.

Alman halkına şöyle söylendi: “Rusya bize saldırdı. Rus Kazakları Berlin’e yürüyor. Anavatanımıza sahip çıkmalıyız. Aynı zamanda, Rusya’yı bürokrasinin zahmetlerinden, çarlık memurlarının keyfi ve kanunsuz hareketlerinden kurtaracağız. Rus halkının ‘özgürlüğü’ için öleceğiz! Rus halkının kendisi zayıftır ve ‘içerideki düşmanlar’, rüşvetçi bakanlar ve açgözlü zalim toprak sahipleri ile baş edemez. Onlara yardım edelim! Rus halkı için halk hürriyetine, haklara ve özgürlüğe giden yolu açacağız.”

Bu, Alman toprak sahipleri ve sanayicilerinin, Kayzer ve kurmaylarının Alman halkına söylediği baştan çıkarıcı şarkıydı. İnsanlar anlamadı ve buna inandı. Kapitalist gazeteler milyonlarca yayında savaşla ilgili yalanlar yaydılar, hükümetler savaş zamanı sansürünü uygulamaya koyarak tek bir yerinmenin bir bunlarda basılmasına izin vermediler ve işçi sınıfının en iyi dostlarını hapse attılar. Halk kandırıldı, tıpkı Rus askerlerinin Galiçya’ya yürüyüş sebeplerinin “toprak” olduğu konusunda kandırılmaları gibi.

Fransa’da hükümet, generaller, bakanlar, bankacılar ve sanayiciler, halka savaşı haklı göstermek için başka bir bahane buldular. 1870’te ele geçirdikleri Alsace ve Lorraine topraklarını, Almanlardan geri alma vakti gelmişti: “Şanlı cumhuriyetçi Fransa yurttaşları!… Özgür bir ülkede yaşıyorsunuz, kendi ülkenizde tüm siyasi hakları kazandınız… Ama kapı komşumuz Almanya’da insanlar Kayzer’in boyunduruğu altında inliyor!… Alman halkını kurtaralım! Kayzer’i Almanya’dan kovana ve Almanlar için bir cumhuriyet kurana kadar savaşacağız!”

Ve asil Fransa, Alman halkını “özgürleştirmeye” ve Kayzer’i bitirmeye karar verdi. Her şey iyi bir amaç içindi! Kayzerlere ve çarlara kimin ihtiyacı var ki? Ancak biraz daha yakından bakarsanız, oldukça garip bir şey olduğunu görürdünüz: bu insanlar barış içinde yaşıyorlardı, Kayser ve Çar arkadaştı ve birbirlerini ziyaret ediyorlardı. Çeşitli ülkelerin kapitalistleri, fabrikalar ve ticaret şirketleri kurmak için birlikte çalıştılar, birlikte Asya ve Afrika’daki kolonileri yağmaladılar, top ve zırhlı araç üretiminden kâr sağladılar. Ve birdenbire, çeşitli ülkelerin tüm çarları ve tüm kapitalistleri, görünüşe göre asil bir tutku tarafından ele geçirildi: hadi gidelim ve komşumuzu “özgürleştirelim”! Komşularımıza hak ve adaleti, eşitliği ve refahı getirelim!

Almanlar Rusya’yı çarlığın dertlerinden kurtarmak için, Fransızlar da Almanları Kayzer’in iktidarından kurtarmak için yola çıktı…

Fakat, daha yakından bir bakışta, Kayzerlerin ve çarların hâlâ sağ salim ayakta olduklarını, hâlâ tahtlarında güçlerini koruduklarını görürsünüz. Kapitalistler savaş sayesinde zengin oldular. Ordunun yüz milyonlarca ruble değerindeki erzağının her bir rublesi için yaklaşık 20-40 kopek (rublenin yüzde biri -ç.n.) “kazandılar”. Ve “büyük güçlerin” birdenbire endişelendiği bu yurttaşlardan yüzbinlerce ve milyonlarcasının kemikleri kendi topraklarına ve yabancı topraklara saçıldı. Savaşın nedeni yabancı bir halkın “özgürlüğü” mü? Hâlâ böyle masallara inanan var mı?

Başka bir örnek verelim: görünüşe göre İngilizler’in biraz geç de olsa savaşa girmelerinin sebebi bir yandan Belçika’yı savunmak, diğer yandan da Alman “askeri makinesini” – militarizmi – yenmek ve yok etmekti. En azından sözde böyle sunuldu. Fakat esasında İngiliz monarşisi nasıl yükseliyor? Her şeyden önce İngiltere, Alman kolonilerini, Alman topraklarını ele geçirmek için hiçbir fırsatı tepmez. Ve, tabi ki topluma Almanya egemenliğini mi İngiltere egemenliğini mi tercih ettiği sorup soruşturulmayacaktır. Belçika Belçika’dır ama bu arada insan kendine başka topraklar ve halklar da katmalı… Yoksa Almanların onlara ne için ihtiyacı var ki?!

Aynı şey savaş makinesine karşı mücadele için de geçerli. İngilizler “Alman militaristlerini” sevmiyorlar, Prusyalıları lanetliyor ve öfkelerini dile getiriyorlar. İngilizlere göre Almanlar, kendi halkları arasındaki özgürlük ruhunu öldürerek onları eğitimli, itaatkâr bir sürü haline getirdi.

