SEÇİMLERE AZ BİR ZAMAN KALA…TARİH BİZE BORÇLU MU?                               

SEÇİMLERE AZ BİR ZAMAN KALA…TARİH BİZE BORÇLU MU?                               

Hakkı Yükselen

Saray rejimi saflarında, daha önce de vurguladığım iki eğilim, giderek daha hissedilir bir hal alıyor.  Bunlardan biri “panik ve dağılma” eğilimi; birtakım işaretlere bakıldığında bir noktadan sonra çığırından çıkabilecekmiş gibi görünüyor. Şu sıralar kaybetme korkusuyla artan telaşın ve devlet kadroları içinde büyüdüğü gözlenen açık veya örtülü direncin ve taraf değiştirmelerin başlıca nedeni bu.  Diğeri ise “saldırganlık” eğilimi.  O da öyle; rejimin epeydir “alıştığımız” baskı yöntemlerinin bir adım ötesinin, eğer meydan bulup daha fazlasına cesaret edebilirlerse, aleni bir “devlet terörüne” dönüşmesi kaçınılmaz. Şimdilik her iki eğilim de kendi kritik eşiklerinde! Seçim süreci sonucunda varılacak noktaya göre bu eşikler aşılacak.

Yani bir şeylerin değişmesi kaçınılmaz görünüyor. İşlerin bu şekilde yürüyemeyeceği belli.  Bu değişim süreci birbirine zıt ve tarafların karşılıklı konumları açısından tehlikeli ihtimallere gebe.  Toplumun muhalif -muvafık her kesimini sarmış olan “kaybetme” endişenin nedeni de bu.  Kaybedenin tam kaybedeceği inancı ön plana çıkıyor. Muhalif kesimlerde “Kaybetseler bile gitmeyebilirler!” endişesi yaygın. Rejim yanlıları da kendilerinden bunca yılın hesabının sorulmasından, artık vazgeçilemez hale gelmiş avantajlarını kaybetmekten korkuyorlar.  “Tayyip mutlaka bir şeyler yapar!” veya “Reis mutlaka bir şeyler yapar” beklentisi de buradan kaynaklanıyor. RTE’nin “her şeye rağmen” gitmeyeceği, gitmeyebileceği inancı adeta insanların içine işlemiş!

Tarihte Kişilerin Rolü…

Kısacası bir şeyler olacak! Herkes “Reis”ten veya “Tayyip”ten bir şeyler bekliyor! Farklı yönlerde de olsa (iyilik veya kötülük-umut veya umutsuzluk) bir kişiye aşırı önem atfeden bu beklentileri küçümsememek gerekiyor. Kişilerin tarihteki rolü belirli koşullarda epeyce ön plana çıkabilir. Bu nedenle “Mesele ‘tek adam rejimi’ değil, Tayyip gitse de…” bir şeylerin değişmeyeceği şeklindeki son derece  “nesnelci” görüşler, en azından eksik bir tarih anlayışının ürünü. Troçki bu konuda şöyle demiş:

“Tarih bir sınıf mücadelesi sürecidir. Ama sınıflar, tüm ağırlıklarını otomatik olarak ve kendiliğinden koymazlar. Sınıfların mücadele süreci içinde yarattıkları çeşitli organlar, önemli ve bağımsız bir rol oynadığı gibi bozulmalara da uğrar. Bu, tarihte kişiliklerin oynadığı rolün de temelini oluşturur. Hitler’in otokratik yönetiminin elbette büyük nesnel nedenleri vardır, ama Hitler’in oynadığı muazzam tarihî rolü günümüzde ancak kalın kafalı bilgiçler yadsıyabilir…” (Sınıf Parti Önderlik)

Mesele budur! Rejim elbette tek bir kişinin eseri değildir.  Otokrat, nesnel bir sürecin öznel ürünüdür; bulunduğu yere gelmesinin maddi nedenleri vardır, O, toplumsal birtakım çıkarları, sınıf ilişkilerini, ruh hallerini temsil eder, bir şeylere karşılık gelir. Yönetirken birtakım ekonomik, siyasi, toplumsal gerçekleri, dengeleri, iç ve dış ilişkileri hesaba katmak, ona göre kararlar vermek zorundadır. Ancak otokrasilerde baştaki kişinin rolü büyük önem taşır: Otokrat, işlerin yolunda gittiği zamanlarda, beklenti içindeki kitleleri demagojik söylemleri ve “zinde” güçleriyle peşinden sürükler. İşlerin tersine döndüğü, desteğinin büyük ölçüde azalıp daraldığı, iyice yalnızlaşıp paranoyaklaştığı çürüme-çöküş dönemlerinde ise, toplumda kökleştirdiği teslimiyet ruhunun yanı sıra, denetimi altındaki korku ve şiddet aparatlarını da kullanarak rejimin varlığının bazen beklenenden çok daha uzun bir süre devamını sağlayabilir. Böyle dönemlerde rejimin kaderi, çok dar bir yönetim çevresine, özellikle de otokratın varlığına, ruh ve beden sağlığına bağlı hale gelir. Otokratın şu veya bu biçimde devreden çıkması rejimin çok büyük bir hızla çökmesine neden olur. Daha sonra iktidara gelecek olanların gerçek değişim arzularından ve radikallik derecelerinden bağımsız olarak, bir otokratın iktidarını kaybetmesi, çok önemli bir değişimin kapılarını aralar!

Tarih Bize Borçlu mu?

Kısacası RTE’nin yirmi küsur yıllık iktidarını kaybetmesi ve temsil ettiği rejimin çökmesi, ayakta kalması halinde yapabilecekleri de düşünüldüğünde, ülke ve halk için önemli ve hayırlı bir değişim olacaktır. Yaşanacak değişimin demokratikleşme açısından çapı ve derinliği esas olarak kitlelerin bu değişim sürecindeki rollerine, etkilerine, basınçlarına bağlıdır. Bizler her defasında, RTE’nin gitmesinin “rejim sorunu” açısından büyük önemini vurgularken, seçim öncesi ve sonrasıyla bir “değişim” sürecinin kitlelere ilişkin bu yönünü de işaret ettik. Koşulları da açıkça ortaya koyarak, burjuva muhalefetin eline kalmış bir “demokratik değişimin” sınırları ve muhtemel sonuçları üzerine emekçileri pek çok kez uyardık. Açık sözlü olduk. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin tutumumuzu, lafı hiç dolandırmadan, aynı anlama gelecek dolaylı formüllere başvurmadan açıkça ortaya koyabilmemizin nedeni budur.

Ayakta kalması halinde rejimin varlığını aynı biçimde sürdürmesi, hemen hemen mümkün görünmemektedir. “Demokrasinin” sınırları Türkiye için dahi çoktan aşılmıştır! RTE benzer bir “kâbusu” bir daha yaşamamak için karşıtlarının hayatını bir kabusa çevirmekten çekinmeyecek, bu yolda elinden geleni ardına koymayacaktır. Bu nedenle sosyalist sol, rejimin daha beter bir şeye dönüşmesi ihtimalini de içeren bu gidişatı doğru değerlendirmek, “boykotçuluk” ile “parlamentarizm” arasına sıkışmamak zorundadır.   Seçimlere hangi koşullarda gidildiği bellidir. Karşımızda bütün boyutlarıyla bir “sistem” değil “rejim sorunu” vardır. Bu sorun, en azından bu haliyle kısa bir sürede şu veya bu biçimde çözülecektir. Çözümün şimdilik kısmen de olsa işçi ve emekçiler yararına sonuçlar verebilmesi, gerçek duruma uygun, doğru bir politik mücadele hattına bağlıdır. Bu da soruna “soyut ilkelerle değil, somut devrimci politik bir bakış açısıyla yaklaşmayı” gerekli kılmaktadır. Doğru politikalar, doğru zamanlamaları da gerektirir. Siyasette, özellikle de devrimci siyasette, “zaman” sonsuz değildir. Tarih kimseye bu şansı tanımaz. Bu nedenle böylesine kritik durumlarda “deneme-yanılma” lüksümüz de yoktur. Ve en önemlisi, “tarih” hiçbir şekilde bize borçlu değildir!

Yazar Hakkında