DEPREMDEN SONRA -1

<strong>DEPREMDEN SONRA -1</strong>

Hakkı Yükselen

Yaşanan felâket,  iktidar ortaklarının dillerinden düşmeyen “beka sorunu”nungerçek içeriğini veiçyüzünü bir kez daha açığa vurdu. Bilmem kaçıncı defa görüldü ki,   iktidar çevrelerinin asıl derdi, kurdukları rejimin ve bu rejimin üzerinde yükseldiği çıkar ağlarının ayakta kalmasını sağlamak. Kısacası, olur olmaz her durumda çeşitli (milli) korku senaryoları eşliğinde karşımıza çıkartılan “şeyin” halkın bekasıyla, yani milyonlarca insanın “hayatta kalma” sorunuyla bir ilişkisi yok.  Ancak yanlış anlaşılmasın, “rejim ve üzerinde yükseldiği çıkar ağları”  derken, sadece bugünkü rejimden söz etmiyoruz. Burada sözü edilen,  “devletin bekası” adı altında adeta sonsuzluk kazanmış ve  “gerektiğinde kan dökülerek halledildiğini bildiğimiz  “tarihsel” bir sorun. Her ne kadar  “içini boşalttıkları” suçlamasına maruz kalsalar da şimdiki muktedirlerin de en öncelikli derdi yine DEVLET ve elbette onun siyasi olarak temsil ettiği toplumsal çıkarlar-ilişkiler ağı. Bilindiği üzere devlet, o esnada kimin kontrol ettiğinden bağımsız olarak, Marx’ın ifadesiyle, “toplumsal ilişkilerin politik ifadesinden” başka bir şey değil.

“Devletin Yapamadığını…!”

Felâket ilk saatlerinden başlayarak her yönüyle bir rejim ve devlet sorununa dönüştü.  Yıkımın insan hayatı açısından en kritik ilk 48 saatinde devlet neredeyse yoktu!  Hayatta kalan bölge halkının yardımına ilk saatlerden itibaren yine halk yetişti. Ülkenin her yerinde yardım kampanyaları başlatıldı, binlerce gönüllü kendi imkânlarıyla bölgeye ulaşmaya çalıştı.  Sonunda devlet göründü! Öfkeyle aksini iddia etse de epeyce geç kalmıştı.  Sonra başta askeriye olmak üzere ilgili devlet kurumlarının,  enkaz altında kalan pek çok insanın sağ kurtarılabileceği en kritik saatlerde harekete geçebilmek için Saray’dan emir bekledikleri anlaşıldı. Felâketin boyutlarının belli olmasına rağmen bu gecikmenin nedeni çok büyük ihtimalle rejim açısından hayati önem taşıyan iç çelişki ve dengelerin hesaplanması için gereken süreydi! Sahaya çıkan devletin ilk tepkisi yardım malzemeleriyle yüklü TIR’larla bölgeye ulaşan veya ulaşmaya çalışan “başıbozukları” zapturapt altına almaya çalışmak oldu. Valilikler binlerce kişinin gönüllü olarak katıldığı kampanyalarla toplanıp hazırlanan yardım malzemelerine el koymaya, onları “devlet adına” etiketlemeye başladılar. Bu arada yardıma koşanlar arasında  “birinci dereceden tehlikeli” bulunanların, başta sosyalistler ve Kürt siyaseti olmak üzere, tehdit ve zorbalıkla bölgeden atılması devletin öncelikli işlerinden biri haline geldi.  Birer “arpalık” haline getirilip işlemez duruma sokulan resmi yardım-kurtarma kuruluşlarının halkın gözünde iyice aleniyet kazanan eksiklik, yetersizlik ve başarısızlıkları bu şekilde örtülmeye çalışıldı. Tabii, bununla da kalınmadı. Örneğin Hatay’da, ağır hasar alması nedeniyle kullanılamaz hale gelen havaalanı pistlerini tamir etmeye çalışan Ankara Büyükşehir Belediyesi, afetten sorumlu Cumhurbaşkanı Yardımcısı tarafından suçlanıp azarlandı. Bu azar aslında kendi inisiyatifiyle harekete geçen bütün toplum kesimlerine yönelikti. Öyle ya devlet varken onlar da “kim oluyordu!”; “devletin yapamadığını onlar mı yapacaktı!”

Devletin “Hali Pür Melali!”   