Eleştiriler sert. Pek çoğu da doğru. Sorun şu ki, söylem ve pratik örtüşmüyor. Pratikte İngiliz hükümeti, bir yandan “Alman-Prusyalılar”a lanetler yağdırırken, diğer yandan da onlardan ders çıkarmaya ve kendi ülkesine “Alman tarzı bir militarizm” sokmaya çalışıyor. Savaş başladığından beri İngiltere’de halk ve hükümet arasında bir mücadele sürüyor: İngiliz hükümeti, Almanya’ya karşı savaşa girmek için sebep olarak gösterdiği aynı militarizmi uygulamaya karar vererek, İngiltere’de daha önce var olan ücretli gönüllü sisteminin yerine evrensel zorunlu askerlik hizmetini getirmeye çalışıyor.

Şimdi İngiliz milyonerler ve akbabalar direnişi kırmayı başardılar ve zorunlu askerlik hizmetini uygulamaya başladılar. Böylelikle bir kez daha sözlerin doğru olmadığı ortaya çıkıyor; İngiliz hükümeti, yabancı bir ülkenin halkını “militarizm”in şerrinden “kurtarmaya” çalışırken aynı kötülüğü kendi halkına dayatmaya karar vermiş durumda! Ancak, hepsi bu değil! Almanya’nın sunmuş olduğu örnek, İngiliz hükümetinin o kadar hoşuna gitti ki, diğer ülkelerin yaptıklarını yapmaya ve yeni bir “askeri sistem” üretmeye karar verdi: işçileri seferber etmek, onları askeri otoritelere tabi kılmak, onları grev yapma ve çıkarlarını savunma haklarından uzaklaştırmak ve devlete bağımlı kılmak… Ve işçilerin bu “askeri köleliği” sadece Almanya’da değil, savaşan tüm ülkelerde – Fransa, Almanya ve Rusya’da – uygulandı. Üç kuruş paraya çalışmak ve her türlü kısıtlamaya ve hakarete katlanmak zorundasın, aksi takdirde “düşmanın” kurşunlarıyla karşılamak için cepheye gönderilirsin. İngiliz işçileri, bu yeni adaletsizliğe, kapitalistlerin işçilere yönelik bu yeni saldırısına karşı cesur ve inatçı bir mücadele veriyor; yeni bir kölelik biçimine karşı savaşıyorlar ve haklarını savunuyorlar… Ancak İngiliz hükümeti geri adım atmıyor… Almanya’nın ortaya koyduğu örnek hoşuna gidiyor, “Prusya militarizmi”ni kendine yakıştırıyor!

Aslında durum şöyle: Komşu bir ülkeye karşı savaş ilan edilmesinin nedeni olarak gösterilen o sebep, o “kötülük”, aslında içeride uygulanıyor ve pekiştiriliyor!… Almanlar Rus halkını “özgürleştirmeye” gittiler ve fakat savaş boyunca kendi içlerinde aynı çarlık zulmünü yaşattılar!… Fransızlar, Almanlara “özgürlük” adına kılıç çektiler fakat öte yandan, Fransa’nın yıllardır tecrübe etmediği baskı biçimlerini icat ettiler!… Etrafınıza daha dikkatli baktığınızda, (Avrupalı) güçlerin birbirleriyle savaşa girmesinin sebeplerinin bunlar olmadığını, bir ülkenin komşusuna karşı savaşa girmesinin sebebinin halkın önüne konulan sebepler olmadığını görürsünüz. Savaşın başka emelleri, başka amaçları, başka nedenleri var.

SAVAŞTAN KİM SORUMLU?

