ISMARLAMA OLSAYDI..!

ISMARLAMA OLSAYDI..!

Hakkı Yükselen

Ismarlama olsaydı ancak bu kadar olurdu! Zaten önce bu yüzden kuşku uyandırdı. Olayın üzerinden daha on iki saat geçmeden İçişleri Bakanı,  bombanın patlatıldığı yerde “beklenen açıklamayı” yaptı! Fail yakalanmıştı. Eylemi PKK, YPG ve PYD’nin emriyle yaptığı ve Kobane’de “İstihbarat elemanı” olarak eğitildiği söylenen bir kadın, Afrin’den geldiğini ve kimlerle ilişkide olduğunu çok kısa bir sürede bütün detaylarıyla itiraf etmişti. Bu “standart” bilgilerden yola çıkan Bakan, “verilmek istenen mesajı aldıklarını”, bu konuda gerekenlerin yapılacağını ifade etmekle kalmıyor, ABD’nin olayla ilgili taziyesinin kabul edilmeyeceğini de ilan ediyordu!

Saray’ın, Milli Savunma ve Dışişleri bakanlıklarının yetki alanlarına bir çırpıda dalıveren İçişleri Bakanı’nın açıkladığı bilgiler, rejimin son altı aydır yapmaya hazırlandığı, ancak çeşitli uluslararası engeller nedeniyle ertelemek zorunda kaldığı Suriye’nin kuzeyine (Rojava) yönelik askerî harekâta adeta “milimi milimine” birer gerekçe oluşturacak nitelikteydi. “Ismarlama olsaydı bu kadar olurdu!” dememizin nedeni bu.

Kuşkular…

Sadece açıklamanın hızı değil, içerdiği bağlantı ve hedefler ve ardından ortaya çıkan bazı ayrıntılar kanlı olaya ilişkin birtakım kuşkulara yol açtı. Liderliğinin aksi yöndeki açıklamasına rağmen bombayı PKK patlatmış olabilir mi? Olabilir, yapmadığı iş değil.  “Olağan şüphelilerden” biri o. Ancak eylemin, gerçekleştiği özel koşullar ve aylardır yapılan resmi açıklamalar dikkate alındığında, “kim tarafından” ve hangi amaçla yapılmış olursa olsun sonuçta Rojava’ya yönelik kapsamlı bir askeri harekâta, (üstelik de) uluslararası bir gerekçe ve bahane teşkil edeceği kesinlikle ortadaydı. Yani Bakan’ın açıkladığı gibi, eylemi “PKK-PYD-YPG” yaptıysa, bu örgütlerin ancak kendilerinin bildikleri, başarılı sonuçlar bekledikleri bir amaçları, kazanımları ve planları olmalıdır. (Veya bir iç mücadele durumu?) Bu durumda örgütler ya Saray rejiminin kendilerine karşı yapacağı bir sınır ötesi askeri harekâtı belirli siyasi-askeri-diplomatik hedefler doğrultusunda bilinçli olarak kışkırtmışlar, ya da onca siyasi ve diplomatik tecrübelerine rağmen var olan durumu tamamen yanlış okuyarak ciddi bir hata yapmışlardır. Kısaca ortada neyin ne olduğunu belki zamanla anlayabileceğimiz garip bir durum vardır!

Ancak kuşkular sadece böyle bir tuhaflıktan kaynaklanmıyor. Olayın failinin hayat hikâyesi, etnik kökeni, aile efradı,  davranışları, ilişkileri, eylemi gerçekleştirme biçimindeki amatörlük ve polis, savcılık ifadeleri kuşkuları büyüttü.  Olayla ilgili olarak, Türkiye ile yakın ilişkiler içindekiler de dahil, böyle bir eylemi yapmak için pek çok nedeni olan İslamcı örgütlerin adı giderek daha çok geçmeye başladı. (Türkiye’yi zaten teşne olduğu sınır ötesi bir harekât konusunda kışkırtabilecek bir “dış güçten” henüz söz edilmiyor!) Olayın gerçek faillerinin ve nedenlerinin saptanmasının Türkiye’nin ne tür bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunun anlaşılabilmesi için çok önemli olduğunu vurgulayan,  rejime olmasa da  “devlet”e yakın bazı uzman şahsiyetlerin uyarılarına rağmen rejim, PKK dışı bütün ihtimalleri peşinen yok kabul eden “bilinçli” tavrını ısrarla sürdürmektedir. Çünkü diğer ihtimallerin hiçbiri rejimin amaçlarıyla tam olarak uyumlu değildir. İşler, ABD ile ilişkiler sorunu hariç, İçişleri Bakanı’nın işaret ettiği “milli hedefler” doğrultusunda yürümeye başlamıştır!