Bütün el koyma çabalarının resmi gerekçesi yardım ve kurtarma faaliyetlerinin tek elden yürütülmesi ve koordinasyonuydu. Ancak böyle bir işlevi yerine getiremeyecekleri, böyle bir yeteneklerinin olmadığı çok kısa sürede anlaşıldı.  Koordinasyonsuzluk veya koordinasyon bozukluğu felâket bölgesindeki başlıca sorun haline geldi. Yakınları enkaz altındaki acılı insanlar o kalabalık içinde pek çok durumda yalnızlığa, çaresizliğe mahkûm edildiler.  Bu durumda felaketzedeler, ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışan gönüllülerin çabalarıyla ayakta kalmaya çalıştılar; pek çok durumda da kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kaldılar.  Ortaya çıkan durum,  devletin bunların elinde bir “çadır devletine” dönüştüğü eleştirisini yapanları bile pişman etti: Keşke öyle olsaydı, çünkü devlet,  bu kış kıyamette felâkete uğrayan halkına yeterince çadır bile temin edemiyordu!

Sıradan vatandaşına, sonsuz bir güç iddiasıyla büyüklenen devletin “hali pür melalinin” bu derece aleniyet kazanması ve ortaya çıkan boşluğun çeşitli toplumsal inisiyatif ve örgütlenmelerle kapatılmaya çalışılması, her daim “devlet benim” ilkesiyle hareket eden muktedirlerin bazen en galiz biçimlerde ağızlarını bozmalarına yol açtı. Çok öfkeliydiler ve “akbabalara” asla izin vermeyeceklerdi! “Kutsal devlete” yönelik herhangi bir eleştiri yapılamayacağı gibi, ona hiçbir biçimde “şirk de koşulamazdı!”  Toplumun kendi içinde bağımsız bir biçimde örgütlenerek inisiyatif alması “egemenliğin paylaşılmazlığı” ilkesine de aykırıydı. Oysa cumhuriyet,  söylendiğine göre “milletin egemenliği” anlamına gelmekteydi. Ancak “millet” soyut bir kavramdı ve sözü edilen “milli egemenliğin” de biz “ölümlülerle” bir ilgisi yoktu. Üstelik “tebaa da devlet içindi!” Aksini söyleyenler ve yapanlar, defterleri sonradan dürülmek üzere, teker teker not ediliyordu!

Başta felâketzedeler, halkın büyük çoğunluğunun sıklıkla sorduğu “Nerede bu devlet!?” sorusu muktedirlerin ağzından böylece cevabını bulmuş oluyordu. Devlet geldiğine göre herkes çekilebilirdi!

Gerçek Beka…

Toplumun kahir ekseriyetini oluşturan emekçi ve yoksullar çeşitli felâketler eşliğinde giderek ağırlaşan bir “beka” (hayatta kalma) sorunuyla karşı karşıya olsalar da bu rejim altında devleti yönetenlerin başka dert ve önceliklerinin olduğu depremle birlikte bir kez daha ortaya çıktı. Doğal nedenlerin ardına saklanmak isteseler de, yer üstünde kendi elleriyle hazırlayıp büyüttükleri bir felâket karşısındaki başarısızlıkları çok sert eleştirilere neden oldu.  Felâketin açığa çıkardığı acı gerçekler ve bu gerçeklerin yaygın bir biçimde ve yüksek sesle dile getirilmesi, zaten uzun süredir burnundan soluyan muktedirlerin daha da asabileşmesine neden oldu. Öfke ve endişelerinin görünür nedeni çürüyen rejimin vardığı nokta ile ilgili görünse de, ortada iktidar sahiplerinin sınıfsal bilinçlerinden kaynaklanan bir “refleksin” de olduğu düşüncesindeyiz. Çünkü, her daim asık suratları ve tehditkâr söylemleriyle “ebediliğinden, kutsallığından ve dokunulmazlığından” dem vurdukları devletin topluma gerçekten yararlı olma konusundaki atıllığıyla, açığa çıkan yapıcı-yaratıcı toplumsal enerji, dayanışma ve seferberlik ruhu arasındaki büyük çelişki bir kez daha görünür hale gelmişti. Bu aynı zamanda (Allah muhafaza!) yarın öbür gün zuhur edebilecek bir “ikili iktidar” durumunun ilk işareti bile olabilir ve belirli koşullarda işleri “sivil toplumculuğun” ötesinde bir yerlere taşıyabilirdi!

İktidar sahiplerinin sahip olduğu sınıf bilincine emekçilerin de ulaşması ve kendi sınıfsal reflekslerini göstermeleri dileğiyle. Malum, sorunumuz artık bir “beka” sorunu…

Yazar Hakkında