12 MART’I 52. YILINDA LANETLE ANARKEN!

12 MART’I 52. YILINDA LANETLE ANARKEN!

10 yıllık DP iktidarının devrilmesiyle 27 Mayıs 1960 sonrasında kurulan rejim, 1961 Anayasası temelinde getirdiği demokratik hak ve özgürlüklere ve denetim mekanizmalarına rağmen, bütünlüklü bir demokrasi olamadı. Bu, bir başka yönüyle (ve yine aynı mekanizmalarla) asker-sivil yüksek bürokrasinin iktidarları denetleyip siyasi sınırları belirlediği “yarı-Bonapartist” bir kontrol rejimidir. 1965 seçimlerini burjuvazinin ve geçmişte DP’yi iktidarda tutan kırsal çoğunluğun desteğiyle açık ara kazanan Adalet Partisi (AP), büyük burjuvazinin iktidar aracı haline gelmiş bu kırsal çoğunluk desteğini, daha temkinli bir biçimde de olsa, yüksek bürokrasinin bu yarı Bonapartist “kontrol rejimini” aşındırma amacıyla kullanmaya çalışır.  Öyle ki, zaman zaman, “DP’lileşme” eğilimi gösteren AP’nin “millet iradesi” gerekçesine dayanan gerici – antidemokratik girişimlerini, hiç de demokratik bir güç olmayan yüksek bürokrasinin, 1961 Anayasası’nın siyasi iktidarın “demokratik denetimini” hedefleyen maddelerinden aldığı güçle sınırladığı, durdurduğu görülür! Bir dönem,  ideolojik olarak Kemalizmin görece etkisi altındaki devrimci güçlerle kendini “Atatürkçü” resmi ideolojinin temsilcisi ve bu düzenin gerçek “bekçileri” olarak gören asker-sivil güçler arasında 1971 kopuşuna kadar süren gayrı resmi-fiili ittifakın başlıca nedenlerinden biri bu mücadeledir. Bu nedenle AP, neredeyse iktidarının ilk gününden başlayarak 1961 Anayasası’ndan şikâyet eder. Bunun temelinde yatan asıl saik ise iktidar partisinin temsil ettiği büyük sermayenin çıkarlarından başka bir şey değildir.  Bu anayasaya ilişkin rahatsızlıklar sınıf mücadelelerinin şiddetlendiği dönemlerde daha da artar. 1960 sonrası ekonomik modelin krize girmeye başladığı dönemde ise, işçi sınıfının hak ve özgürlüklerinin düzen için taşınmaz bir yüke dönüşmesi ölçüsünde, bunun başlıca müsebbibi ilan edilen anayasal hak ve özgürlüklere karşı cepheden bir saldırıya girişilir. 

Planlı, korumacı devlet desteğine dayalı, iç pazara dönük ithal ikameci sermaye birikimi tarzı ilk zamanlardaki hızlı büyümenin ardından 70’lerin hemen başında tıkanmaya ve alarm vermeye başlamıştır. Sorun, bu ekonomik modelin kaçınılmaz çelişkileri ve sınıf mücadelesindeki hızlı ve militan yükselişten kaynaklanmaktadır. Yabancı sermayenin çok düşük miktarlarda gelmesinin de etkisiyle dünya pazarında rekabet gücü olmayan ve ihracat yapamayan, ölçeği sınırlı, emek verimliliği düşük,  yatırım ve ara malları ithalatına dayanan bu sanayileşme modeli ciddi bir döviz darlığının kıskacına girmiştir. (Model, 70-71 yıllarında Türk Lirası’nın %66 oranında devalüe edildiği bir krizi atlattıktan sonra 77’de ağır bir krize girer.)

İşçi sınıfı mücadelesi ve solun yükselişi…

Ancak sorun ekonomik alanla sınırlı değildir. Greve izin veren yasanın çıkmasından önce yapılan Kavel Grevi ile  (Tabii, daha öncesi de var.)  başlayan ve yükselişini sürdüren işçi mücadeleleri, cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş bir düzeye varmıştır. Dönem grevler, işgaller, protesto yürüyüşleri ve pek çok işçi eylemiyle doludur. Türk-İş’in sendikal alandaki hâkimiyeti, 1967’de kendi içinden çıkan ve hızla büyüyen DİSK’in sınıf mücadeleci tutumuyla kırılmıştır. DİSK’in özel sektör işyerlerindeki başarılı ve militan örgütlenme mücadelesi patronlar için büyük endişe kaynağıdır. 