Seçime Doğru…

Süreçle ilgili kuşkuları artıran başlıca hususlardan biri de seçim sürecinde “beklenen” gelişmeler, yani olayın seçimlerle bağlantısıdır. Tarih tekerrür etmese de benzerliklerle doludur. Bu nedenle pek çoklarının aklına ister istemez 2015’teki bombalı terör saldırıları ve önce PKK’ye yıkılan ve sonunda “faili meçhul” kalan Ceylanpınar Vakası’na  benzer bir “başlama vuruşu” geliyor. Ceylanpınar cinayetlerinin ardından başlatılan ve hâlâ sürmekte olan bilmem kaçıncı  “Kürt savaşı”nın yeni bir aşamasına bu vesileyle geçilmek istenmesi, bunun için epeydir fırsat kollanması, eylemi yapabilecek olanların kimliğinden bağımsız olarak, bu kuşkuları besliyor. Rejim, seçimlere “en uygun” koşullarda gidebilmek amacıyla Irak Kürdistanı ve Rojava’ya yönelik havadan ve karadan başlatılan bombardımanın,  (ABD ve Rusya’nın en azından hoşgörüsüyle) bir kara harekâtına dönüştürülmesinin imkânlarını arıyor. Ancak her halükârda harekâtın en azından bu biçimiyle seçimlere kadar sürdürülmesi rejim açısından gerekli. Bu savaş havası, sınırın bu tarafında yapılabilecek, 2015 sürecinde olduğu gibi en azından “yol verilecek” bazı gerçek terör eylemlerinin, üzerine “monte edilebilmesi” açısından elverişli bir zemin oluşturuyor.  Rejimin “kim tarafından yapılırsa yapılsın” her türlü terör eylemini kendi siyasi yararları doğrultusunda kullanma yeteneği (Bak. 2015 Haziran-Kasım dönemi) unutulmamalıdır.

Militarizm, Polis Devleti, Beterin Beteri İhtimaller ve Burjuva Muhalefet

Ancak bu noktada en önemli husus savaşın sadece seçim süreciyle ilişkili bir olgu olmadığının kavranması. Burada daha önceki pek çok yazıda vurguladığımız “Dış politika iç politikanın uzantısıdır” önermesini ve “Türkiye’nin iç politikasıyla dış politikası arasında hiçbir mesafe kalmamıştır” tespitini bir kez daha hatırlatalım. Sorunun esas itibariyle rejimin bekası ve geleceğiyle ilgili olduğu çok açık. Rejim bu koşullarda sadece dışarıda değil, içeride de giderek daha güçlü bir militarist nitelik kazanıyor; bir “polis devletine” dönüşüyor. Rejimin “iç savaşçı” karakteri daha da belirgin bir hal alıyor.  Bu durum aynı zamanda neo-bonapartist rejim açısından muhtemel bir “iç dönüşüm” ihtimalini de güçlendiriyor. (Klasik bonapartizm, askeri diktatörlük, yarı-faşizm ve ötesi…)  Sözü edilen “darbe dinamikleri”nin bir boyutu bu. (İşlerin iyice kontrolden çıktığı bir durumda ise DEVLET’in doğrudan devreye girdiği bir başka siyasi manzara ile karşı karşıya kalabiliriz!)  Rejimin devamı halinde, en azından şimdilik, başlıca alternatiflerin, gerilimli ilişkiler içinde oldukları söylenen İçişleri Bakanı ile Milli Savunma Bakanı olması durumun vahametini ortaya koyuyor. (polis ve asker!) Bu aynı zamanda, rejimin devamı halinde, RTE sonrası bir dizi “saray darbesi” ihtimalini de güçlendiren bir durum.

Sonuç olarak sınır ötesi askerî harekâtı, bunun içeriye yansımalarını ve bu bağlamda ortaya çıkabilecek “olağanüstünün de üstü bir hali” seçim taktiklerinden öte rejim açısından bir “istikbal sorunu” olarak ele almak gerekiyor. Buna rejim içi sürtüşmeleri, hatta iktidar mücadelelerini de ekleyebiliriz. RTE’nin yurtdışında bulunduğu bir sırada İstiklal’deki patlama üzerine İdlib’den alel acele dönen İçişleri Bakanı’nın “tek yetkili” edasıyla iç ve dış politika üzerine, ABD ile ilişkiler de dahil “büyük lafları” anlık bir öfkenin sonucu değil. Epeydir hakkında görevden alınacağına dair şayiaların dolaşıyor olsa da Bakan, çok uzun süredir “kol bacak kırmak” ve “bina yıkmak” da dahil son derece sert bir üslupla ve her türlü muhalefeti “terörist” ilan ederek Filipinler’deki Başkan Duterte tarzı, Türkiye’de de çok alıcısı bulunan bir iktidar modeli hedefini ortaya koyuyor; üstelik şu ana kadar iktidarın faşist ortaklarının da kesin desteğini alarak. Bakan’ın İstiklâl’de yaptığı sınır ötesi bir harekâtı işaret eden açıklaması da, yıkılmasında yasal engel olan metruk binalarla ilgili olarak muhtarlara “Önce yıkın, yasa arkadan gelir!” çağrısıyla uyum içinde! Yani sınır ötesinde de, sınır berisinde de mantık aynı.

Bütün bunlara rağmen burjuva muhalefetin, “milli çıkarlarımız” vb. gerekçelerle bir kez daha rejimin peşine takılması, “Sorun Kürtlerse gerisi teferruattır!” mantığının tezahüründen başka bir şey değil. “TSK’nin dışarıda bir iç politika aracı olarak kullanılmak istendiği” iddiası da dahil, rejime ilişkin vahim iddialarına ve devlet düzeniyle ilgili derin endişelerine rağmen burjuva muhalefetin (sınır ötesi!) Kürt meselesindeki bu tutumu, bazı nüanslarla bugünkü iktidarla hemen hemen aynı ilke ve duygulara sahip olduğunu gösteriyor. Bu aynı zamanda bu partilerin iktidar olmaları halinde Suriye rejimi ile dostane ilişkileri, bir kez daha “toprak bütünlüğü” adına “Kürtlerin tepelenmesi” gibi “ortak çıkarlar” üzerinden tesis edecekleri anlamına geliyor. Ancak bu vatanseverlik-milliyetçilik gösterilerinin rejiminin nezdinde bir kıymeti harbiyesi yok. RTE, başta CHP olmak üzere bütün “sivil hedefleri” yine bombalıyor…!

Yazar Hakkında