Şöyle diyenler var: Belki savaşın nedenlerini bilmiyoruz, ama kimin sorumlu olduğu çok açık! Ve sorumlu olanlar cezalandırılmalıdır. Ama sorumlu kim? Bir Rus’a sorduğunuzda, “Almanya!” cevabını verecektir. “İlk savaş ilan eden oydu ve bu nedenle de azmettirici olan odur.” Bir Alman’a sorun, o şöyle diyecektir: “Bu doğru değil! Bu söylenenler yalan! Biz Almanlar savaş istemedik, müzakereleri uzattık. Ancak seferberliği ilk ilan eden Rus hükümeti oldu. Bu da asıl azmettiricinin Rusya olduğu anlamına gelir!” “Doğru değil,” diye bağıracaktır Rusya’nın “müttefikleri”. “Rus hükümeti, Avusturya hükümetinin Sırbistan’a gönderdiği ültimatoma yanıt olarak seferberlik ilan etti. Asıl teşvik eden Avusturya’dır!” Ancak Avusturya, arkasına İngiltere’yi alarak Rusya’yı işaret etmektedir. Savaşla ilgili yazılmış mektuplar, telgraflar ve hükümet notlarından (taleplerinden) oluşan koleksiyonları içeren turuncu, beyaz, kırmızı, mavi, gri veya sarı hükümet kitaplarından herhangi birini okuyun ve son birkaç on yılda, şimdi birbirleriyle savaş halinde olan büyük güçlerin Çin’i, İran’ı, Türkiye’yi, Afrika topraklarını ve daha nicelerini soymak için birbirleriyle nasıl rekabet ettiğini hatırlayın. O zaman bir şey sizin için açıklık kazanmış olacak: Savaştan önce aylar, hatta yıllar boyunca, tüm bu ülkelerin hükümetleri birbirlerini alt etmek için çabaladılar, gizlice savaşa hazırlanırken bir yandan da diplomatik müzakereler yürüttüler. Birbirlerine “can ciğer dostlarmış” gibi davranıyorlardı, ama aslında akıllarında tek bir şey vardı: Diğerini – İngilizler Almanları, Almanları Rusları, Rusları Avusturyalıları – alt etmede daha yetenekli olduklarını kanıtlamak… Ve aynı zamanda her hükümet kendi halkını da aldatıyordu. Savaşa hazırlanmak için yıllarını harcadılar ve milletlerinin servetinin büyük bir kısmını bu hazırlıklara harcadılar. Bütün kapitalist ülkelerde ulusun mali kaynakları ne için kullanılıyordu? Okullar için mi? Hastaneler için mi? İşçi sigortası için mi? Yoksullara ucuz konut sağlamak için mi? Arazi veya yolları iyileştirmek için mi? İnsanların sayısız ihtiyacını karşılamak için mi? Tabi ki hayır!

Ulusun zenginliği askeri harcamalara gitti, Almanya, Rusya, İngiltere ve Belçika hükümetleri aynı anda kanlı çatışmalar için hazırlıklar yaptı. Şimdi de yetim taklidi yapıyorlar! Halk, siyasi bilince sahip emekçiler, savaştan önce de milli servetin nereye gideceğini çok iyi biliyorlardı; vergilerin çarlar ve kayzerler, İngiliz ve Fransız kapitalistleri donanma kuracak ve makineli tüfek edinecek güce sahip olsunlar diye toplandığını biliyorlardı. Halk, Rusya’da paranın yarısının bu “kurucuların” ceplerine gittiğini biliyordu. Neden şimdi savaşı kimin hazırladığını unutalım? Neden suçluların kendi yararsız, bencil hükümetimiz değil de Alman işçileri ve köylüleri olduğunu düşünelim? Hayır! Suçluyu arıyorsak, doğrudan ve dürüstçe söylemeliyiz: tüm savaşan güçlerin hükümetleri bu mevcut savaştan eşit derecede sorumludur. Savaşın sorumluluğu, kapitalistlere, bankacılara ve toprak sahiplerine, onların patronlarına ve dostlarına, çarlara, krallara, kayzerlere ve onların bakan ve diplomatlarına aittir. Hepsi bir suç çetesini oluşturuyor. Gözettikleri insanların çıkarları değil, kendi çıkarlarıdır. Savaş insanlara değil, kendi ceplerine yarar. Bu kanlı faciayı “dış politika” ile getirdiler. Halka gelince, bu suç çetesinin ihanet ederek felakete sürüklediği vatanı kurtarmak için savaş alanına gidip ölmeliler! Tüm adaletsizlikleri, hakaretleri ve aşağılamaları unutarak “vatanın namusu için” ölün… Savaş başlamadan önce bile hükümet politikasının size bir fayda sağlamayacağını anlamış olduğunuzu unutun. Daha dün bir subayın erlere sataşmasını görüp öfkeyle köpürdüğünüzü, insanların kendi ülkelerinde haklarından yoksun oluşuna lanet ettiğinizi sakın hatırlamaya cüret etmeyin… Şimdi savaş vakti!… Daha dün birisi sana üretici-ezenin senin “kardeşin” olduğunu ve senin kadar yoksun Alman işçisinin, “en kötü düşmanın” olduğunu söyleseydi, buna gülerdiniz. Daha dün, herhangi bir “danışman” size bir toprak sahibi, fabrika sahibi ya da zengin bir patron için hayatınızı feda etmenizi önermeye cüret etseydi, onu kâle bile almazdınız. Ama bugün savaş var ve siz “düşmanı” – bir işçiyi ya da kendiniz gibi talihsiz bir köylüyü – süngülüyor, bıçaklıyor, sakatlıyor ve hatta öldürüyorsunuz… Ortak düşmanınız olan milyoner için kendi hayatınızı feda ediyorsunuz ve başka bir ülkeden yoldaşınızın hayatını elinden alıyorsunuz. Dünya savaşı katliamından gerçekten sorumlu olanların isteği, kapitalist hükümetlerin, sermayenin hizmetkârlarının ve dostlarının isteği de bu yöndedir!

VATAN TEHLİKEDE!