Yine bu dönem 1965 seçimlerinde yaklaşık %3 oyla 15 milletvekili çıkararak Meclis’e giren ve %52’lik (240 vekil) AP iktidarına kök söktüren Türkiye İşçi Partisi’nin güç kazandığı ve sosyalist düşüncenin devletin ve hükümetin bütün baskısına rağmen yayıldığı bir dönem olur. Aynı dönemde üniversite öğrencilerinin sorunlarından yola çıkan ancak kısa sürede ülkenin bütün sorunlarına yönelen,  işçi sınıfının, yoksul köylülüğün mücadelelerine aktif destek veren sosyalist öğrenci gençlik hareketi, devletin şiddet yoluyla ve silahlı “milliyetçi-mukaddesatçı” güçleri harekete geçirerek bastırma tutumunun etkisiyle kendini silahla savunmaya başlar. Özellikle üniversitelerdeki silahlı çatışmalarda ve suikastlerde çok sayıda öğrenci hayatını kaybeder. Devrimci gençlik hareketini hedef alan sağcı terörün başını İslamcıların yanı sıra aynı dönemde güç kazanmaya başlayan faşist hareket çeker. 1967’de kurulan MHP,  (Eski CKMP) militanlarını devletin “özel harp” birimlerinin destek ve denetiminde kurulan  “komando kampları”nda silahlı eğitimden geçirmeye başlar, buralarda eğitilen faşistleri devrimci harekete karşı kullanır. (O dönemde bu faşistlere “komandolar” denilirdi.) Mücadelenin giderek sertleşmesiyle sosyalist hareketin bir bölümü, özellikle de gençlik hareketi liderleri gerilla mücadelesini esas alan siyasi bir yönelişi benimserler.  Ancak devleti ve burjuvaziyi “beka” endişesine düşüren asıl dalga 15-16 Haziran 1970’te gelir. DİSK’in ve militan işçi hareketinin gücünü kırmak amacıyla hükümetin Meclis’e getirdiği yeni sendikalar yasasına karşı yüz binin üzerinde işçinin sokağa çıkarak asker ve polisle çatışması ve ardından ilan edilen sıkıyönetim rejim açısından bir dönüm noktası olur. Bu büyük çaplı hareket, gerçekte şiddetini artıran sınıf mücadelesinin ve iktidarın bu mücadelenin hızını kesme çabalarının kritik bir aşamaya gelmesinin de göstergesidir.  Hukuki çerçevesi 1961 Anayasası tarafından çizilen siyasi rejim, yarı Bonapartist niteliğiyle değil, ama yasal hale getirdiği hak ve özgürlüklerle büyük burjuvazi için artık sürdürülemez bir hal almıştır. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a göre “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aşmaya başlamıştır!” 

Büyüyen çelişkiler…

Yine bu dönemde burjuva iktidar bloğu içinde ortaya çıkan ve siyasi ifadesini Demokratik Parti ve Milli Nizam Partisi gibi partilerde bulan çatlaklar, ordu içindeki hareketlenmeler (cuntalar), AP iktidarının kesişmeye başlayan ekonomik, toplumsal ve politik kriz dinamikleri ve işçi sınıfı hareketiyle baş etmekte gösterdiği yetersizlikler, sosyalist solun etkisinin artması ve devrimci kesimin silahlı mücadeleye yönelmesi vb. nedenler büyük burjuvazinin ve bir kısım temsilcilerinin müdahale eğilimlerini güçlendirmiştir.

Bu siyasi güçsüzlük ve yeteneksizlik ortamında sürecin siyasi boyutunu ve sonucunu belirleyen gücün, rejimin ideolojik-siyasi denetimini sağlayan ve ülkenin en güçlü kurumu olan TSK olması kaçınılmazdır. Üstelik sınıf mücadelesinin dolaylı yansımalarının da etkisiyle orduda yaşanan bölünmeler, kendini iktidar adayı olarak gören cuntaların ortaya çıkması müdahaleyi adeta kaçınılmaz hale getirmiştir. 

Sınıf mücadelelerinin en açık biçimiyle ortaya çıktığı bir dönemde sol hareket, henüz tam olarak oluşup “kristalize olmadığını” ileri sürdüğü işçi sınıfına en iyi şartlarda “ideolojik öncülük” payesini verip şehirlerden kırları kuşatacak devrimci bir köylü –gerilla hareketinin veya sivil-asker aydın zümre eliyle kurulacak bir geleceğin hayalini kurarken, devlet ve burjuvazi durumu bütün açıklığıyla kavramıştır. Sermaye birikim tarzının iç çelişkileriyle güçlü bir sınıf mücadelesinin bileşimi, siyasi iktidarın aczi ve elbette işçi sınıfının “kronik” önderlik sorunu Türkiye’de yeni bir askeri darbenin yolunu açmıştır.