Ama ne yapmalı? Ne de olsa, ülkesi saldırıya uğradığında ve anavatanı tehlikede olduğunda, insan savaşmayı reddedemez. “Vatan için” ölmeye hazır olanlar, dürüstçe ve tüm vicdanlarıyla kendilerine şunu sorsunlar: İşçinin, yerinden edilmiş mülksüzlerin vatanı neresidir?Vatanları var mı? Eğer gerçekten vatanları olsaydı, her yıl bir akış halinde, her ülkeden mülksüzler ve işsizler yerlisi oldukları topraklardan ayrılıp belki de bu “yabancı toprakların” kendilerinkinden daha sevgi dolu bir üvey anne olacağına inanarak, bunu ümit ederek yabancı topraklara göçmen olarak gider miydi? Rusya’nın kendi içinde yüz binlerce aç ve beş parasız “göçmen” olur muydu?

Generalin bir vatanı vardır, toprak sahibi, tüccar, imalatçı ve cebinde kalın cüzdan taşıyan diğer herkesin de öyle. Cüzdanları şişkin olan bu zenginlere vatan hak ve imtiyazlar verir ve devlet yetkilileri onların durumlarıyla yakından ilgilenir. Ama ister Rus, ister Alman, ister Fransız olsun, “anavatan” işçiye ne verir? Ekmeğinin mücadelesi, yoksulluk ve haksızlıkla mücadele, efendi, toprak sahibi ve ağanın baskısı, hakaret, keder, hastalık ve aşağılanma… Hiç de nadir olmayan bir şekilde mahpusluk! Rusya’da bunlara ek olarak cezai esaret ve sürgün… Modern vatanın, ülkenin zenginliğini kendi elleriyle yaratan, askerlik onurunu canıyla ödeyen çocuklarına reva gördüğü budur…

Yoksullar için vatan anne değil, üvey annedir… Yine de, “Annemiz toprağını alınteriyle sulayan vefalı evlatlarını, bizleri şımartmaz belki ama biz yine de toprağımızı severiz!” diyenler çoktur. Halkımızı yabancı düşmanların saldırılarına karşı koruyacağız, atalarımızın inancını başka inançlara düşman olanlardan kurtaracağız!… Ama modern savaş, tüm büyük Avrupa güçleri arasındaki savaş, farklı inançlara sahip düşmanlar arasında yürütülen bir savaş mıdır? Daha yakından bakalım. Kim kiminle savaşıyor – Ortodokslar Katoliklere karşı mı yoksa Katolikler Lutheranlara karşı mı? Hristiyanlar Müslümanlara karşı mı? Palavra! Bu savaş herkesi birbirine karıştırdı. Ortodoks Rus, Ortodoks Bulgar’a ateş ediyor, Fransız Katolik, Alman Katolik’i öldürüyor. Müslüman, Hristiyan’ın bir Müslüman kardeşe nişan almasına yardım ediyor, Yahudi Yahudi’yi, Polonyalı Polonyalı’yı öldürüyor.

Savaş, farklı inançlara sahip halklar arasında, farklı inançlara sahip farklı halklar arasında, farklı geleneklere, dillere ve geleneklere sahip farklı halklar arasında değil, devletler arasında, büyük kapitalist güçler arasında yürütülmektedir. Bu güçlerin her biri birden fazla halkı yuttu, komşularından birden fazla toprak aldı… Rusya’da kim bilir kaç tane halk, kaç tane millet bulabilirsin!

Aynı şey Avusturya için de geçerlidir. Almanya da geride kalmıyor: Bir zamanlar Polonya’nın bir kısmını ele geçirdi, Danimarkalılardan Holstein’ı aldı ve Fransa’dan Alsace’ı kazandı. Peki ya “dalgaların hükümdarı” İngiltere? Hintliler ve Siyahiler, Avustralyalılar ve adalılar da olmak üzere ne çok halkı emperyal kontrolü altına aldı… Büyük güçler kendi çevrelerine bir “sınır” çizdiler, çeşitli ırkları ve insanları bu sınırın ötesine sürdüler ve şöyle dediler: “İşte anavatanınız! Barış zamanında bizim kanunlarımıza uyun, eğer savaş çıkarsa, size dayattığımız bu vatan için ölmek sizin görevinizdir!… Şu anda kendi aralarında savaşan “büyük güçlerin” her biri, sayısız halkın ve ulusun zulmedenidir. Rusya, Yahudilere, Ukraynalılara, Polonyalılara, Finlere ve daha birçoklarına zulmediyor. Almanya Polonyalıları, Danimarkalıları vd. eziyor. İngiltere ve Fransa sömürgelerinde onlarca ve yüz milyonlarca insanı eziyor. Savaş, halkın özgürlüğü adına, kişinin kendi ana diline sahip olma hakkı adına, işçi sınıfına faydalı kurumların hayatta kalması adına yürütülmüyor. Hayır, savaş, büyük güçlerin mümkün olduğu kadar çok yabancı halkı ezme ve mümkün olduğu kadar çok koloniyi soyma “hakkı” adına yürütülüyor. Savaş, ganimeti paylaşmak için kapışan yırtıcılar tarafından yürütülüyor. Grotesk bir tablo ortaya çıkıyor: Büyük güçlerin emriyle, tek milletin, tek dilin, tek inancın insanları, birbirini öldürüyor, sakat bırakıyor, toprakları ayaklar altına alıyor… Ukraynalı Rus köylüsü silahını Avusturya’dan gelen Ukraynalı köylüye doğrultuyor; Rus Polonyalı işçi, makineli tüfeğini Almanya’dan gelen Polonyalı işçilere doğrultuyor… Kırk beş yıl önce Alsace’lılar, “Güzel Fransa”nın görkemi için canlarını verdiler. Şimdi Alman kartalı taşıyan pankartlar altında “vatanlarını” savunuyorlar… Kim bilir? Zafer “müttefiklere” giderse, belki de Alsace’lılar bir sonraki savaşta bir Fransız “vatanı” için ölmek zorunda kalacaklar!

Peki ya İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerinden getirdiği onca asker, örneğin Afrikalılar, Kızılderililer ve daha niceleri hangi “vatan” için ölüyorlar? Anavatanları binlerce kilometre uzakta. Ama Avrupalılar onu işgal ettiğinden, “büyük güçler” ona ateş ve kılıç yoluyla boyun eğdirdiğinden beri vatanlarından geriye ne kaldı? Artık anavatanları yok ve şimdi onları ezen ulusun burjuvazisinin görkemli hayatının devamı için ölmeleri gerekiyor. Ancak vatansız olanlar yalnızca kapitalist devletler tarafından fethedilen ve boyunduruk altına alınan milletler değil; Rusya’nın, Almanya’nın ve İngiltere’nin “gerçek oğulları” da eğer yalnızca “sıradan halkın çocukları” iseler, yine vatansızdırlar. Bir avuç kapitalist için gece gündüz çalışan on milyonlarca kiralık kölenin yaşadığı ülke nasıl bir vatandır? Bu on milyonlarca işçinin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoksa bu nasıl bir vatandır? Vatan işlerini yürüten, yasalar çıkaran, ulusal ekonomiyi denetleyen ve ulusal bütçeyi denetleyen halkın kendisi değil de bir avuç zengin sömüren efendiyken, bu nasıl bir vatandır?

Vatanını savunmadan ve onun uğruna ölmeden önce, Almanya’nın dış düşmanlarına karşı savaşmak yerine içerdeki düşmanla uğraşmak daha mantıklı olmaz mıydı? Tehlikeli ve bencil politikalarıyla halkın katledilmesine neden olan Rus halkının tüm tiran ve zalimlerini kovmak gibi örneğin. Alman halkı, Rusya’yı “çarlık”tan “kurtarmak” yerine, kendi Kayzeriyle, kendi kapitalistleri ve toprak sahipleriyle hesaplaşsa daha mantıklı olmaz mıydı? Fransızların, toplarını Alman halkına yöneltmeleri yerine, anavatanlarını evlerine yakın düşmanlardan “temizlemeleri” daha iyi olmaz mıydı? Bir zamanlar işçiler ve köylüler, “vatanlarını” savunurken, ana dillerini ve özgürlüklerini yabancı baskılara, feodal beylere ve çarlara karşı savunuyorlardı. Ancak şimdi kapitalistler sınıfı, en liberal ülkelerde bile tüm serveti ve tüm gücü kendi ellerinde topladı. Rusya’da halk aristokrasi – kapitalistlerle birlikte feodal toprak sahipleri – tarafından eziliyor. Dünyanın tüm kapitalistleri, şimdi birçok ülkede işçileri yağmalayan ve ezen ittifaklarda birleşiyor. Kapitalistler, dünyanın her yerinde işçiler üzerindeki kontrollerini güçlendirmek için bir ülkenin işçilerini başka bir ülkenin işçilerinin karşısına koyuyorlar. Kapitalistler, ganimeti paylaşmak ve işçileri bölerek zayıflatmak için savaşıyorlar. Dolayısıyla mevcut savaştan özgürlüğün ve vatanın savunulması olarak bahsedenler yalan söylüyorlar. Bu savaşta özgürlüğü ve hakkı savunmanın, işçi sınıfının davasını savunmanın tek yolu vardır: O da tüm ülkelerin işçilerinin sosyalist bir toplum yolunda kapitalistlere karşı ortak mücadelede anlaşmasıdır.

“BİZİ YENERLERSE İŞLER DAHA KÖTÜ OLACAK”

Söz konusu kâr olduğunda, her ülkeden, her kabileden ve ırktan kapitalist adeta “kan kardeşi” olur. Ayrıca barış zamanlarında işçiler bunun gayet farkındadır. Dahası, işçilerin çıkarlarının, işçilerin davasının “düşmanları”nın başka bir ülkenin işçileri değil, sınırın iki yanındaki kapitalist patronlar olduğunu da bilirlerİnsanlar Çar’ın ya da Kayzer’in bayrağına çağrıldığında, işçi hayatın ona öğrettiği bunca şeyi neden unutur? Kendi yurttaşı olan sanayicinin, tüccarın veya imalatçının maddi çıkarlarının kendisine, işçilerden ve hem kendi hem de mülksüzleştirilmiş Alman ve Avusturya proleterinin ortak davasından daha yakın olduğu lafına neden inanır?

SAVAŞIN NEDENİ

Yine de savaş kimsenin savunmadığı kirli bir iş olsa bile, bir kez başladı mı, bir kez gerçek oldu mu, nasıl savaşılmaz?

Burada önce başka bir sorunun cevabını aramamız gerekiyor: Savaş neden başladı? Savaşa ne sebep oldu? Arkasındaki sebepler nelerdir? Savaşların çeşitli nedenleri vardır. Bir zamanlar insanlar toprakları için, kendi topraklarının özgürlüğü için savaştı. Bununla birlikte, mevcut savaşın kendine özgü bir nedeni var: bu savaş kapitalizm tarafından yaratıldıKapitalizm, sermayenin, fabrikaların ve toprağın ülkedeki nispeten küçük bir grup insan arasında bölündüğü, geri kalanların ise kendilerini beslemek için yalnızca işçi ellerine sahip olduğu ve bunu patrona yani kapitaliste, imalatçıya, toprak sahibine sattığı bir ekonomik sistemdir. Kapitalist ekonomi her bir devlette büyüdükçe, sermaye kendi ülkesinde sıkışmış hissetmeye başlar. Sermaye, kâr ve faizin artması için pazarın genişlemesini ister ve böylelikle birikmiş sermayenin yatırılabileceği, imalatçıların ve sanayicilerin mal üretmek için metal, cevher ve pamuk gibi “hammaddeler” elde edebilecekleri yeni yerler, ülkeler, sömürgeler arayışına girer.

Şu anda birbirleriyle savaş halinde olan büyük kapitalist güçlerin tümü, bir dünya pazarına, sömürgelere aynı şekilde ihtiyaç duyuyor. Her güç sadece, ya diplomatik aldatmayla ve zayıf, bağımlı ülkelerdeki hükümetlere ve kapitalistlere rüşvet vererek ya da silah zoruyla, diğer ülkelerin sömürgelerini ve pazarlarını nasıl kontrol altına alabileceğini düşünüyor. Büyük modern güçler arasında alevlenen anlaşmazlıkların nedeni, sömürgeler ve dünya pazarına hakimiyettir. Her biri piyasayı tekelleştirmek (yani tek efendisi olmak) ister, her biri tüm kârı yalnızca kendisi için almak ister. Başlangıç olarak, bu güçler, anlaşmazlığı, her birinin diğerini kandırmaya ya da alt etmeye çalıştığı “diplomatik müzakereler” yoluyla çözmeye çalışır. Barış zamanlarında bile diplomatların yürüttüğü müzakereler hiç bitmez. Fakat, insanlara bilgi verilmez. Kapitalist devletler arasındaki çekişme, halk adına değil, kapitalistler adına yürütülür ve bu kapitalist özel mülkiyet sahipleri, devletlerini sözde sömürgeci veya “emperyalist” politika yoluna iter. Savaşın olup olmayacağına onlar karar veriyor. Peki ya halk? Onların tek bir şeyi bilmeleri gerekiyor: Eğer çağrılırsan, git ve öl!…

Diplomatlar birbirlerini alt etmeyi başaramazlarsa hemen savaş tehdidinde bulunuyorlar. Diplomatların arkasında savaş topları duruyor ve bu nedenle devletler arasında istikrarlı bir barış yok, sadece “silahlı barış”, yani devletin savaş hazırlıklarını yoğunlaştırdığı bir barış dönemi oluyor… Ne işçiler ne de halk diplomatlar tarafından yürütülen bu müzakereler hakkında hiçbir şey bilmiyor. Bu müzakereler “gizli olarak” yürütülüyor. Bununla birlikte, kapitalistler, bankacılar ve toprak sahipleri, yani adlarına bu “saldırgan politikanın” yürütüldüğü kişiler, diplomatların ne durumda olduğunu her zaman bilirler. Kendi diplomatlarının onların mâli çıkarlarını savunmakta başarısız olduklarından, müzakerelerin başka bir gücün kapitalistlerinin lehine gittiğinden şüphelenmeye başlarlarsa, hemen alarm verirler: “Yardım edin! Vatan tehlikede! İşçi kardeşler, tüm aşağılamaları unutun, tüm geçmişi unutun! Ortak vatanımızı kurtarın!… Gidin ve anavatan için ölün.” Hükümet, kapitalistlerin yükselttiği çığlığa kulak veriyor. Buna kulak asmamazlık edemez, çünkü hükümetin kendisi kapitalistlerden ve toprak sahiplerinden oluşur ve onlara hizmet eder, onların kârlarını ve hırsızlıklarını korur… Hükümet, kapitalistleri memnun etmek için komşusuna dayılanmaya başlar ve diplomatların yürüttüğü müzakereler daha da “hararetli” hale gelir… Daha ne olduğunu anlamadan savaş başlamıştır!… Ancak halka doğruyu söylemek mümkün değildir: Üreticilerimiz ve sanayicilerimiz, tüccarlarımız ve bankacılarımız için savaşıyoruz çünkü onlar büyük kârlar istiyorlar; bizler de kapitalistlerimize bazı kolonileri veya ülkeleri soyma “hakkını” sağlamak için savaşıyoruz. Bu “garip” olurdu. İnsanlar böyle bir amaç için ölmeye razı olmayacaklar. Öyleyse haykırmalıyız: “Vatan tehlikede!”… Ya da “Komşularımızı çarlıktan ya da kayzerlikten kurtaralım!” gibi bir masal uyduralım… Kapitalistler, toprak sahipleri ve bankacılar ofislerinde oturuyorlar, silah satışından üçe katlanan kârı ceplerine koyup savaşın sonucunu bekliyorlar. Bu arada insanlar savaşır ve ölür, insanlar hayatlarını feda eder. Ve ne için? Kendi yerli sömürücülerine, patronlarına, sanayicilerine, toprak sahiplerine, imalatçılarına daha iyi, daha tatlı, daha zengin, daha lüks bir yaşam sağlamak için…

İnsanlar haddinden çok güven duyuyor! Çok az bilgiye sahipler. Kendi çıkarlarının nerede olduğunu henüz anlamıyorlar ve kapitalistler ve hükümet görevlileri bundan yararlanıyor. Dolayısıyla bu savaşın nedeni, ulusal sermayenin dünya pazarındaki mücadelesidir. Rus sermayesi bizzat Rusya’da Alman sermayesiyle ve Balkanlar’da Avusturya sermayesiyle savaşıyor; İngiliz ve Fransız sermayesi Afrika’da, Asya’da ve daha küçük devletlerin pazarlarında Alman sermayesiyle savaşıyor. Sermaye, sermayeyle çatışır, her biri diğerini kovmak isteyen sermayeye karşı savaşır. Her biri “tekel” pozisyonunu korumak, malların üretimi sırasında işçiyi, malların satışı sırasında da müşteriyi yolmak için kendi hakimiyetini arzular. Kapitalizm ne kadar hızlı gelişirse, devletler bu mücadeleye o kadar çok çekilir ve mücadele o kadar sertleşir. Savaş kaçınılmaz hâle gelir. Bunun savaşları sona erdirecek bir savaş olduğu düşüncesiyle kendini avutmak anlamsızdır. Devlet gücünü ellerinde tutan kapitalist mülk sahipleri var olduğu sürece savaşlar devam edecektir. Bu savaşların amacı, mevcut savaşın amacı ile aynı olacaktır, yani kendi sanayicileri ve iş adamları için daha iyi kârlar elde etmek. Böyle bir amaç, adına kan dökülmesini hak ediyor mu? İşçiler böyle bir amaç için başka bir ülkeden bir işçi arkadaşını öldürürken, kasabaları yıkarken ve barışçıl köyleri harap ederken akıllıca davranıyorlar mı?… İşçiler, savaş sırasında kendi sömürücülerini, kendi zorba efendilerini, onların kârlarını ve çıkarlarını savunmak için ölmeyi göze alacak kadar sevmeye mi başladılar?!

Savaşın gerçek nedeni, amacı anlaşıldığında, başka bir soru ortaya çıkıyor: Ne yapmalı? Katliam nasıl durdurulabilir? Halk, gelecekte kapitalistler arasında oluşabilecek yeni çatışmalar ve anlaşmazlıklardan, yeni savaşlardan nasıl kurtulabilir? Bu soruların yanıtını aramadan önce bir şeyin farkına varmak gerekir: Kapitalizm var olmaya devam ettiği; toprak, fabrikalar, santraller vb. üzerinde özel mülkiyet olduğu; yurttaşlar sahip olanlar ve sahip olmayanlar, devlet iktidarını ele geçirmiş kapitalistler ve haklarından yoksun işçiler olarak bölünmeye devam ettiği; bu kapitalistler dünya pazarında kendi kârları uğruna savaşmayı sürdürdüğü sürece savaşlar kaçınılmaz olacaktır. Savaşlar ancak kapitalistlerin gücü ezildiğinde, mülk sahibi-sömürücüler artık halka zarar verip onları kanlı çatışmalara sürükleyemez hale geldiğinde sona erecektir. Savaş, toplumun adaletsiz kapitalist yapısı tarafından üretilir. Savaşın sona ermesi için toplumun yapısının değiştirilmesi gerekir. Savaşa son vermek için bütün fabrikalar, bütün üretim tesisleri, bütün sanayi işletmeleri kapitalist efendilerin elinden alınmalıdır. Toprak, toprak sahiplerinin, madenler özel mülk sahiplerinin, bankalar kapitalistlerin elinden alınmalıdır, ve tüm bu zenginlik ortak mülk haline gelmelidir. Savaşa son vermek için yeni ve daha adil bir sosyalist dünya halk için, işçi sınıfı için kazanılmalıdır. Halk kendi kendini yönettiğinde, tüm ulusal serveti kontrol ettiğinde, ulusal ekonomiyi ve ulusal bütçeyi kendisi yönettiğinde, tüm vatandaşların ihtiyaç ve gereksinimlerine kendileri baktığında, anavatanlarının refahını ve kardeşliğini sağlamak için çaba harcadığında, o zaman artık başka savaş olmayacaktır. O zaman komşu halklar birbirlerini yok etmeye çalışmayacaktır, o zaman “saldırgan bir politikaya” gerek kalmayacaktır. Çalışan özgür insanların barışçıl ülkeleri kendine her zaman ortak bir dil bulacaktır! O zaman savaşın baş suçluları, yani savaştan sonra cüzdanları daha dolu olsun diye milyonlarca insanı mahveden bir kapitalistler kliği artık olmayacaktır. İşçilerin karşı karşıya olduğu ana görev budur.

Ancak, bir soru varlığını koruyor, derhal halledilmesi gereken acil başka bir görev daha kaldı: Kardeşi kardeşe kırdıran mevcut savaşı nasıl durdurabiliriz? Ne yapmalı? Bir cevap var ve daha da önemlisi, bu cevap her ülkenin işçileri için bir. Bu cevap şudur: Hükümetler, bir ülkeden bir işçiyi başka bir ülkeden bir işçiye karşı savaştırabilirler fakat düşman, dünyanın her yerindeki tüm işçiler için bir ve aynıdır; Rus ve Alman, İngiliz ve Avusturyalı işçilerin çıkarları bir ve aynıdır. Barışı sağlamak için yapılması gereken ilk şey, suçlulardan hesap sorulmasıdır. Ve suçlu olan, çarlar ve kayzerler, onların diplomatları ve bakanları, sermayenin tüm itaatkâr hizmetkârları değilse, kimlerdir? Bu kanlı felaketin sorumluları başka kim olabilir? Yaptıklarının hesabını vermeliler! Beş para etmez hükümet, zengin para çuvallarının patronları, defolun! Çarlar, krallar, imparatorlar ve kayzerler, defolun! Bakanlar, polisler ve yozlaşmış yetkililer, defolun! Devlet gücü halka ait olmalıdır! Bırakın barış isteyen, bu canice savaştan bıkmış olanlar dış düşmana karşı değil, halkın içerdeki düşmanına karşı savaşanların saflarına katılsın. Kendi kendine şunu söylesin: Krestovnikovların, Guchkovların, Morozovların, Purishkevichlerin daha büyük kârları ve onların tüm o onurlu kardeşlikleri için ölmek yerine, halkımın özgürlüğü, işçi sınıfının hakları ve işçilerin davasının zaferi için hayatımı vereceğim! Eğer Rus işçileri, Alman işçileri ve tüm savaşan ülkelerin işçileri bunu söylerse, artık dünyada kan banyosunun devam etmesini isteyen bir güç kalmayacak ve barış kendiliğinden gelecektir. Gerekli olan tek şey cephedeki her askerin, atölyedeki her işçinin şunu idrak etmesidir: Düşmanım, kendi memleketimde benim durumumdaki gibi hiçbir hakka sahip olmayan, sermayenin zulmüne uğrayan, hayatı zindan olan, günlük ekmeği için mücadele edenler değildir.

Düşmanım kendi ülkemdedir ve bu düşman dünyanın bütün işçileri için aynıdır. Düşman kapitalizmdir, bu düşman açgözlü, yozlaşmış sınıf hükümetidir. Bu düşman, işçi sınıfının acısını çektiği, haklardan yoksunluktur. İşçi yoldaş, düşman ordusundaki er, düşmanım olanın sen olmadığını artık biliyorum. Elini ver yoldaş! İkimiz de aldatma ve şiddetin kurbanıyız. Asıl ve ortak düşmanımız arkamızdadır. Tüfeklerimizi, silahlarımızı gerçek, ortak düşmanlarımıza çevirelim… O zaman bütün yiğit komutanlarımız, mareşallerimiz, generallerimiz topuklayacaklardır!… Her birimiz zalimlerimize karşı kendi ülkemizde savaşa girelim, vatanlarımızı gerçek zalimlerden temizleyelim, vatanlarımızı halkın gerçek düşmanlarından, çarlardan, krallardan ve imparatorlardan temizleyelim! Ve iktidar bizim elimizde olduğunda, mağlup kapitalistlerin başları üzerinde kendi barışımızı ulaşacağız… Uluslar arasında istikrarlı bir barış için, işçi davasının zaferi için, kapitalist toplumun yerine her ülkenin işçilerinin sosyalist kardeşliğine dayanan adil ve daha iyi bir dünya için savaşmak isteyenleri ileriye götüren yol budur. Rusya’nın, Almanya’nın, İngiltere’nin, Fransa’nın, İtalya’nın, Bulgaristan’ın ve diğer devletlerin örgütlü, bilinçli işçi-sosyalistlerinin, işçi davasına sadık kalan sosyalistlerin, işçilerin “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” büyük çağrısını unutmayanların takip etmeye çağırdıkları yol budur yoldaş. Devrimci işçi örgütlerinin kızıl bayrağı etrafında toplanın! Çalışmak, yoldaşlar, çalışmak! Sermayenin görkemine yeterince kurban verildi. Ortak düşmanımız tam arkamızda saklanıyor! Savaşın sorumluları defolun! Kapitalistler ve çarlar defolun! Vatanımızın özgürlüğü için, istikrarlı bir barış için savaşalım! Yaşasın yaklaşan, uzun zamandır beklenen toplumsal devrim! Yaşasın ulusların sosyalist kardeşliğinin zaferi!

RSDİP Merkez Komitesi tarafından hazırlandı.

İsviçre, 1916

http://www.abstraktdergi.net’te de yayımlanmıştır.

Yazar Hakkında