9 Mart’tan 12 Mart’a…

Gelinen noktada, ordu içinde “ulusalcı-Baasçı” eğilimleriyle kendini gösteren  “sol cuntanın” ve sivil ayağının 9 Mart 1971’de  yapmayı planladığı  emir komuta zinciri dışındaki darbe, Kara ve Hava kuvvetleri komutanlarının (Faruk Gürler ve Muhsin Batur) tereddütleri ve taraf değiştirmeleri sonucunda Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın ve faşist eğilimleriyle bilinen 1. Ordu Komutanı Faik Türün’ün başını çektiği, emir komuta zinciri içinde sağ bir darbeye dönüşür. Ordu, burjuvazinin vurucu gücü olarak 12 Mart 1971’de o ünlü muhtırasını vererek Demirel hükümetini istifa etmek zorunda bırakır.

Generallerin verdiği muhtırada, “Parlamento ve hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu, anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa’nın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini ağır bir tehlikeye düşürmüştür” denilmektedir. Generaller muhtırada ayrıca, “partiler üstü bir anlayışla ve meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasamızın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin” hızla kurulamaması halinde TSK’nin Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama görevini yerine getirerek idareyi doğrudan üzerine alacağını da vurgulamaktadırlar.

Sağdan soldan destekler…

Muhtıra sadece büyük sermaye çevrelerince değil, işçi sınıfının başlıca örgütleri olarak Türk-İş ve DİSK tarafından da desteklenir. Ayrıca Türkiye sosyalist solunun bir bölümü de müdahaleyi “ilerici” bularak destekler. DİSK bildirisinde şu satırlar yer almaktadır: “…Türk milletinin bağrından oluşan silahlı kuvvetlerin bu vahim durum karşısında aldığı kararlar işçi sınıfımızın devrimci kesiminde büyük ferahlık yaratmıştır. Anayasanın tanıdığı hakları en cesur şekilde kullanan  TSK’nin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak, Atatürk devrimlerini hâkim kılmak ve Anayasa’nın öngördüğü reformları gerçekleştirmek, özellikle Anayasamızın temel ilkelerine yürekten bağlı kalmak yolunda görev başında olduğunun radyolardan ilânı karanlık ufukları aydınlığa kavuşturmuştur.”

Darbe hükümetinin marifetleri…

Demirel hükümetinin düşürülmesinin ardından CHP’den istifa eden Nihat Erim’e “partilerüstü” bir  hükümet kurma görevi verilir. 26 Nisan’da ise Bakanlar Kurulu tarafından “vatan ve cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma olduğu” gerekçesiyle özellikle sanayinin ve işçi sınıfının yoğun olduğu 11 ilde sıkıyönetim ilan edilir. Başbakan Erim,  silahlı mücadeleye giren devrimci hareketi kastederek “Alınacak tedbirler balyoz gibi kafalarına inecektir!” açıklamasıyla dönemin ünlü “Balyoz” harekâtlarının işaretini verir. Başbakan ayrıca, 1961 Anayasası’nın  Türkiye için bir lüks olduğunu ve Türkiye’nin böyle bir lüksü kaldıramayacağını da açıklar.

Temel hedef “anarşiye karşı mücadele” (o zamanlar “terör”ün adı “anarşi idi!) adı altında büyük sermayenin önündeki ekonomik, politik ve hukuki engelleri kaldırmaktır; tabii, işçi sınıfının mücadele gücüyle birlikte. Bu amaçla 1961 Anayasası’nda yürütmenin güçlendirilmesini, özgürlüklerin sınırlanmasını amaçlayan önemli değişiklikler yapılır. Anayasanın 34 maddesi değiştirilir, 9 geçici madde eklenir. Anayasa mahkemesinin, yasaları sadece biçim yönünden denetlemesini sağlayacak değişikliğe gidilir. Meclis’in denetim yetkisine de sınırlama getirilir,  yargının iktidar üzerindeki denetim gücü zayıflatılır. Aynı dönemde, müdahalenin başlıca amaçlarından biri olan sendikal hakların geriletilmesi konusunda adımlar atılır. Devlet memurlarının sendikal örgütlenme hakkı anayasa değişikliğiyle kaldırılır; binlerce üyeye sahip Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) kapatılır. 12 Mart hükümetleri döneminde çok sayıda grev ‘milli güvenliği bozucu” oldukları iddiasıyla ertelenir. Bazı illerde deprem felâketleri bahane edilerek, yasadışı biçimde grev yasakları getirilir. Ücretler, toplu sözleşme hakkının yasak ve ertelemeler nedeniyle doğru düzgün kullanılamaması nedeniyle dönem boyunca önemli ölçüde geriler. Kısacası 12 Mart döneminde Türkiye büyük sermayesinin sınıfsal hayallerinin bir bölümü kısmen de olsa gerçekleşir.

Aynı dönemde rejimin “zararlı” bulduğu çok sayıda derneğin yanı sıra siyasi partiler de kapatılır. Kapatılan TİP’in (Türkiye işçi Partisi) yöneticileri tutuklanarak hapis cezalarına çarptırılır. Aynı dönemde Erbakan tarafından kurulan MNP  de (Milli Nizam Partisi) kapatılır, ancak yöneticileri için ceza davası açılmaz. Baskı dalgası Kürt ulusal hareketine de yönelir, daha darbeden önce düzenlediği “Doğu Mitingleri”  vb. faaliyetleri nedeniyle çeşitli baskılara ve tutuklamalara maruz kalan  DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) kapatılır ve yöneticilerine hapis cezaları verilir.

İşçi örgütlerinin hayal kırıklıkları! Tutuklamalar, işkenceler katliamlar… 

Askeri müdahalenin gerçek amacının kısa sürede ortaya çıkmasıyla(!), müdahaleyi başlangıçta destekleyen Türk-İş, “reformların” yapılmaması konusundaki “hayal kırıklıklarını” ve işçi sınıfının sendikal, ekonomik ve sosyal hak ve özgürlüklerinin tehdit altında olduğu konusundaki endişelerini sıklıkla dile getirmeye başlar. Müdahaleye aynı desteği vermiş olan DİSK ise, kapatılma tehlikesi altında, dönem boyunca suskunluğa bürünür.

12 Mart rejimi sola şiddetle saldırır: özellikle devrimci harekete ve onun öncü kadrolarına yönelik kanlı operasyonlar, yaygın işkenceler, idamlar ve Nurhak, Kızıldere gibi katliamlar, sosyalistlere, solcu aydınlara, sol Kemalistlere yönelik tutuklamalar ve hapis cezaları ön plana çıkar. Dönem aynı zamanda, tehdit ve denetim altındaki bir parlamentarizm, istikrarsız hükümet denemeleri ve burjuvazinin çeşitli kesimleri arasında uç vermiş çelişkileri büyük burjuvazi lehine çözme çabalarıyla karakterize olur.Ancak egemen sınıflar açısından ciddi bir soruna dönüşen Anayasa’da yaptığı değişikliklere, hak ve özgürlüklere getirdiği sınırlamalara, işçi sınıfı üzerindeki baskılarına, sola verdiği hasara rağmen siyasal güçsüzlüğü ve kararsızlığı nedeniyle 12 Mart rejimi büyük sermaye açısından tam bir başarıya dönüşemez. Ordunun çeşitli nedenlerle iktidarı doğrudan alamaması, AP ve CHP’nin desteklerini çekmeye başlaması ve halk muhalefetinin gözle görülür artışı rejimi ayakta tutma imkânını ortadan kaldırır. Dönem, 12 Mart rejimine başından itibaren karşı çıkan ve partisinin başta İsmet Paşa olmak üzere “geleneksel” liderliğine karşı sol kanadı yanına alarak mücadele veren ve CHP genel başkanlığını alan Ecevit’in Ekim 1973 seçimlerini kazanmasıyla kesin olarak sona erer. Büyük burjuvazi hayallerinin gerçekleşmesi için 12 Eylül’ü bekleyecektir.

Sonuç…

En başta da belirttiğimiz gibi, DP’nin devrilmesinin ardından çeşitli toplumsal-siyasal nedenlerle “yarı-Bonapartist” bir karakter kazanan burjuva siyasi düzeni, 12 Mart 1971 darbesiyle açık, ancak gücü sınırlı bir Bonapartizme dönüşür. Amacı, hükümetin başaramadığı bir işi; yani burjuva mülkiyetine ve düzene tehdit oluşturmaya başladığı düşünülen işçi sınıfı mücadelesini engellemek ve sermayenin kendi çıkarları için birer sorun olarak gördüğü yasal ve anayasal engelleri, emekçilerin hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırmaktır. Tabii, bütün bu işler her zaman olduğu üzere “anarşiye karşı” ve “kardeş kavgasını” engelleme, “vatanın ve milletin birlik ve bütünlüğünü koruma” bahanesiyle yapılacaktır. Bütün Bonapartizmlerde olduğu gibi “toplumun üzerinde sınıflar üstü tarafsız bir hakem” olduğu iddiasını öne sürse de, parlamentoyu rehin alan ve siyasi olarak asker – sivil yüksek bürokrasinin egemenliğine dayalı bu rejim programı ve icraatlarıyla büyük sermayenin hizmetinde olduğunu açıkça ortaya koymuştur. 

12 Mart’ı 50. yılında lanetle anıyoruz!

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında